GECEYDİ… Güneş
kabuğuna çekilmiş, ay, yıldız desenli göğün göğsüne yerleşmiş bir tülbent misali
nurefşan çehresini çevreliyordu…
Ne de olsa gözler, hakîkatin
kapısıydı… Gördüklerimize dair yahut gördüğümüzü sandığımız her ne var ise
görünene ve gösterilenlere hep “bu ışık” sâyesinde ulaşırız. Her görme ona, onda
var olan çekim kuvvetine tutunmamızı sağlar. Güzelliklere dilbeste olan hakîkatlerde
O’nun kesintisiz nûraniyeti ile yine O’nun esmâsının bütün bütün tecellîsi görülür.
Hilkat, hakîkate gerçek bir
nazarla ulaşmamız için gözleri aracı kılar. İbrahim’in hakîkatle buluşması, Âdem’in
yakıp yandıran günahtan geri adım atması, Yûsuf’un kuyudan çıkması, Mecnûn’un
kendini çöllere atması, Ferhat’ın da dağlara kazma vurması bu ve buna benzer hâdiselere
dair birkaç örnek arasında sayılabilir. Her insan, bahsi geçen hakîkatlere ulaşmayı
engelleyen zincirleri kırmak için şimdiye dek hep ellerini kullanmıştı. Bu
yüzden sıklıkla nesnelere, objelere dokunmuştu. Yüze ise “ilk” kez bu denli
etkili dokunuş konduruluyordu. Üstelik dokunan el değil, gözleriydi…
Gözbebeklerinden süzülen bir
ışık yumağının yüreğine doğru yol aldığını hissetti. Neden sonra, kendini
kusursuz bir tabloyu seyrederken buldu. Çıkmak istedi, lâkin çerçeveler buna mâni
oldu. Yüksünmedi pozisyonundan. İçini kordan mülhem bir huzurla donatan
bakışların merkezine doğru bıraktı. Aynı istikâmete, aynı geleceğe, aynı
yarına, aynı düşünceye, hatta aynı hedefe yönelmiş olduğunu gördü. Bu onu sevindirmeye
yetmişti. Gülümsedi, biraz daha sevindi. Sevindikçe gözlerindeki ışık halkası da
aynı oranda irileşti.
Gel!
Başını yastığa
yerleştirdiğinde, tavana dikildi gözleri. Sanki odanın tavanı delinmiş de
gökyüzü sarkıyordu içeriye. Çok geçmeden o buğulu gözlerini bembeyaz bulutlara
iliştirdi. Gözlerinde biriken billûr gibi bir damlanın olduğunu fark etti. Dokunsa
yağmura dönüverecek cinsten… Ayın, yıldızın, güneşin ve sair galaksilerin
yanında ona da bir yer açtı ve kesik, kesik olduğu kadar kısık bir sesle rüyâsına
dâvet etti; uzun ince bir yoldan, yedi katlı
semâdan, biraz gündüzden, biraz da gün bakışlı aydan… Harfleri ödünç aldım
sözlüğün ortasından, şiirin otağına bir cümleyle kuruldum: “Gel!”
Geceye değen gözler
Kaç geçe, kaç gündüz geçti
hesap etmedi, edemedi! Günler haftaları, haftalar ise ayları takip etti. Rüyâyla
gelmeyen, kitapların satır aralarına geldi. Önce sesini düşürdü atmosfere,
sonra buğulu gözlerine değdirdi bakışlarını. Bu temasla her şeyin rotası
değişmişti. Bir sokak lambasında asılı duran “ışk”a
benzetiyordu onu: “Caddeler boştu ve sen yoktun! Karları eriten yağmurdun, yağmuru
donduran ayaz... Ve ben üşüdüm, çünkü sen yoktun!”
Geceyi yorgan misâli üzerine örttüğünde, uykuları açıkta kalıyordu. Rüyâsız
uyandığı her sabaha, güneşe bedel yüzünü dâvet ediyordu: “İstedim ki, gözlerin
değsin geceye, belki pay düşer karanlıkta yazılan heceye... Sonra umuduma
sarılıp hasretini çektim sîneye...”
Sevdâyı göğüsten alıp sırtta vurmak
Kolaydı deli
olmak, kolaydı mecnûn kalmak. Kolaydı "Leylâ" deyip kızgın çöllere
düşmek. Kolaydı Şirin için sıralı dağlar delmek ve zordu sevdâyı göğüsten alıp
sırtta vurmak… O zor olanı tercih etti;
ufuklara bakıyordu, gözlerindeki yaş durgun... Ummanlara dalıyordu,
yatağındaki su yorgun... Ona kimliğini
soranlara, nereden gelip nereye gittiğini öğrenmek isteyenlere, “Hayat benimmiş
meğer, daha yeni öğrendim! Kumlara adın yazdım, bil ki ben medcezirdim... Fırlat
kirpiklerini, gözlerini özledim; dalgalar saçın olsun, beyaz köpükler benim” diyor
ve ekliyordu: “Can yüzlüm! Sen başıma gelen en güzel şeydin…”
Onu arıyordu
gözleri, çünkü gözlerinde uzayıp giden hasretin izi vardı. Parmak aralarında
kalem yoktu, ama kirpikleri yazıyordu satır satır: “Çöz beni, çıkar mengeneden,
bitsin bu işkence, bu amansız kahır! Sabah olsun da yükselsin sesin bir mızrak
boyu... Vaktinde edâ etsem can yüzlüm, kazaya kalmasa vuslatın...”
Onsuzluk, onun
için zemherî bir kış demekti. Onun olmadığı geceler zifirî karanlık, sessizlik
alabildiğine korkutucu bir hâl alıyor, hasret ise uzundan öte uzun sürüyordu.
Sessizliği yırtan seslenişini gecenin bağrına bırakıyordu: “Ses ver, neredesin?
Üşürdüm, dal olurdu kolların, sarardın sımsıkı. Özlerdim, çiçek olurdu
gözlerin, bakardın sıkı fıkı. Beklerdim, yol olurdu hasretin, yakardın firâkı… Bilesin
can yüzlüm, baharlar bana, bakışlar sanadır…”
O,
yüreğindeki “kor” sâyesinde avuçlarını ısıttı. O, ihtiyaç duydukça naif bir
sesin geldiği yöne doğru başını uzattı.
Dildeki
teselli: “Aylardan Mayıs, mevsimlerden bahar…”
Hiç
sarmadığı, hiç uzatmadığı kolları, koruyucu bir fanusu andırıyordu. Şefkat ve
merhametin ocağı parmak aralarında birikenlerden birini ona fısıldıyor, diğer
üçünü ise içine aktarıyordu: “Şiirler düşün zamana,/ Adı kalsın sana, bana.../
Cemreler düşürün kışa,/ Kar erisin bir bakışa…” Ne zaman ümitsizliğe kapılsa,
diline kendi tesellîsini düşürüyordu: “Dışarıda lapa lapa kar, gözümde yaş var.
Zannetme üşüyorum, içimde yangınlar var! Gelir geçer mevsimler, erir kardan
adamlar; vehmetme, gülüyorum, önümde baharlar var...”
Ne sevmekten
yoruldu, ne de çok sevilmekten. İtiraf ediyordu: “Korktum terk edilmekten!” Bir
yandan baharı hesap ediyor, diğer yandan kendini üç kalemin omuz omuza verdiği darağacına
hazırlıyordu. “Bana dağlardan kar suları getirin, yüreğim yanıyor, hasreti bitirin!
Olur da sönmezsem, yâre haber verin, ‘Geceyi kazarken öldü’ deyiverin...”
Ne sevdiğimi, ne öldüğümü kimse biliyor!
Bir gece vakti
başlayan o nazlı bakış, bir başka gece darmadağın oldu azaptan kaçış. Oturup
göğsünün tam orta yerine bir ferman yazdı:
“Ben
nehirlere, nehirler denize; yaşlar karıştı akıp giden ize… Sevdâ denilen şu
kara dehlize düştüğümü inan, kimse bilmiyor! Ferhat’a
çıraktım efkârlı dağda, Mecnûn’a ummandım serapsız çölde, bülbüle ses idim
dikenli gülde… Sevdiğimi inan, kimse bilmiyor! Aşk, uzunca bir yol,
dertsiz çekilmez. Sırtımdan kahır yükü hiç eksilmez! Çok ağladım, güldüğüm
görünmez. Çektiğimi inan, kimse bilmiyor! Bahar bitti, yaz bitti, mevsimler kış;
dalda kar kristali nakış nakış… Yapraktan ağaca düşer son bakış… Öldüğümü inan,
kimse bilmiyor!”
Varsın “bilmesin”, Kerîm olan biliyor… Varsın “görmesin”,
Basar olan görüp gözetiyor… Varsın “işitmesin”, Semi’ olan her şeyden haberdar…
Sen seslenişimi duy “Can Yüzlüm”, belki bu son kelâmdır ağzımdan çıkan, belki medet
sesidir, belki nedâmet! Şimdi sehpadakine hakkını helâl et!