ISLIK seslerine
takılıyor aklım. Kimi bir kuşun şarkısına benziyor; düşüyorum peşine ve
dolaşıyorum Fas’ı. Bazısı çok eskilerden kalma bir ezgiyi anımsatıyor, gidip
bir kabak kemanenin tellerinde süzülüyorum Topkapı’da. İşte bu yüzden imrenerek
bakıyorum bizim mahallenin çocuklarına. Çünkü ben… Ben bilmiyorum ıslık
çalmasını.
Sokağın
tüm çocukları toplanıyor. Bir yarış heyecanı sarıyor herkesi. En uzun ıslığı
kim çalıyor? Ya da en güftelisini? Samanyolu’nu en güzel kim ıslıklayacak?
Herkesin aklında aynı sorular... İddiası kuvvetli olanlar gün boyu rekabet hâlindeler
birbirleriyle. Mahallenin tüm çocukları alanda yani. Koca kaldırımda tek başıma
izliyorum olanı biteni. Çünkü ben, bir tek ben bilmiyorum ıslık çalmasını.
Herkesin
cakasını sattığı bir alan var. Kimi serçelerin bile yapamadığını yapıyor, kimi
bir kemana kafa tutuyor, kimiyse iki dudağıyla kaldırıyor elleri havaya. Sanki
daha doğarken öğrenmiş gibiler. Neden Allah’ım, neden ben de en azından bizim
Cicikuş’un yaptığını yapamıyorum? Gerçi, o da bir tek acıkınca duyuruyor sesini
-haklı-. Olsun, benden iyi! En azından bir sesi var. Ben hiç bilmiyorum ya
ıslık çalmasını…
Bir
gün yine yarışları izlemek için dışarı çıkarken, üst komşumuzun güzeller güzeli
kızına yakalandım merdivenlerde. Çok güzel saçları vardı, anneminkiler gibi
sarı, uzun ve parlak. Ah lepiska saçlım!
-Sanırım
bu iyi bir şey, babam anneme söylüyor. O söylüyorsa muhakkak iyi bir şeydir.-
O
an yine bazı önemli denemeler üzerindeydim… Islık denemeleri yani… Birden, tam yanımdan
geçtiği sırada, “Islık ağzında can çekişiyor!” diye bağırıp ağız dolusu kahkahasını
savurup attı suratımın ortasına. İşte o an inandım dudaklarımda ölüm olduğuna!
Ve bu inanç hiç terk etmedi beni. Zaten ben de bir daha denemedim ıslık
çalmasını.
Neden
diktiğim hiçbir fidan yarına çıkamazdı arka bahçemizde? Budadığım her gül
kurumaya mı mahkûmdu? Üzerine “güzel” sıfatını iliştirdiğim her şey neden
kaybolurdu birden? Köhne bir apartmanın yıkık dökük merdivenlerinde üstüme
sinen o inanç, her köşe başında bir gulyabani gibi bekliyordu beni. Hâlbuki
bıyıklarım henüz terlememiş, yaşım da aşmamıştı sekizi.
Belki
vakit sandığımdan da geçti ıslık çalmayı öğrenmek için. Bir çiçeği dikmek, bir
fidanı sulamak, bir köpekle oynamak yahut renkleri yaşamak… Hepsini birbirine
karıştırarak… Artık hepsi için zaman bitmişti. Zaman biter mi? Basbayağı bitti!
Ben büyümüştüm fakat insanlar da boş durmamışlardı.
Bu
mahalle, kimsenin yüksek sesle “Neden?” diye soramadığı bir mahalleydi. Ben de
öyleydim. Tüm ıslıklarımı yalnız başıma öldürdüm. Tek başıma! Neden babacığım,
neden yalnız bıraktın beni bir katile dönüşürken? Neden Allah’ım, neden o
merdivende çağırmadın ki beni?
Islık
seslerine takılıyor aklım. Neden bu kadar güzeller? Ve bu kadar ulaşılması zor?
Hâlbuki ağzımı büzmem ve bir çırpıda nefes vermem yeterliydi onu yaşatmak için
dudaklarımda. Fakat beceremedim. Ne o kurtulabildi ölümden, ne de ben artık
inanmayı denedim.
Sahi Allah’ım, neden öğretmedin ki bana ıslık çalmasını?