Camileri UNESCO mu idare ediyor?

Yanlış bir kararın devam ettirilmesi, Türkiye’nin egemenlik haklarına da, bağımsız hukukuna da aykırıdır! Türkiye’yi de, camileri de UNESCO idare etmiyor. UNESCO adı, camilerin müzeleştirilmesi için bir bahane olarak kullanılamaz, kullanılmamalıdır!

AYASOFYA’NIN müzelikten çıkarılıp cami yapılması isteğini bir taraf “kılıç hakkı” ve “Fatih’in mirası/vakfı” diye savunurken, diğer tarafsa “Cami yapılamaz, müze olarak kalmalı” görüşünü savunuyor.

Cami yapılmamasını savunanlar, “Atatürk’ün kararıdır, değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez. Türkiye, UNESCO Sözleşmesi ile Ayasofya’yı müze olarak kabul etmiş, uluslararası bir yükümlülük altına girmiştir” iddiasına yer vermektedirler.

Geçmişte savaş yoluyla bir yeri almak, “kılıç hakkı” diye ele alınır. Bu görüş Türklerle sınırlı değildir. Günümüzdeki ülkelerin ezici çoğunluğu, göçlerle, savaşla ele geçirilen yerler üzerinde kurulmuşlardır. Ayasofya için “kılıç hakkı” sözünü komik bulanlar, aslında, “Türkiye denilen ülkede Türklerin ne hakkı var, burayı sonradan savaş yoluyla elde ettiklerine göre buradan çekip gitmelidirler” anlamına sığınmış olanlardır. Ermeniler, Rumlar, hattâ Yunanlılar bu görüştedirler.

Birinci Dünya Savaşı sonunda Türklerin Anadolu’dan da (Türkiye’den de) çıkarılmasını İtilâf Devletleri temsilcileri müzakere etmişlerdi. Ama sonuç alamadılar.

Lozan görüşmeleri devam ederken, Aralık 1922’de Kemal Paşa, İngiliz gazeteci Grace M. Ellison’a, “Hıristiyanlara dünya gözünde lâyık olan onuru vermek için elimizden ne gelirse yapmaya çalışacağız ve Ayasofya’yı bir cami olarak korumakla Katolik Kilisesinin gerçekten haysiyetini incitiyorsak, onu ya bir müzeye çevireceğiz ya da tamamen kapatacağız” demiştir. (An Englishwoman in Ankara, 1923 London, s.244-245. Türkçesi: Bir İngiliz kadını Gözüyle Kuva-i Milliye Ankarası, Türkçesi: İbrahim S. Türek, Milliyet Yayınları, İstanbul 1973, s.248)

Görünen odur ki, Ayasofya için Avrupalıların (muhtemelen özellikle İngilizlerin) taleplerini Kemal Paşa 1922’de kabul ettiğini açıklamıştır. Ayasofya 1931’in sonunda ABD’nin Boston şehrinde bulunan Bizans Enstitüsü Müdürü Thomas Whittemore’ye Bizans mozaiklerinin araştırılması için verilen (Maarif Vekâleti’nin 27 Nisan 1931 tarih ve 962 sayılı yazılı) izinle ibadete kapatılmıştır. 

Thomas Whittemore çalışmalarını 1934’de tamamlamış ve Ayasofya Camii, 1 Şubat 1935 tarihinde müze hâline getirilmiştir. Sonradan “Dünya Mîrasına katkı” gibi nedenlere bağlı olarak Ayasofya’nın müze yapıldığı iddialarının hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur. Ayasofya’yı müze yapan kararnâmedeki “Atatürk imzası sahtedir” iddiası da bir o kadar inandırıcılıktan uzaktır. Aralık 1922’de Grace M. Ellison’a söylenenler ortada iken tek parti/tek adam yönetiminde Kemal Paşa’dan habersiz veya ona rağmen Ayasofya’nın müze yapılması mümkün değildir.

Birleşmiş Milletler’e bağlı Eğitim Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO), 1972’de hazırladığı “Dünya Kültürel ve Doğal Mîrasının Korunmasına Dair Sözleşme”yi Türkiye, 1983’te kabul etmiştir.

Sözleşmede, kültürel ve doğal mîrasın herhangi bir parçasının bozulmasının ya da yok olmasının bütün dünya uluslarının mîrası için zararlı bir yoksullaşma yarattğı vurgulanmıştır. Buna göre söz konusu varlıkların sahip oldukları üstün önemden dolayı tüm insanlığın, dünya mîrasının bir parçası olarak korunmaları gerektiği ve bu nedenle de bu mîrasın korunması, bütün ulusların ortak ödevi sayılmıştır.

Sözleşme, devletlerin egemenliğine de vurgu yapmanın yanında bu tür doğal ve kültürel varlıkların korunmasının uluslararası iş birliği ile yapılması icap eden evrensel mîras olduğu belirtilmiştir. Sözleşmeyi kabul eden ülkeler ise kültürel ve doğal mîrasa doğrudan veya dolaylı zarar verebilecek girişimlerde bulunmamayı da taahhüt etmişlerdir.

Türkiye, Ayasofya’yı açma kararı alırsa uygulayabilir mi?

Sözleşmede yer alan koruma sisteminin uygulanmasını denetlemek için “Dünya Kültür Mîrası Komitesi” kurulmuştur. Devletler ise kültürel/doğal mîras özelliği taşıyan varlıklarını bu sözleşmeyle kurulmuş olan “Dünya Kültür Mîrası Lisetsi”ne tescil ettirip sözleşmede yer alan taahhüdü üstlenmiş sayılırlar.

UNESCO Sözleşmesi’ne taraf olan ülkeler üstlendikleri yükümlülükleri yerine getirmezlerse ne olur? Sözleşmeye uymayan ülkelerin tescil edilen doğal/kültürel eserlerini Dünya Mîrası Listesi’nden çıkarmak ve o ülkenin doğal/kültürel eserlerini “Tehlike Altındaki Dünya Mîrası Listesi”ne eklemek gibi bir hakkı vardır UNSECO’nun.

Sözleşmeyi 193 ülke kabul edip imzalamıştır. Sözleşme çerçevesinde bin 121 kültürel/doğal mîras niteliğindeki varlık koruma listesine alınmıştır. UNESCO Dünya Mîrası Listesi’nde kültürel/doğal mîras eseri en çok kaydedilen ülke önce Çin, sonra İtalya’dır.

Herhangi bir ülkedeki eserin Dünya Kültürel/Doğal Mîras Listesi’ne alınmasının o ülkeye ve şehre nasıl bir katkısı olabilir? Bu listede olmak, o eserin daha çok tanınmasına, ilgi görmesine neden olabilir. Daha çok turistin ziyaretine neden olabilir. Bu eserin korunması ve (gerektiğinde) onarılması için kaynak, bilgi, eleman teminine katkı sağlayabilir.

Türkiye’nin 1982’de kabul ettiği UNESCO Sözleşmesi hakkındaki kararı, 14 Şubat 1983 tarihli Resmî Gazete’de yayınlanıp yürürlüğe girmiş oldu. Listeye Türkiye’den ilk olarak Sivas’ın Divriği ilçesinde, Mengücekoğullarından kalan Ulu Cami ve Darüşşifası, ikinci olarak İstanbul’un Tarihî Alanları (Fatih ilçesindeki) girdi. Türkiye’den bu listeye son eklenen eserse 2018’de Şanlıurfa’daki Göbeklitepe oldu.

Çorum’daki Hititlilerin başkenti Hattuşa, Diyarbakır Kalesi ve Hevsel Bahçeleri, Edirne’deki Selimiye Camii gibi eserler, Dünya Mîrası Listesi’ne Türkiye’den alınmış belli başlı kültürel/doğal eserler. Bunların sayısı toplam 18…

İstanbul’un Tarihî Alanları içinde, birinci bölgede Hipodrom, Ayasofya, Aya İrini, Küçük Ayasofya Camii, Topkapı Sarayı ve Sultanahmet Kentsel Arkeolojik SİT Alanı bulunurken, ikinci bölgede Süleymaniye Koruma Alanı, üçüncü bölgede Zeyrek Koruma Alanı, Dördüncü bölgede ise İstanbul Kara Surları Koruma Alanı bulunmaktadır.

Türkiye, UNESCO Sözleşmesi’ni kabul ederek yukarıda değinilen taahhütleri üstlenmiştir. 2019’da ise sözleşmenin uygulanması, “Dünya Mîrası Sözleşmesi Uygulama Rehberi” adıyla güncellenmiştir.

Uygulama Rehberi’nin güncellenen kriterlerinin 96’ncı maddesine göre, “Dünya Mîrası Varlıkların Korunması ve Yönetimi, üstün evrensel değerin, varlığın kaydedildiği esnadaki bütünlük ve özgünlük (authenticity/otantik hâli) şartları ile birlikte sürdürülmesini ve zaman içinde arttırılmasını sağlamalıdır” şeklindeki ifadeleyle, varlığın bütünlüğünün ve özgünlüğünün korunması şartına yer verilmiştir.  

Yine sözü edilen Uygulama Rehberi’nin 98’inci maddesine göre, “alınacak düzenleyici önlemler, varlığın bütünlüğü veya özgünlüğü ile birlikte Üstün Evrensel Değerini, olumsuz etkileyebilecek sosyal, ekonomik ve diğer baskılara veya değişimlere karşı sağlanmalıdır”.

Uygulama Rehberi’nin 170’nci maddesinde de, “varlığın yasal durumunda korunma derecesini azaltan bir değişiklik, o eserin Tehlike Altındaki Dünya Mîrası Listesi’ne alınacağını” belirtilir.

Ayasofya, “İstanbul’un Tarihî Alanları” içinde yer aldı, 1985’te UNESCO Dünya Mîrası Listesi’ne müze olarak kaydedildi. Ayasofya Camii, 1985’te bu listeye “müze” adıyla eklenince, bunun nasıl bir bağlayıcılığı olabilir?

Sedat Ergin, 3 Temmuz 2020 tarihli Hürriyet’teki yazısında Ayasofya’nın 1933-1985 hikâyesine ve UNESCO Sözleşmesi’ne ayrıntılı olarak yer verdi. “Ayasofya’nın müze statüsünde bir değişiklik yapılamaz, çünkü Türkiye orayı müze olarak 1985’te tescil ettirmiştir” iddiasına da… Ergin’e bakılırsa, artık Ayasofya için iş bitmiştir. Çünkü orayı UNESCO müze olarak kaydettiğinden, Türkiye, oranın statüsünde bir değişiklik yapamayacaktır.

Böylece, “Kültürel/doğal eserlerin korunması için bilgi, kaynak ve eleman temini gibi cazip sayılacak imkânlar elde dilecektir” denilerek övülen ve gerekli görülen UNESCO üyeliği ve sözleşmesi, Türkiye’nin egemenlik hakkını gölgeleyen, yok sayan, önemsiz bir ayrıntı durumuna düşüren bir neden olmuştur.

Kariye Camii örneği

Türkiye’nin UNESCO’ya üyeliği, Ayasofya’nın müze kalmasının bir bahanesi yapıldığı gibi, Türkiye’ye karşı uluslararası alanda kullanılan bir gerekçeye de dönüştürülmeye çalışılmaktadır.

ABD Dışişleri Bakanı Pompeo (1 Temmuz 2020) ile Rusya Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Zaharov, Ayasofya’nın kilise olmasını istemiş (3 Temmuz 2020), Fener Rum Patriği Bartholomeous, “Ayasofya’nın cami yapılması milyonlarca Hıristiyan’ın İslâm’a sırt çevirmesine neden olabilir” (1 Temmuz 2020) diyerek Ayasofya’nın yeniden cami yapılmasına karşı uluslararası bir kampanyanın işaretini vermiştir.
İşin bir de hukuk tarafı vardır. İstanbul beş yıl işgal altında kalmış iken (1918-1923) cami olmaya devam eden Ayasofya’nın, işgalden sonra “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” denilen bir zamanda, nasıl olup da müze hâline getirildiği sorusu her nedense fazla ilgi toplamamıştır. Cami olmaktan çıkarılan, yalnızca İstanbul’daki Ayasofya Camii değildir. Bunlardan biri de Kariye Camii’dir ve müze yapılmıştır.

Fetihten sonra camiye çevrilen Kariye, 1945’te Hükûmet kararı ile önce MEB’e devredilmiş, sonra da aynı yıl müze yapılmıştır. 75 yıl müze olarak kalmıştır. Edirnekapı-Balat arasındaki Kariye Camii de 1985’te Ayasofya Camii ile birlikte UNESCO Dünya Mîrası Listesi’ne “müze” olarak kaydedilmiştir.

Uzun yıllardan beri Ayasofya’nın yeniden cami yapılması için uğraşan “Sürekli Vakıflar, Tarihî Eserlere ve Çevreye Derneği”, Kariye’nin cami yapılması için 2010’da başlattığı mücadele başlattı. Sonunda Danıştay Onuncu Dairesi, 12 Mart 2014’te derneğin, Kariye’nin camiye çevrilmesi müracaatını reddetti. Onuncu Daire bu red kararında, “insanlık tarihinin, bir veya daha fazla anlamlı dönemini temsil eden yapı tipinin … değerli bir örneğini sunması ve bir veya birden fazla kültürü temsil eden önemli bir örnek olması nedeniyle tüm dünyaya tanıtılma işlevinin gereği gibi yerine getirilebilmesi amacıyla müze olarak kullanılmasında hukuka aykırılık bulunmadığını” iddia etmiştir.

Türkiye’nin Danıştay’ında bir daire, insanlık tarihinin anlamlı dönemini Bizans dönemi olarak tarif ediyor, bunun birden fazla kültürü tanıtma işlevinin de ancak müze hâliyle mümkün olabileceğini iddia ediyor. Bu anlayışa göre Divriği Ulu Camii ve Sultan Ahmed Camii’nin de müze yapılması beklenebilir. Nitekim İbrahim Kaboğlu, Sultan Ahmed Camii’ni de müze yapacaklarını iddia etmiştir (11 Haziran 2020).

Kariye’nin yeniden cami yapılması için müracaat eden dernek, başvurusunun Danıştay Onuncu Dairesi tarafından reddedilmesi üzerine Danıştay İdarî Dâvâ Daireleri Kurulu’na kararın temyizini götürdü. 26 Nisan 2017’de Danıştay İdarî Dâvâ Daireleri Kurulu da bu müracaatı reddetti. Bunun üzerine adı geçen dernek, İdarî Dâvâ Daireleri Kurulu’na karar düzeltilmesi için başvurdu. 19 Haziran 2019’da Daireler Kurulu, 5’e karşı 6 oyla, oy çokluğu ile müracaatçı derneğin isteğini haklı buldu. 2017-2019 arasında Daireler Kurulu üyelerindeki değişikliğin bu kararda tayin edici olduğunu Sedat Ergin iddia etmektedir (4 Temmuz 2020, Hürriyet).

“Müze olarak kalmalıdır” kararını veren üyelerin kimlerden oluştuğunu ve ne zaman, nasıl seçildiklerini ilgiye değer bulmayan Ergin, “Kariye cami olmalıdır” kararını alan üyelerin ne zaman ve nasıl değiştiklerini ilgiye değer bulmuştur.

Danıştay İdarî Dâvâ Daireleri Kurulu Karar Düzeltmesi kararında, Kariye’nin Fatih Sultan Mehmed Vakfı’na ait hayrat taşınmazlarından olduğunu, Vakıflar Kanunu’na göre vakfın belirlediği kullanım amacı dışında başka bir kullanım için tahsis edilmeyeceği, “Devlet, sadece vakıf mallarının amacı doğrultusunda kullanılmasını teminen kendisine emanet edildiği varlık konumundadır” diyerek 1945 tarihli Hükûmet kararının “yetki, şekil, sebep ve maksat yönlerinden hukuka aykırı olduğunu” vurgulamıştır. Karar elbette Danıştay tarihinde bir ilktir ve aynı zamanda geçmiş Hükûmet kararlarının kanun tanımazlığının yüksek bir mahkeme kararında kayıt altına alınması bakımından da önemlidir!

Danıştay İdarî Dâvâ Daireleri Kurulu, 2012’de camilerin müzeye çevrilmesi yetkisinin yürütmeye ait olduğu kararı ile 2019’da “Karar Düzeltmesi” başlığı altında Kariye’nin camiye çevrilmesi kararı bir çelişki ve bir uyumsuzluk oluşturur mu?

Mahkemelerin kararları arasında uyumsuzluk örnekleri her zaman bulunabilir. Ancak önemli olan, bu kararların hukukî bir içeriğe mi, yoksa siyâsî bir içeriğe mi sahip olduğudur.

Sürekli Vakıflar, Tarihî Eserler ve Çevre Derneği, Kariye Camii’nde elde ettiği sonucun bir benzeri için 2016’da Danıştay’da açtığı dâvânın reddedilmesi üzerine temyiz için Danıştay Onuncu Dairesi’ne müracaat etmiştir. 2 Temmuz 2020’de müracaatı ele alan Onuncu Daire, kararını 15 gün içinde açıklayacağını duyurmuştur.

Peki, Onuncu Daire, kararında, Ayasofya’nın cami yapılması yetkisini 2012’de verilen karara bağlı olarak yürütmenin yetkisinde mi sayacak, yoksa Kariye Camii örneğinde olduğu gibi, idarî yargı yetkisinde ele alıp karar mı verecektir? Bu sorunun cevabı birkaç güne kadar belli olacak!

Aslında önemli olan, bir yanlışın düzeltilmesidir. Yürütme eliyle bu yanlış 1935’te yapıldığından, yine yürütme eliyle düzeltilmesi akla uygun ilk seçenektir. Yine de bu yanlışın yürütme yerine yargı eliyle düzeltilmesinin de bir hakkın teslimi bakımından yanlış tarafı yoktur.

İşin içine ABD ve Rusya sözcülerinin örtülü tehditleri ile UNESCO Sözleşmesi’nin maddeleri katılarak 1922’de verilen yanlış bir kararın devam ettirilmesi, Türkiye’nin egemenlik haklarına da, bağımsız hukukuna da aykırıdır!

Türkiye’yi de, camileri de UNESCO idare etmiyor.

UNESCO adı, camilerin müzeleştirilmesi için bir bahane olarak kullanılamaz, kullanılmamalıdır!