Camekâna düşen umut

Nahiyeye yeni bir hayat eklenmişti; bu, onun rengiydi. Ve zaman ilerledikçe o hayatın kenarına umutlar eklendi zaman zaman cam şeffaflığında. Gerçeklerse içeriye istiflenmişti kesif ve bîçare yalnızlıklarıyla…

TİTREYEN elleriyle anahtarı kilide taktı, iki tur çevirdi ve pas tutmuş demir kepengi zorlanarak yukarı ittirdi. Ağır zemheride soğuk, kaçak gibi camlara yapışmış ve kalın bir tabaka oluşturmuştu. Çatıdan sarkan billur, buzdan mızraklar menevişli gölgelenmeleriyle masum görünüşlerinin aksine altından geçen her bir kişiyi canıyla tehdit ediyordu adeta.

Adımını küçük ve köhne dükkânın içine attı. Akşamdan hazırladığı sobasını yakmak için etraftaki dağınıklığın arasında bir parça çıra aradı. Bulamayınca çalışma tezgâhının üzerinde duran Saatli Maarif Takvimi’nin zamandan koparılmış ve kenarına sıkıştırılmış yapraklarını aldı, ateşlediği kibritiyle sobayı tutuşturdu. Her gün yaptığı üzere takvim yaprağını koparıp ön yüzünde olan bilgileri okudu: “8 Şubat 1981/ Hicrî: 3 Rebiülevvel 1401/ Rumî: 26 Ocak 1396/ Gün: 39 Kasım 93/ Günün Uzaması: 3 dk./Antep’e “Gazilik” unvanı verildi, 1921./ (Ağaç dikme zamanı)-Fırtına/ ‘Mümine lânet etmek, onu öldürmek gibidir.’ (Hadis-i Şerif)”

O, mazileri ve aidiyetleri suikasta uğramış yaralılardandı. Yeni dünya zamanı değiştirmiş; ay, yıl, gün, saat, her biri artık başka âlemlerden haber verir olmuştu. Bu takvim yaprağını okumak onun geçmişle olan bağını kelimeler üzerinden diri tutuyor, yaşlanan bedenine rağmen canlı duran hafızasında ufak bir tur attırıyordu.

Kuru çalı dallarının çıtırtısı gecenin ayazını içine çekerken köhne dükkâna bir ahenk katıp ruhunun ısınmasına kâfi gelmişti. Tutuşan soba, Necati Usta’nın gönlünü yaptıktan sonra bu yaşlı ve de çalışkan ustanın anlamaz tarafından birbiriyle fiskos eder gibi hararetli seslerini mekâna yaymaya başlamıştı. Sobanın küçük deliğinden bükülerek yükselen is ahşap tavana doğru yol alırken, tutuşmak üzere olan odunlar ise bu dağınık dükkânda soğuğun adeta doğradığı tüm eşya ve malzemeleri ufaktan gevşetiyordu.

Sobaya yakın iş tezgâhının arkasında, duvara simetri olmayan duruşuyla asılı siyah beyaz bir resim ve renkleri solmuş Esmaü’l-Hüsna çerçevesi, tanım yerindeyse bir parmak kalınlığı toz içindeydi. Alt tarafına oturtulmuş ahşap raflara çok da muntazam şekilde dizilmeyen malzemeler, dağınık olan görüntünün aslında tek parçası değildi.

Onarılmak üzere gelen ayakkabıları elinin altındaki sandığı anımsatan bir kutunun içinde topluyordu. O yıllarda “vitrin” düzenlemesi böylesi küçük nahiyelerde bilinse bile Necati Usta gibi eski toprak zanaatkârların hemen uygulayacağı bir yenilik değildi. Yine de zamana ayak uydurmuş, ön cephenin küçük camının önüne iki sıra raf çakıp işi tamamlanan parçaları -ki bunlar kundura ayakkabılar olurdu- dükkâna yaptığı vitrinine  mümkün olduğu kadar itinayla dizerdi. Bu dükkânın en düzenli yeri için yalnız “o küçücük camekân” denilse yanlış olmazdı.

İçeriye sinen boya, cila, kauçuk ve lastik kokusu, kuvvetlenen sıcağın da etkisiyle giderek açığa çıkıyor, duvarlara, raflara ve bu mekânın ruhuna sinmiş hatıralara tekrar hayat veriyordu. Ortamın öyle loş bir havası vardı ki içeri adım atan her müşteri birkaç zaman öncesine kısa bir yolculuk yaptığı hissine kapılıyordu. Yan duvarın üst köşesine yerleşik babasından kalma bir çift eski çarık, ayakkabıcı Necati Usta’nın zamandan kendisine ayırdığı özel bölümmüş gibi oraya sabitlenmiş, işletmesinin tarihinin ne kadar eskilere dayandığını anlatan bir simge olmuştu müşterileri için.

O, Doğu’da küçük bir nahiyenin bilmem kaç kuşak önceki yerlisiydi. Necati Usta bir hayli ilerlemiş yaşına rağmen ekmek teknesini çalıştırmakta kararlıydı. Sırtı kamburlaşmış, beli bükülmüş, kurumuş ellerinin zar gibi incelmiş derisine sirayet eden boyaların katkısıyla oldukça ürkünç, parmak uçları ise koca iğnelerin izleriyle kevgiri andırır hâldeydi. Alnına yerleşen derin çizgilerin her birinin ne hikâyeleri vardı. Kendisi konuşmayı çok sevmediğinden, sadece kulaktan kulağa, kesik parçalar hâlinde zor geçen gençliğinden bir şeyler anlatılırdı. O, bu dükkândan takip ederdi eşin dostun, hatta nahiyelinin hâlini. Çoğu kişinin malî durumunu, onun mekânına ne sıklıkta gelip gitmelerinden tahmin ederdi.

“Bismillah” dedi, sandıktan bir ayakkabı aldı, uzun siyah önlüğünü boynuna geçirdi. Ahşap sandalyesine oturulmaktan yumuşaklığını kaybetmiş küçük yün minderini koyarak işe başladı. Sobanın üzerinde kaynayan demliğin suyundan sıçrayan damlalar, ateşin de coşturmasıyla nar gibi zeminin üzerinde sağa sola yuvarlanıyordu. Camdan sızan fersiz ışıkların ifşasıyla uçuşan toz parçacıkları aheste bir ilerleyişle havada dönüyor, Necati Usta’nın kısık sesle çalan radyosunda “Yurttan Sesler” programındaki ezgilerine eşlik ediyordu. Demlemen çayın kokusu engâh engâh yayıldı dükkâna. Ayağındaki kara lastikleri çıkarıp iç kısımları sıcağı yakalayacak şekilde sobanın kenarına koydu, mesli ayaklarına terliklerini geçirdi. Yaşlı ayakları üşüyor, romatizma ağrıları bu keskin soğuklarda iyiden iyiye onu zorluyordu.

Çok işlek olmayan sokaktaki dükkâna daha çok üç beş memur veya küçük nahiyenin ileri gelenleri -Necati Usta’nın tanımlamasına göre- “yeni dünya ayakkabıları”nı tamire getirirlerdi. Daha ziyade kara lastikten çocuk çizmeleri, kadın ve erkek ayakkabıları olurdu. Kenarlarından yırtılan, altları delinen lastik ayakkabılar hasarına göre ya dikilir ya da yamanırdı bu titrek ellerin maharetiyle. Seksen küsur yıllık ömrünün yarısından çoğunu ayakların yükünü çeken, yokluğuna katlanarak uzun yıllar sahibine yoldaşlık eden emektar taşıyıcıların yaralarını sarmaya adamıştı. Bu ayaklar bazen uzak diyarların rengini, dokusunu, şeklini kuşanıp memleketin köşesindeki bu parçasına getirerek oraya takdim eden seyyahlar gibiydi. Bazen de falan efendinin kauçuk tabanlı hakikî deriden kundura ayakkabılarının boyanıp parlatılmak üzere ağırlandığı misafirhaneydi bu küçük mekân.

Nahiyenin hakikati ise, yerdeki ahşap kutuya istiflenmiş hâlde dururdu kenarda. Ahalinin sefası da, cefası da dükkândaki camekânda duran ayakkabı adedinden hesaplanırdı. Ne kadar efendi, ne kadar çileli vardı, camekâna bir iki sıra dizilen ayakkabılar size onu söylerdi. Nadiren yüksek ökçeli hanım pabucu düşerdi bu dağınık ortama da hanımların kâh yadırgar, kâh heveskâr bakışlarının odak noktası olurdu. Yadırgayan bakışlar bile içten içe ayağında o ayakkabıyla düşlerdi kendisini kısa bir an dahi olsa.

Fakat bu beldenin asıl yüzü yerlerde, yamanmış lastik ayakkabıların parıltısı solmuş zifiri karanlığının üzerindeki çiziklerin içinde gömülüydü. Bu yığından insanların ahvalleri sinmişti dört duvarın yüzüne, mekânın boşluğuna, camların üzerini kaplayan lastik isinin katranlaşmış kıvamına.

Bir gün kırmızı, önü fiyonklu, ayak üzerinden manşetli bir çocuk ayakkabısı çıktı camekâna. Rugan malzemesi bir parça hırpalanmış olsa da zayıf gün ışığının çarpmasıyla renginden yansımalar düştü Arnavut kaldırımlı o dar sokağa. Okul çıkışı eve dönen çocuklar dakikalarca seyretti bu afili rengi. Düşler kurdu çoğu kırmızının tonlarından. Bazıları boynunu büktü ulaşılamayacak kadar uzak zannettikleri hülyalarına. Bazıları ise bir camekândaki parlaklığa attı gözlerini, bir de masum bir hayâle daldı ayağındaki karanlığı yırtarcasına.

Nahiyeye yeni bir hayat eklenmişti; bu, onun rengiydi. Ve zaman ilerledikçe o hayatın kenarına umutlar eklendi zaman zaman cam şeffaflığında. Gerçeklerse içeriye istiflenmişti kesif ve bîçare yalnızlıklarıyla…