BİLİRDİM. Okurdum.
Severdim. Onu ilk kez 2005 yılında tanıdım yakından. Ruberu… Face to face… Yüz
yüze…
Kırağı
çalmış, yanık, tunç bir yüze sahipti, evet. Onurlu, izzetli, kararlı bakışlara
sahipti. Ne kadar sevecense dostlarına bakışları, aynı ölçüde öfkeliydi sesi
haksızlıklara karşı. Mertliğiyle öfkesi, kızgınlığıyla kırgınlığı iç içeydi
dizelerinde. Dizeleri kadar sesinde ve yüzünde.
İstanbul
görmüş bir Erzurum yüzüne sahipti. Yüzüne, sözüne, özüne…
O
yürürken, şiir okurken, konuşurken tarih konuşuyordu. Medeniyet konuşuyordu.
Dün ve yarın, bugünde buluşmuş, bugün olmuş, gün olmuş, dile gelmişti sanki.
Sapanca’da,
Beşinci Uluslararası Şiir Akşamları o gün enfes bir protestoya sahne oluyordu.
Anlayana tabiî!
O
akşam Kültür Bakanı Atilla Koç ile etkinliğin fikir babası, destekçisi Kültür
Bakanlığı Müsteşarı Mustafa İsen, Sakarya Valisi Nuri Okutan, Sakarya
Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Duran da katılmıştı yüzlerce şiir severle
birlikte göl kıyısında gönülleri okşayan dizeler eşliğindeki programa.
Her
çıkan şair, “Sayın Bakanım, Sayın Müsteşarım, Sayın Valim, Sayın Büyükşehir
Belediye Başkanım, muhabbetlerimi arz ediyorum efendim” diye başlıyordu
sözlerine. Tam da pandomima burada koptu işte!
Cahit
Koytak anons edilip kürsüye geldiğinde, her çıkanın aksine, “Işıkçılara,
sesçilere, zabıtalara, tüm emekçilere, gölde sandalla gezenlere selâm olsun!”
deyip geçiyordu şiirini okumaya.
Tam
da buydu işte Cahit Koytak! Söz, ses, şiir bombasını patlatmıştı yiğitçe,
mertçe, açıkça. Tabasbusu, yağcılığı, lüzumsuz iltifatı, şiirin siyaset ve
bürokrasiye kurban edilişine isyandı sözleri. İsyandı, figandı, çığlıktı. “İyya
kena’budu ve iyya kenestain”in canlı timsaliydi. O’ndan başkasına eğilinmeyeceğinin
çığlığıydı sanki. Şiirin, şairin, dizenin izzetini hatırlatıyordu.
Çünkü o, kimsesizlerin sesiydi. Çünkü esamisi okunmayanların, okunmayacakların, okunamayacakların sesiydi.
Her
bir şair, her duyarlı yürek gibi “eşit, adil, mutlu” bir düzenin rüyasını
görüyordu elbette. Bunu İslâm’da buluyordu. Ama “gariplerin İslâm’ında”,
mütekebbirlerin İslâm’ında değil!
İçeriden
bir sesti. İçeriden olduğu kadar dışarıdan, derinden, çok uzaklardan bir sesti
onunki. Karşı ses. Aykırı ses. Farklı ses. İlkeli ses. Dürüst ses. Uyaran ses.
Kızgın sesti.
Kimyacıdır
aslında. Edebiyat eğitimi almadı hiç. İyi ki almadı!
“Şiirini
konuşmak” üzere, Mardin’in edebiyat yeteneği bulunan kırk gençle buluşturmuştuk
onu 2011 kışında. “Ben edebiyattan anlamam” diye başlamıştı sözlerine. “Bana
edatı, zarfı, tümleci sorsanız bilemem; üniversitelerin edebiyat
kürsüleri yahut edebiyat öğretmenleri masaya yatırdıklarında çok kusurlar
bulabilirler benim şiirlerimde” diye devam etti. Ve şöyle bitirdi: “Ama ben iyi
bir şairim ve iyi şiirler yazıyorum!”
Bu
kadar net, bu kadar kuşku götürmez, bu kadar açıktı ona göre her şey.
“Şiire ne girebilir, neler şiirdir?”, “Şu
şiirdir, bu değildir” gibi tartışmaları ve hükümleri elinin tersiyle fırlatmış,
atmış adamdı çöpe. Şiir yazan, şiir bakan, şiir yaşayan, şiir konuşan “şiir
adam” idi o. Şiiri hayatı olan adam…
Her
sözü, her ifadesi şiirdi. Öfkesi şiir, övmesi şiir, öznesi şiirdir; “özü
şiirdir” çünkü. Dik duruşu, mertliği, tevazuu, vakarı “şiirinden”dir. Çağlar
üstü, çağlar dışı, çağlar ötesi hisseder onun kalbi. Bir çocuk, bir çoban, bir
ümmî kalbidir onun kalbi; öyle saf, duru, sahih… Dize dize, sükût sükût, çığlık
çığlık görürsünüz onda bunu.
O
bir “insan”dır; önce insan, sonra insan, en sonra da insan… Gazze’ye şiir
“yakar”, Bağdat’a selâm gönderir; Olimpos da onundur, Pompei de. Zira onun
yaptığı “tarifsiz çileler işlemek”tir “bitmeyen bir gergefe”.
Bütün
insanlığın bütün dertleri, bütün acıları, bütün hüzünleri onundur, onadır,
onunladır. Zira o, “ışığın ve gölgenin dilini öğrendim/ rüzgârın dilini/
yağmurun dilini/ kuşları, çiçekleri, ağaçları anlayabiliyorum/ ve Tanrı’nın
onlarla/ ne demek istediğini bana” der.
Huş
ağacının gölgesinde “elem yemişleri” yiyerek yaşayan “karanfilli şairidir
bedestenin” o. “Ben, susması bağırmasından büyük biriyim” diyen de odur.
İlk
kitabının adı “İlk Atlas”tı; dünyayı atlas atlas işleyecekti kalbimize bir
güzel! Şiir, bir “gök atlası sanatı”ydı ona göre. İkincisi, “Yoksulların ve
Şairlerin Kitabı”… İddiası şudur kendi dizeleriyle:
“Ve
insanlara gösterebilirim, sanıyorum/ Bir şairin bir kraldan,/ Bir çobanın da
bir şairden daha uzağa/ Ulaştırabildiğini yüreğinin sesini.”
Cahit
Koytak’ı en iyi onun dizeleri anlatabilir yine: “Çünkü biliyorum ben/ Hepimiz
biliyoruz/ Her şair güceniktir/ Biraz Tanrı’ya;/ Yani biraz kendine,/ Biraz
dünyaya,/ Biraz Tanrı’ya…”
Mühendis
olduğuna bakmayın, hesap kitap bilirse de anlamaz. Hesabî değil, hasbî adamdır
da ondan.
Kalbin
onuruydu o. Susuşun onuruydu. Duruşun onuruydu. Ve dizenin onuruydu o. Medeniyet
susuşlu adamdı. Ve duruşlu… Yirmi dört medeniyete beşiklik eden Mardin’in
egzotik sokaklarında, abbaralarında, beş altı asırlık medreselerinde kırk sekiz
saat yürüdük onunla. Kasımiye’de, Zinciriye’de, Hatuniye’ye şiir oldu âdeta
Koytak. Şiir şehri soluya soluya, tarihin tâ derinliklerinde kaybolmuştuk
birlikte.
Kızı
Zeynep Neva da bizimleydi. Masal kalpli adam, masal şehirde şiir, estetik ve
gizem şöleni içindeydi lebalep. Ortalıkta olmaktan hep kaçan koca şair,
Mardin’in sırlarının büyüsüne kapılmıştı. Şahittik.
Ve
o gün, aramızda kardeşlik hukukuna imza atmıştık gözlerimizle, sözsüz.
Biliyordum,
okuyordum, seviyordum. Artık arkadaşımdı. Ağabeyimdi.
Birçoğunun aksine, yakınlaştıkça büyüyen adamdı o. Şiiri de dize dize büyüyen şairimizdi. Gücenik değiliz ona. Biraz dünyasına… Ve Tanrısına… Seviyoruz çünkü onu.