Rasim Özdenören’den bir demet anı: “Cahit’in aramızdaki adı Aristo’ydu”

Cahit’in bu dışa dönüklüğü sonra sonra ortaya çıktı. ‘Müteşebbis gücü, teşebbüs kabiliyeti Mavera’yla beraber peydahlandı’ desem yeridir. Bizim onunla çok mahrem ilişkilerimiz oldu. O bizim eve gelir, günlerce kalırdı…

YILLAR önce Ankara’da yayın yapan bir radyoda (rahmetli) Rıfkı Kaymaz ve Erbay Kücet ile birlikte yaklaşık altı ay “kültür-sanat” programı yapmıştık. Rasim Özdenören üstadımız bir programımıza konuk olarak katılmıştı. Kendisiyle güzel bir sohbet yaptık; konuşma esnasında Rasim Ağabey, kendisiyle ilgili ilginç anılardan da bahsetmişti.

Uzun röportaj metninde yer alan anılardan bir demet sunacağım sizlere. Fazla bilinmeyen bu anıların ilginizi çekeceğini umuyorum.

“Benim ilk kitabım olan ‘Hastalar ve Işıklar’, ‘Sezai Karakoç’un himmetleriyle’ diyeceğim, yayınlandı. Ondan sonraki iki kitabım ‘Çözülme’ ve ‘Çok Sesli Bir Ölüm’, Nuri Pakdil’in himmetleriyle ve gayretleriyle Edebiyat Dergisi’nin yayınları arasında çıktı. Son hikâye kitabım ‘Denize Açılan Kapı’, rahmetli Cahit Zarifoğlu’nun himmeti ve gayretiyle çıkmıştı. Geriye bir tek benim ‘Çarpılmışlar’ isimli kitabım kendi hazırladığım kitap olarak çıktı.”

“Benim öykü yazmaya başlamam lise birinci sınıfta oldu. Ali Kutlay isminde bir arkadaşım öykü yazıyordu. Ve bana okutmuyordu. Bana ‘Sen de öykü yazarsan sana okuturum’ dedi. Çok güzel öyküleri olan, birkaç sene yazdıktan sonra yazmaktan vazgeçen birisi... İstanbul’da oturuyor, benim liseden sınıf arkadaşım. Hakikaten çok güzel öyküleri vardı. ‘Keşke yazsaydı’ diye her zaman düşünmüşümdür. Zaman zaman kendisiyle haberleştiğimde de hep söylemişimdir. Fakat o birdenbire başladı ve birdenbire de bu işleri bitirdi. Aradan kırk yıl geçmesine rağmen o öykülerinin benim indimde bir değeri vardır. Şimdi o arkadaşım bana, ‘Sen de yazarsan bu öykülerimi okuturum’ dediği zaman ben de akşam masama oturup öykü yazmaya başladığım sırada gördüm ki, bir değil, birden fazla yazacak öyküm vardı. Ben yazıyordum, arkadaşım okuyordu, arkadaşım yazıyordu, ben okuyordum. Böylece aylarca biz bu işe devam ettik.”

“Mavera dergisi 1976 yılının Aralık ayında yayınlandı. Aralık ayında yayınlanması için de birazcık çaba gösterdik. Ocak ayında yayınlanmasın ve Milâdî yılla örtüşmesin çabasıyla... Rahmetli Fethi Ağabey de bundan haberdar oldu ve o sırada kendisine gelmiş olan -şimdi adını zikretmem doğru olur mu bilmiyorum- ziyaretçisine dedi ki, ‘Bak, görüyor musun bu genç adamlardaki şuuru?’. O sıralarda bizim Edebiyat Dergisi (Nuri Pakdil’in) yayınına ara vermişti. Sezai Karakoç’un Diriliş dergisi yayınına ara vermişti. Bizim de üzerimizde gerek Ankara içinden, gerekse taşradan alabildiğine baskı vardı. ‘Bir dergi ihtiyacı var. Bu dergiyi de Ankara’da ancak sizler çıkartabilirsiniz’ diye… ‘Baskı’ diyeceğim, artık bu kelimeyle ifade edebiliyorum. Böyle bir talep vardı. O talep neticesinde yayınlandı.

Bizim Mavera dergisi şu özelliğe sahip oldu: Daha önceki dergiler tabir caizse âdeta bir kişinin solosu olarak yayınlandı. Bizim çizgimizi ben yakın tarihimizde Büyük Doğu’ya bağlayabilirim. Onun arkasından Diriliş, onun arkasından Edebiyat... Biz bu çizginin uzantısı olarak gördük kendimizi. Fakat bu çizgiden bir farkımız şu oldu ki, bu dergiler âdeta tek kişinin sesi olarak yayınlanmıştı. Biz Mavera dergisini çıkarmadan önce demiştik ki, ‘Biz şu anda bunu emanetçi olarak çıkarmaya başlıyoruz. Bunun emaneti şu anda bizdedir. Fakat biz bunu hemen başka arkadaşlarımıza devretmeye hazırız’. Zaman zaman bazı arkadaşlarımıza da teklif ettik. Fakat her biri bir mazeret beyan etmek sûretiyle derginin yayınını üstlenmediler. Yayının sürdürülmesi bizlerin, müteşebbislerin üzerlerinde kaldı. Böylece o güzel adamların isimlerini de zikretme fırsatı verdin bana. Cahit Zarifoğlu, Akif İnan, Erdem Beyazıt, Ersin Gürdoğan, Alaaddin Özdenören, Bahri Zengin ve fakirin teşebbüsleriyle yayınlanmıştı.”

“Cahit’le biz aynı sınıftaydık. Cahit, Erdem Beyazıt, Hasan Seyithanoğlu, benim ikiz kardeşim Alaaddin Özdenören, öykü yazmamıza vesile olan Ali Kutlay ve onun küçük kardeşi Ahmet Kutlay. Alaaddin bizden bir aşağı sınıftaydı. Ahmet Kutlay da bizden bir aşağı sınıftaydı. O dönemde biz bu arkadaşlarımızla dergi çıkarttık. Hamle dergisini çıkartmıştık. Akif Ağabey lise son sınıftayken Urfa’dan geldi. Urfa’dan Maraş Lisesi’ni bitirmek üzere bizim lisemize, bizim aramıza katıldı.

Cahit kendi başına bir insandı. Serâzad bir insandı. Madem o dönemden bahsetmeye başladık, aramızdaki adı Aristo’ydu. Çok düşünceliydi. Çok içli bir insandı. Cahit’in bu dışa dönüklüğü sonra sonra ortaya çıktı. ‘Müteşebbis gücü, teşebbüs kabiliyeti Mavera’yla beraber peydahlandı’ desem yeridir. Bizim onunla çok mahrem ilişkilerimiz oldu. O bizim eve gelir, günlerce kalırdı. Meselâ bir defasında şöyle bir şey olmuş (madem bir anı istediniz, onu hemen anlatayım):

Ben fakülteyi bitirmiştim, Ankara’da devlet memuriyetine girmiştim. Alaaddin’le Eyüp’te kaldığımız günlerde aynı odada kalırdık. Bir gün annem dışarıdan eve geldiğinde, benim yatağımda birinin yattığını görüyor. Yaklaşıyor. ‘Acaba bu kim?’ diye düşünüyor. Benim orada olup olmadığımı, habersizce gelip gelmediğimi merak ediyor. Saçları benimkine benzemeyen koyu saçlı birinin yattığını görüyor. Cahit’in olduğunu hissediyor. ‘Cahit!’ diye sesleniyor. Cahit de uyanıyor. ‘Teyze’ diyor, ‘Böyle habersiz geldim, Rasim’in evdeki pijamalarını giydim. Böyle yatağa yattım, hastayım’ diyor. O arada evde bir hasta daha var. Rahmetli halalarımdan birisi daha hastaymış. Annem ona, ‘Cahit, hastaysan seni doktora muayene ettirelim’ diyor. Öbür hasta için gelen doktora muayene ettiriliyor. Cahit böylece 10-15 gün bizim evimizde kalmış ve böylece benim yokluğumu da anneme hissettirmemiş olmuş. Rahmetli Cahit ile ilgili bu anıyı ilk defa anlattım.”