Çağının tanığı “Nuri Pakdil”

Kaosa ve yabancılaşmaya karşı emeği savunan bir hukukçu… Sömürüye başkaldıran Müslüman devrimci… Yazdıklarını temellendiren ve kendine has cümle yapısını kuran gizli özne… Aklı, yüreği, kalemi, kelâmı birer sınıf, varlığı ise bir bütünü teşkil eden okul… Hep diri, hep canlı ve eyleme hazır bir aktivist… “Muhtaç olduğumuz, soylu bir öfkedir” diyecek kadar ilkeli… İyilerle doğruların savaşında mevzi seçimini doğru yaparak yorulmadan Allah’a ulaşan mücahit… Yalnızlığını yenen, onurlu ve vakur bir yaşamdan ötelere “izzetle” göç eden muhacir…

ŞİİR, tüm dillerde sevilen ve rağbet edilen bir edebiyat türüdür. Bu yönüyle şiir, bütün sanatların gök kubbesi; şairler ise, hak ve hakikat uğruna şehbâl olup açan, cehalete meydan okuyan yiğitler, mazlumun ve masumun yanında yer alıp onlara kucak açan limanlar, sevdâsı uğruna kendini çöle vuran Mecnunlar, dağları delen Ferhadlar, kuyulara ve de zindanlara atılan Yûsuflar, cephede sipere girip mevzi alan askerlerdir.

Hâl böyle iken, şairlerin bu cephede mukaddes vazîfesi olduğuna inanırım. Millî Şairimiz Mehmed Âkif Ersoy’un Çanakkale’yi görmeden yazmış olduğu “Çanakkale Destanı” ve “Bülbül” şiirleri, bunun en mümeyyiz örneklerindendir. Âkif, Millî Mücadele’de askerî güç ve silahın yanında topyekûn bir fikir ittifakının da olması gerektiğine inanır ve bu perspektiften bakarak ülkeyi karış karış gezip Türk halkının, Millî Mücadele’nin içine duhûl etmesi için gayret sarf eder.

Bazen susarak, bazen konuşarak ama hep direnerek; harf harf kelâma giden kesintisiz yürüyüşün öncülerinden… Ayaklarında Kudüs gücü taşıyan bir devrimci… Mekke’den Medîne’ye, İstanbul’dan ülke dışına, ama hep insanın içine doğru bir yürüyüş… Durarak değil, dik durarak sergilenen bir duruş… Yolun gereklerini yerine getiren, yorulma nedir bilmeyen entelektüel… Okuyarak büyüyen bir kelâmın ilk satırı… Yol arkadaşı Sezai Karakoç’un satırlarında geçen ifadesiyle, “koşu bittikten sonra da koşan atlar”ın içindeki süvari… Dünyanın tekdüzeliğine, anlamsızlığına ve çapaçulluğuna metelik kadar değer vermeyen, baba emaneti cömertlik mâkâmının son temsilcisi Nuri Pakdil…

Bizi teyit eden cümleler

“Büyük bir yazar, önünde sonunda parçalar zinciri. İyi bir yazar kendi yürümeli özgür yolunda. Kalıplara hapsolmamalı. İyi bir yazar, iyi bir şair, iyi bir okurdur aynı zamanda. Dinimiz, sonsuz güzellik, bitimsiz evrensellik, sınırsız estetiktir. Bütün çalışmalarına estetik, lirik, evrensellik öğeleri hâkim olmalıdır. Çünkü insan kalbinden böyle kurtulabilir” diyerek yazar ve şair kardeşlerine telkinde bulunmayı da ihmâl etmez.

Kültürel değerlerini gelecek kuşaklara aktaramayan bir toplumun varlığını sürdüremeyeceğini, kültürel üstünlüğe sahip olmayan iktidarların kalıcı olamayacağını ve kültürel değerleri yeni kuşaklara ancak ve ancak yazar ve sanatçıların aktarabileceğini savunur.

Düşünmek mesleği

Onu ister kürsüde, ister bir iftar sofrasında, ister bir uçak yolculuğunda göreyim, hep mütebessimdi. Muhatabının gözlerinin içine bakar, nâzik bir dil kullanır ve hâtıra içeren notlar alırdı. İmrenilesi bir duruşu vardı. Hiç temas kurmadan bile izlemek son derece keyifliydi. O sohbetlerde, anne-babasını ideolojik öğretmenleri olarak nitelendiriyor, mesleğini soranlara ise “düşünmek” diyordu. Bu iş fiili ile durağanlaşan zihinlere eylem komutu veriyordu âdeta.

Yaklaşık dört yıl kadar önceydi, Memur-Sen tarafından düzenlenen “Kültür-Sanat ve Basın Ödülleri” programında ödül alması için, “Yedi güzel adamın ağabeyi, Memur-Sen’in Onursal Eş Başkanı Nuri Pakdil” olarak sahneye davet edilmişti. Salondakileri, “anti-kapitalist, anti-faşist, anti-Nazist, anti-Siyonist, anti-emperyalist, anti-kapitalist ve en önemlisi de Türkiye özeline ait olmak üzere anti-firavunist bilinçle” selâmlamıştı. Alkış sesi kesilince, “Yaşasın ezelî ve ebedî Ulu Önderimiz Hazreti Muhammed’e (sav) olan sarsılmaz bağlılığımız!” demiş, salondakilerin “sessiz” kalmasına “Alkış gelmiyor!” diyerek tepki göstermişti. Bunun üzerine salondakiler onu ilkinden daha güçlü alkışlasa da, “Arkadaşlar, Ulu Önder Hazreti Muhammed’e (sav) bağlılık ifade edilince alkışlamamız gerekirdi. Bu durgunluğu anlamak çok zordur! Refleks gerekir. İslâm, reflekstir” diyerek ödülünü aldıktan sonra sahneden inmişti. O gün, o salonu dolduranlar için olduğu kadar sonraki nesiller için de bir ders niteliği taşıyordu.

İnsanın birincil kaygısı

“Yazarın ödevi ‘yazmaktır’ ve hayat biçimidir. Ben, her şeyden önce yazarım. Yazarlığım, kimliğimi ve kişiliğimi belirler. Uygarlığımın değerlerinde yanayım ve onun savunucusuyum” diyerek kendini, devrimci Müslüman bir yazar olarak nitelendiriyordu. “Yüzde yüz militan, devrimci bir karakterim var ve bununla da övünüyorum” diyecek kadar da açık sözlüydü. “Kelime, insandan daha kadim. Başkaldırılar, isyanlar, istemler, yakarışlar hep insana aittir” diyen de odur. Bir “umut” bulutuna tutunur, göğe yükselerek bunu tüm ülke insanının, tüm Müslümanların ve tüm insanların üzerine serper.

“Eylemin evrenselliği Kudüs'te başlar”

“Filistin dâvâsına inanmış ve bu dâvânın başarıya ulaşması için karınca kararınca çaba sarf etmiş bir yazarım. Dünyamda, İstanbul’un özel bir yeri, Kudüs’ün ise daha özel bir yeri vardır. Mekke, Medîne, Kudüs ve İstanbul sevilmeden hayatın yani varoluşumuzun hikmeti kavranamaz. Ezelî ve ebedî Ulu Önderimiz, Yüce Peygamberimiz Hazreti Muhammed’in Miraç’a yükselirken en son ayak bastığı yer, Kudüs’tür. Bizim eylemimizin evrenselliği oradan başlamaktadır. Kudüs’ü bunun için çok seviyoruz. Yüreğimizin yarısı Mekke’dir, geri kalanı da Medîne’dir. Üstünde bir tül gibi Kudüs vardır. Kudüs’ü savunmak, gerçek bağımsızlığı savunmaktır. Kudüs sevilmeden insanlığa girilemez. Tutsak Kudüs’e borcumuz, Kudüs’ü savunmaktır, özgürlüğüne kavuşturmaktır.”

Her şey bir “Hamle” ile başlar

Ülkemize edebiyatla gelen yabancılaşmanın yine edebiyatla atılabileceğine, bilinçli bir oluşum için en çok sanata, insan rûhuna giden tüm yolların edebiyattan geçtiğine inandığı için edebiyat dergisi çıkarmaya da bu düşüncelerle karar vermiştir. Edebiyatı bir söz üretme aracı olarak görmez. Bir duruş, bir tutum alış, karşı koyuş, muhalefet aracı olarak görür.

“Vasiyetimdir, şiirle gömün beni”

“Farkındayım yaşlandım, vaktin gergefindeyim/ Baharlara uzağım, bir kış mevsimindeyim/ Acılara bağlandım, Eyyub’un yerindeyim/ Bana derman olmayan, kırık kanatlar gördüm/ Bu benim son yazışım, aynaya son bakışım/ Musalladayım; ‘cansız’, sapsarı ten nakışım/
Bu sesler benim sesim; kendime yuğ yakışım/ Yalancıktan ağlayan, âb-ı hayatlar gördüm…

Hadi bırakın beni Allah’ımla baş başa/ İsmimi karalayın başucumdaki taşa/ Sakın ‘şair’ demeyin, düşmeyin hiç telâşa/ ‘Şiirle gömün beni’, ‘Olmaz’ demeyin, hâşâ/ Vasiyetimi duyan ‘şairler’, ‘dostlar’ gördüm/ Kalmaz gözüm arkada, çok hakikatler gördüm…”

Bu şiirimi yazalı dört yıl olmuştu. Olur da hak vâki olursa, kime emanet edileceğini kara kara düşünmeye başlamıştım. O kargaşa içerisinde, “Vasiyetimdir, şiirle gömün beni” talebim kimin aklına gelecekti? Neden sonra, “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle haşrolunursunuz” hadîs-i şerîfine tutundum. Tâ ki, Salavan dağının üstündeki bulutların “Gel” demesiyle kendini kekik kokulu dağlara vurarak, “Allah’ım, beni küçük görüyorlar, ne olur bana yardım et! Et ki, büyük bir şair olayım ve bunları utandırayım” diyen o heyecanla 85 yaşına kadar yazan, geçen yıl 17 Ekim’de kaybettiğimiz “Şiirin Beyaz Kartalı” Bahattin Karakoç’un vefatına kadar…

Yazdıkları bugün ve yarın da okunacak türdendir Karakoç’un. Tıpkı kendisi gibi Kahramanmaraşlı olan ve “Kudüs Şairi” nitelemesi ile anılan Nuri Pakdil gibi… 18 Ekim 2019 tarihinde, ardışık bir hicretin acısını kuruyan gözlerimize, mîrasını da zayıf omuzlarımıza yükleyerek bizi yalnız bıraktı.

Gece boyu düşündüm; “Kendi şiirimi mi, ‘Anneler ve Kudüsler’i mi, yoksa ‘Mescid-i Aksâ’yı mı okumalıyım?”. Bu hayâl ile Hacı Bayram Camii’ne gitmiştim. Mahşeri bir kalabalık vardı…


“Yürü kardeşim, ayaklarına Kudüs gücü gelsin”

İkindi namazını müteakip, üstadımızın cenaze namazı kılınmış, Devlet erkânı, dostları, sevenleri ve talebeleri olarak onu anlatırken ve ona dua ederken, yanımda duran uzun boylu bir genç, bütün cesaretini toplayarak, “Mescid-i Aksa’yı gördüm düşümde/ Bir çocuk gibiydi ve ağlıyordu/ Varıp eşiğine alnımı koydum/ Sanki bir yeraltı nehri çağlıyordu/ Gözlerim yollarda bekler dururum/ ‘Nerde kardeşlerim?’ diyordu bir ses” satırlarıyla başlayan ve “Yedi Güzel Adam”dan biri olan merhum Mehmet Âkif İnan’a ait şiiri okumaya başladı.

Heyecanlanan genci daha da cesaretlendirip cenazeye ulaşması için koridorun açılmasına önayak oldum. “Yürü kardeşim, ayaklarına Kudüs gücü gelsin” satırlarından güç alarak devam etti: “İlk kıblesi benim Ulu Nebî’nin/ Unuttu mu bunu acaba herkes/ Burak dolanırdı yörelerimde/ Mi’raca yol veren hız üssü idim/ Bellidir kutsallığım şehir ismimden/ Her yana nur saçan bir kürsü idim/ Hani o günler ki, binlerce mü’min/ Tek yürek hâlinde bana koşardı…”

Artık en öndeydi; eli ise, tabutun üstündeydi. Sesini Kudüs’e duyururcasına haykırdı: “Hemşehrim Nebîler yüzü hürmetine/ Cevaba erişen duâlar vardı/ Şimdi kimsecikler varmaz yanıma/ Mü’minde yoksunum, tek ve tenhayım/ Rüzgârlar silemez gözyaşlarımı/ Çöllerde kayıp bir yetim vahayım/ Mescid-i Aksa’yı gördüm düşümde/ ‘Götür Müslümana selâm’ diyordu/ ‘Dayanamıyorum bu ayrılığa/ Kucaklasın beni İslâm’ diyordu...”  

Binlerce insan aynı anda tekbir getirirken, üstadın naaşı eller üstünde bir kuş gibi kanatlandı. Onca kalabalığın içinden hayâlimi gerçekleştiren o genci bulup çıkardım, adını sordum, “Enes Ocaklı” dedi. Hayâlimi gerçekleştiren o “umut” dolu genci tebrik ve takdir ederek sırtını sıvazladım.

Yol arkadaşlarından Rasim Özdenören ve Necip Evlice başta olmak üzere binlerce sevenin katılımıyla, İstiklâl Marşı’nın yazıldığı Tacettin Dergâhı hazîresine defnedildi. Son nefesten birkaç dakika evvel sevenlerine gönderdiği “devrimci selâmı” ve fikirleri, emanetimiz olarak kalacak!

Güzellikti varlığı... Güzel insanlar uğurladı güzel yere ve “Güzel Olana”…

Geride kalan zaman ve zamana iz bırakanlar

Şiir, hem yazan, hem okuyan, hem de seslendiren için de geçerli olan ve bu milletin kodlarına “en uygun” tür olsa gerek. Bu üçlemenin doğru tanımlarla, düzgün şiirlerle ve güzel eserlerle günümüze kadar ulaşmasında büyük pay sahibi olan Ebû Zerr’in, Yûnus’un, Muhyiddin İbni Arabî’nin, Bâki’nin, Fuzûli’nin, Şeyh Galib’in, Mevlâna’nın, Nesîmi’nin, Malik bin Nebi’nin, Mehmet Âkif’in ve Köroğlu’nun, Vahabzade’nin, Âkif İnan’ın, Cahit Zarifoğlu’nun, Erdem Bayazıt’ın, Alâeddin Özdenören’in ve Necip Fazıl’ın birer Fâtiha ile yâd edilmesi, vâzifemiz ve borcumuzdur. Ruhları şâd olsun…