
Yitik çağın insanıyız
TEŞBİHTE hata olmaz, muharref bir çağdayız. İklimin, vasatın üstünde ve altındaki verileri üzerine akıl yürütüp mesai harcayan dünya insanı, insanın kimlik bunalımına, aidiyet duygusundan damıtılmış içi kof vaziyetine ve pek çok değer yargısının tedavülden kaldırılmış olduğu bu yitik zamanın alıp götürdüklerine, yüzeyden derine inemeyen birkaç sloganik paragraftan fazlasını sarf edemiyor.
Yürüyen cesetlerle doldurdukları kaldırımlar, yollar, evler ve sahneler, kuşaktan kuşağa aktarılan eriyik bir zehir gibi damarlarımızda dolaşıyor. Birikmiş bir irin ve zehir gibi içimize yer etmiş tüm anlam kayıpları ve mutasyonlar, kalbimizi ve zihnimizi de bozuyor elbet. Fakat ne de olsa kökten bir maya ile iman, ahlâk ve edebe tutturulmuş bir nüveyi içimizde taşıyoruz ya, öyle radikal bir dönüşümle başkalaşmıyoruz, çok şükür. Bu, işin iç ferahlatan, zihin yangınlarına serin sular serpen kısmı. Ama bütün bu hazin kompozisyonun zoraki istikameti daha kronik yaralar açıyor ömrümüzde.
Biz, bir özle yaşayıp giderken çağın, modernizm tuzağının ve sahte uyaranların içinde kısmen yaralarla ve hafif sıyırıklarla kimlik taarruzlarını atlatıyoruz da bizden sonraki nesillerin hamurunu bu yitik çağın mayasıyla yoğurup modernizmin dayattığı kalıplara döküyoruz.
Teşhis edilen bu marazların belirtileri ve tedavide kullandığımız geçersiz uygulamaların yan etkileri ise say say bitmez. Kaybettiğimiz fıtrî ve insanî değerlerin yerini çağdaş (!) temayüllerle yamadığımız sürece birbirinden kopuk, birbirinden azade ama ortak paydaşı değersizlik ve tatminsizlik olan nesillerin birbiri ardına sıralanmasının önüne geçecek gibi de görünmüyoruz.
Girizgâha epilogla nokta koyulmaz belki ama tam burada yeri gelmiş bir akıbet tespitini beyan etmek durumundayım. Bütün algı, duyuş, hissediş, temayül, zevk, beğeni, gayret, düşünce ve aksiyonlarımızın toplamından bize kalan şu ki, “Yitik çağın insanıyız”.
Neden mi?
Kaybedilen mânâların yerine ikâme edilen süslü ve içi boş kavramlara temas edersek, belki bu asırlık kaybediş öyküsünün basit zannedilen ama büyük yarıklar meydana getiren kötücül unsurlarını tespit edebilir ve “Neden bu hâldeyiz?” sorusuna en yaklaşık cevabı verebiliriz.
Her ne kadar estetik bakımından görece zayıf, hareket kabiliyeti bazında son derece kusurlu da olsa insansı robotlar da gündemimizi hayli meşgul eder oldu. Hemen bütün sistemler mekanik ve manuel olmaktan çıkmış vaziyette. Her şey artık basit diyebileceğimiz bilgisayarlı sistemlere entegre ediliyor.
Dejenere anlamlar, mutant kavramlar
Çok unsurlu bir makuledeyiz. İnsanın, bu sırlı ve çetrefilli mekânın kapısını araladığında gözlerinin şahit olduğu kargaşadan çıkması çok da kolay olmuyor. Ama en belirgin ve viral anlam kaymaları üzerinden nasıl bir medeniyet düşüşüne doğru hızla yol aldığımızı idrak edebiliriz.
Evvelâ altını çizmeli ki, bütün mutant kavramlar, sadece enstantane bir akışın kimyasını bozmuyor. Nesilleri, nesillerin biçimlendirdiği toplumsal kabulleri ve değerler listesinin muhtevasını da bozguna uğratıyor. Kelimeler hakikî meallerini kaybettiğinde, aynı hızda duyuşları da yitiriyoruz. Bilhassa toplumun tamamı üzerinde baskın ve etkin olan kavramların içyüzü kazınıp sahte boyalarla revize edildiğinde hem duyuşları, hem kültürel ve maşeri birikimleri kaybediyoruz, hem de geleceğin mimarisinde bu devşirme malzemelerle tarihî bağlardan ve sembollerden ayrıştırılmış anif ve hantal bir akım benimsemiş oluyoruz. Öyle hızlı bir rekonstrüksiyon ile düzeltilemez hasarlar peydah oluyor ki belki birkaç dikkatsiz ve özensiz zaman dilimi ile çağlar boyu sürecek bir bozuk düzenin temelini atmış oluyoruz.
Kaybettiğimiz anlamların başında kuşkusuz insanlık mefhumu var. Bu liste başı kavramın yitirilme öyküsü uzun ve sancılı. Hemen ardı sıra yanaşmış, alt başlıklara ayrılmış modüler bir kaybımız daha var ki, fıtrat ve ardılı olan tüm manevî birikimimiz. Mutasyona uğramış kelimelerimiz de mevcut. Meselâ artık “özgürlük”, sınırsız bir yaşam biçiminin tanısında kullanılagelen bir terim. Ama bu sınırsızlık öyle bireyin yaşama, düşünme ve eyleme geçme iradesi gibi süslü ve mesnetsiz bir cümlecikle açıklanamayacak kadar eyvah içeriyor. Çünkü ima edilen sınırsızlık, bireyin doğuşla ve oluşla kimliğine tutturulan bir eklenti olmaktan çok ötede, yıkıcı ve kıyıcı eylem ve söylemlere müsaade eden bir hayvanî hudutsuzluk olarak karşımıza çıkıyor. Artık insanın engelleri, ahlâkî bariyerleri, zarurî durakları, biçimde ya da tasavvurda bulunması gereken noktaların tespiti gibi pek çok toplum refahına ve kişinin öz değerine hizmet eden manialar yıkıma uğramış görünüyor. Bu demek oluyor ki, insanın inanç, aile ve paydaşı olduğu topluma dair belli hudutlar içinde hareket kabiliyeti olması yetersiz ve geçersiz görülmekte. Daha da vahim olanı, insanın özgürlüğü ile inançsızlığı ve insancın övdüğü, erdemin ululadığı ahlâk ve edep gibi kavramların yoklamada bulunmaması eş değer bulunmakta.
Ne kadar ahlâk dışılık o kadar özgürlük, ne kadar inançsızlık o raddede bireysellik, ne kadar aşırılık o mesabede hürriyet (!) iddia edilenler, bu ve benzer dejenere anlamlar. Bunun böyle olmadığını bildiği hâlde çağın baskılamasına boyun eğmiş yetişkinler, bu zamanın mahvına gözlerini açmış nesillerin zehirlenmesine müsaade ettikleri gibi, onların bu zehirle yaşayıp gitmelerinde de büyük pay sahipleri.
Bunlar majör, bunlar derinlikli ve göz ardı edilemeyecek kadar vahim hücresel değişiklikler. Bir de daha kıyıda köşede kalmış, çok göze batmadan ruhları bozan, kalplerin balans ayarıyla oynayan anlam kayıplarımız var ki ahmak ıslatan gibi fark etmeden, bir korunma ve karşı koyma içgüdüsünü tetiklemeden insanı sırılsıklam bırakıyor. Bütün yaşam alanlarımız sel baskınında yitirilene kadar ıslandığını anlamayan ahmak zihinlerimiz, sonunda her şeyimizi kaybettiğimiz bu afetin müsebbibini ararken hiç mirat-ı mücellâya da bir göz atmıyor. Sebep, ıslandığımızı anlamayacak kadar duyularımız üzerinde oynanmış oluşu.
Evet, belki çisenti gibi yağıp duran yağmurun da bu aymazlığımızda payı vardır ama evlerimiz, yollarımız sel altında kalana dek fark etmemek de bizim hamakatımız olsa gerek.
Bilhassa son iki kuşağın zihin işgalinde en büyük rolü oynayan modern itkilerden bazıları; gerçekliğini yitirmiş güzellik anlayışı -yapay, sentetik ve absürt estetik algısı- öz saygısını yitirmişliğin beğenilme ve takdir edilme güdüsü, az emekle çok kazanma ütopyası ve daha fazlasıyla zihinleri uyuşturan sosyal medyanın perdahlayıp perdahlayıp bize sunduğu tüm sürü eğilimleri… Modern akımların ve bu düşük seviyeli ekollere dâhil olmadığında çağın modern kanaat önderleri (!) tarafından dışlanacağı telaşında yaşayanların, bu kültürel soykırıma çanak tuttuğu vahametinden de bahsetmeden geçmek olmaz.
Öyle bir dizelge ki bu, yazının tüm muhtevası boyunca kaybettiğimiz ya da eskisini yenisiyle ve rütbesiz, değersiz, ucuz zıddıyla modifiye ettiğimiz kavramlara temas edeceğimi şimdiden ilan ediyorum. Öyle tek bir serlevha altında anlatılabilecek kadar hacimsiz bir süje değil ne yazık ki. Bu anlam fukarası yeni ve post-modern hâlimiz, amorf bir tabiata evrildiğimizin de ispatı.
Öyleyse bu içi kof, dışı hoş(!), manası boş insan modelinin absürt biçimleri fark edemeyişi tam da gerçeklik algımızın kaybından ileri geliyor.
Teknolojik kazanımlar-derunî kaybedişler
Teknolojinin hızla ve durmaksızın tekâmül gösterdiği, pratik ve kullanışlı cihazların, bilgisayarlı sistemlerin ve yapay zekâ ile bilginin toparlanıp biçimlendirilmesinin kolaylaştığı bir zamandayız. Öyle ki, savaşlar bile meydanlarda göğüs göğse değil, temassız geçişle ve basit dokunuşlarla icra ediliyor. Öyle bir çağdayız ki, artık uzayla mesafeler bile kısaldı. Bugün uzaya gönderilen uyduların birçoğu teknolojik atık olarak anılıyor. Bu uzay çöplerinin yörüngeden çıkarılması ve atmosferde yanan metallerden yapılması gibi önlemler var. Fakat bunun da yakın gelecekte iklimsel bozulmaların müsebbibi olabileceği gibi çağdaş kaygılarla yaşıyor dünya insanı. Uzayda koloni kurma projeleri de dillendirilir seviyeye erişti. Bir taraftan da yerküre üzerindeki bütün kıpırdanışlar bir 30-40 yıl öncesinin ütopyasında bile yer almayacak kadar ileri bir aşamaya işaret ediyor.
Her ne kadar estetik bakımından görece zayıf, hareket kabiliyeti bazında son derece kusurlu da olsa insansı robotlar da gündemimizi hayli meşgul eder oldu. Hemen bütün sistemler mekanik ve manuel olmaktan çıkmış vaziyette. Her şey artık basit diyebileceğimiz bilgisayarlı sistemlere entegre ediliyor. Ev eşyaları için de en çok duyduğumuz “akıllı-smart” terimleri, pratik yaşam girdileri olarak yine bu çağın eklentileri arasında sayılabilir. Fakat artık akıllı/bilgisayarlı araç gereçler bile iptidaî ve kifayetsiz anılır hâle gelmek üzere. Şimdilerin trendi “yapay zekâ” sistemler. Yani sadece hafızasına kaydedilmiş komutlarla belli işlevleri yerine getiren pratik cihazlar, ev aletleri ya da üretimde kullanılan devasa makineler hor görülür oldu. Şimdi talep edilen ve insanlığın çokça mesai harcadığı şey, bütün cihazların yapay zekâ ile donatılması ve kabiliyetlerinin basit komutlardan ötede adeta yaşamı insan için tasarlayan ve düzenleyen bir seviyeye erişmesi.
Tüm bunların belli bir seviyede insana avantaj sağladığı, bilgiye erişimi kolaylaştırdığı, zihinsel ve sanatsal üretimi tetiklediği aşikâr. Çünkü artık insanın, zamanın büyük bir parçasını refahına yönelik çalışmalar ve kendini geliştirmeye programlı aktiviteler ile doldurması daha imkânlı görünüyor. Ama öyle mi? O kısma geleceğiz.
Tüm bu sentetik hayatlar bizde birtakım marazlar da meydana getiriyor. İnsanı tembelleştiren bir teknolojik kaos içinde yaşıyoruz. Günlük işlerin, üretimlerin ve bilgiye erişimin daha kolay icra edilir oluşu zamandan tasarruf sağlıyor sağlamasına da bu devrin insanı, tüm sorumluluklardan arta kalan zamanı beklentiler ışığında değerlendirmiyor. Sosyolojik tespitlerde sıklıkla karşımıza çıkan, refah seviyesi ile sanatsal ve kültürel etkinliklerin doğru orantılı artış gösterdiği sloganı da tarih olmak üzere. İslâm âlimlerinin zor koşullarda ve bilgiye erişimin meşakkatli olduğu çağlarda var ettikleri zihinsel üretimle kıyaslandığında bugünün insanında hareketsizliğin getirdiği bir tembellik ve uyuşukluk saptamak kaçınılmaz oluyor.
Bir önceki başlık altında mutasyona uğrayıp yeni ve çelimsiz benzeriyle (!) yer değiştiren kadim, kıymettar mefhumlara değinmiş ve yazının devamı boyunca bunu alışkanlık hâline getireceğimden bahsetmiştim. Tam burada farklı bir hayret mertebesine davet ediyorum kıymetli okurları. Çünkü şimdiki yozlaşmış kavramımız müspet ya da insanda aranan özellikleri temsil eden bir anlama işaret etmiyor. Tam aksine, olmaması gereken ama olduğunda dahi belli bir sınırda kabul görebilir olan “tembellik” kavramının dejenerasyonuna değinmek muradındayım.
Tembelliğin makul sınırlarını da aşmış ve bununla kalmayıp kökten bükmüş bulunuyoruz. Bugünün lapacı tabiatı öyle eskinin tekdüze atalet tasvirinden hayli uzak. Çünkü şimdinin tembel insanı üretmeye tembel ve kazanmaya ise tutkun, fayda vermeye tembel fakat fayda görmeye hevesli, öğrenmeye tok ama bilgiye küskün ve araştırmaya üşengeç ama bilgiçlik taslamaya, övünmeye ve olmayan meziyetlerle takdir görmeye bağımlı. Modayı takip etmede son derece aktif ve üretken, teknolojinin nimetlerinden faydalanmada son derece pervasız, özenti ve gösteriş kokan hayatlar için üç hipopotam gücünde, güzelleşme yolunda stratejik ve sistemli, hele sosyal medyada ileri sunuş teknikleri konusunda tam bir kompetan. Ama bir dâvâyı kalpte yük etmeye tembel. Ailevî bağlara emek harcamaya, dinî sorumlulukları yerine getirmeye, kırmızı çizgiler çizmeye, ahlâk normlarına sadık kalmaya, okumaya, zihinsel gelişime, tarihini irdelemeye son derece tembel. Yani bu yeni aktif tembellik, hareketli ve enerjik atalet, son derece yozlaşmış kavramlardan biri.
Teknolojinin hayatı pratik bir düzleme transfer eden ve eski zamanların tüm yokuşlarını düzayak zeminlere benzeten faydalarının yanındaki mazarratlardan biri de insanlara birer sanal gerçeklik gözlüğü empoze etmesidir. Bu sanal gerçeklik gözlüğü öyle takılıp çıkarılan cinsten değil, adeta korneamız üzerine kenetlenmiş. Bir yandan da hakikatleri gözün kör noktasına düşürmekle meşhur kendileri. Olaya bir de bu perspektiften bakalım…
İnsanlar gerçeklik algısını yitirdiler. Bu en başta göze hitap eden veriler üzerinden şekillendi. Böylece kişinin güzel/makbul görülmesi için belli standartlara hatta prototiplere uygun olması yönünde zihinlerimiz güncellendi.
Sanal gerçeklik gözlüğüyle “güzellik ve estetik”
Sanal gerçeklik gözlükleri artırılmış gerçeklik algısı var eder. Birtakım bilgisayar oyunlarında ve simülatörlerde kullanılagelen asrî icatlardan biri. İnsanın en baskın duyu organına hitap ediyor; göze. Göz, gördüğünü en gerçek vaziyet olarak yorumlama eğilimindedir. Gözün ötesine geçen ise zihin ve kalptir. Ama zihnî ve kalbî eyleme ve idrake davet etmek masraflı iştir. Elbette madde ile ödenebilecek bir ederden bahsetmiyorum. Zihnin ve kalbin algıya dâhil olabilmesi için “İkra” (“Oku”) İlâhî emrine itaat gerekir.
Okuduğumuzla iman ve amel etmek de elzemdir. Sonra zamanı, tabiatı ve insana dair her şeyi okumak gerekir -ki ancak böyle hem zihnî bir gelişim, hem de vicdanî bir kabiliyet kazanabiliriz-. İşte tüm bu paha biçilmez gayretler insana büyük geldiğinden, gözün gördüğüyle yetinme eğilimi -bilhassa çağın insanında- son derece yaygın bir pozisyon.
Hani son yıllarda vücudumuza kılcal çipler takılıp zihin kontrolü sağlanacağı ve insanın tüm duyuşlarının istenilen yönlendirmeler üzere şekilleneceği, belki inancının ve savunduğu değerlerin bile bu çiplerle altüst edilebileceği, insanın bu yolla her meşru-gayrimeşru işte kullanılabilecek birer yapay enstrümana dönüştürüleceği teorileri yaygınlaşmıştı. Fakat bu bir teori ya da kaygı olmaktan çok ötede. Belki henüz o çipler sadece teoride kaldı fakat gözlerimize sabitlenen sanal gerçeklik gözlükleri, bütün bu yönlendirmeleri pekâlâ yapabiliyor. Hem de göze görünmeyen sanal gerçeklik gözlükleri bunlar. Bunlar tamamen algılar üzerinde oynayan filmler, diziler, reklâmlar, müzikler, pohpohlanan aktörler, şarkıcılar, hatta çarpıtılmış eğitim/tarih kitapları, bilgisayar oyunları ve benzerleriyle son derece basit bir şekilde yapılır oldu. Bahsettiğimiz o teknolojik üretimlerin bizden alıp götürdüğü en büyük parça da bu işte.
İnsanlar gerçeklik algısını yitirdiler. Bu en başta göze hitap eden veriler üzerinden şekillendi. Böylece kişinin güzel/makbul görülmesi için belli standartlara hatta prototiplere uygun olması yönünde zihinlerimiz güncellendi. Artık daha monoton biçimler veriyoruz insan suretine ama sanki daha zengin ve skalası genişmiş gibi de övünüyoruz bu yazık hâlimizle.
Televizyon, sosyal medya ve insanların tüm sahte gösteriş mecraları, güzelin, estetik olanın ne olduğu konusunda müfret fikirlere, şahsî algılara ve değişen yargılara müsaade etmiyor. Onlar size güzelin ve estetik olanın ne olduğunu söylüyor ve sizin bu tespite onay vermeniz için gözlerinize geçirdikleri sanal gerçeklik gözlükleri kolaylık sağlıyor.
Gençler arasında gitgide artan dövmeli vücutlar da bu gözlükler ardından bakana estetik geliyor olsa gerek. Çıplaklık ve vücudun teşhiri de sanki güzel olmanın ön koşulu gibi pazarlandığından bu yana giyinmek ayıp karşılanır oldu. Bunlar bir dokunuşla değiştirilebilecek kadar basit görünse de algılara hakikati yeniden inşa etmek oldukça uzun bir yol. Fakat daha derin ve devasa bozulmalar da var güzellik algımıza. Meselâ tek tip burunlar, tek tip şaşkın ya da öfkeli bir mizaca evrilmiş kaşlar, doldurulmadığında garip karşılanan elmacık kemikleri, muhakkak doğuştan gelenin zıddına boyanan saçlar, uzun ve işlevsiz tırnaklar, konuşurken boğulma hissi veren mübalağalı şişme dudaklar ve tüm bu germe, daraltma, şişirme, kırma ve revize etme işlemlerini barındıran estetik operasyonlarından sonra silme boya ile renk verilen simalar… Bir ten rengini deforme etmede yarışan makyaj ritüelleri… Kırmızıdan turuncuya, griden maviye, kahverenginden siyaha uyumsuz renk cümbüşleri… Belirgin konturlu yüz hatları, birbirinden keskin virajlarla ayrılan dudaklar ve çene, göz ve göz kapakları, yukarı çekilmiş ve boyanmış kaşlar ile alnın birbirinden bu kadar uzak ve ilgisiz duruşu, tek tip insan modelini yeni ve körpe zihinlere dayatıyor. İnsan, yalnızca “Böyle güzel olurum” sanıyor ve bu uğurda hem para, hem zaman harcıyor, hem sağlığını riske atıyor, hem de kendini yaradan Rabbine karşı şükürsüz, isyankâr bir ruhu besliyor. Acaba tüm bunların insandaki mana yıkımları hiç göz önüne alınıyor mu?
Burada genelde insanlardan istenen şey, hiçbir değere bağlı bulunmaması. İşte insanlara bu tuzakları hazırlayanlar pastadan en büyük payı alıyorlar. Bu yüzden insanda fren mekanizmasını sağlam tutacak olan her şeye düşmanlar.
Feminen erkekler-maskülen kadınlar
Estetik algısının ve güzellik anlayışının dejenerasyonu sadece sağlık, maddiyat ya da zaman israfıyla sonuçlanmadı. İnsanın vücuduna yapılan her bir dokunuşla ruhunda da gedikler ve yarıklar açıldı. Ruhtaki bozulmalar kelâma, harekete, hissedişe de yeni bir düzen getirdi. Düzenden kastım, zorba, düşük değerli, fıtrattan uzak, geleneğin katili, İslâm’ın dışında, aile kurumunun yıkım memuru, öz saygının törpüleyicisi, birliğin nifakçısı, toplumun bozguncusu kılıklı bir düzen. Aslında bozuk düzen…
Güzelin anlamını kaybettiğimizden beri feminen erkekler ve maskülen kadınlar da artış gösterdi. Yani sadece güzelleşme uğrunda aşırıya kaçan ve yaratıldığı hâlinden memnun olmayan, sürekli bıçak altına yatıp başkaca olmaya çalışan ve hayranlık duyduğu ünlüler gibi olmaya heveskâr bir insan tipolojisi var etmedik. Bir de cinsiyetin insana verdiği duygu ve tavırlarda da anlam heyelanlarına duçar olduk.
İnsan yediğinden, içtiğinden, giydiğinden ve bulunduğu mekânın özünden ruhuna teneffüs ediyor. Zira Peygamber Efendimiz de şöyle buyurmuştur: “İyi arkadaşla kötü arkadaşın misâli, misk taşıyanla körük çeken insanlar gibidir. Misk sahibi ya sana kokusundan verir veya sen ondan satın alırsın. Körük çekene gelince, ya elbiseni yakar yahut da sen onun pis kokusunu alırsın.” Çağdaş insanın arkadaşı da tüm tesiri altında kaldığı sosyal medya, filmler, diziler ve benzeridir. İşte gözlere bir zamanlar garabet görünen ne varsa fazlaca seyretmenin ve benimsemenin verdiği bir aldanışla beğeni ve imrenme aşamasına geçilmiş vaziyette.
Feminen erkekler özden kayıp verdiğinin farkında bile değiller. Onlar gerçekten babalarından ve dedelerinden tek farklarının değişen zevkler ve renkler ölçüsünde kaldığı varsayımında. Oysa dış görünüşleriyle beraber içteki dinamikler de dönüşüm geçirdi, haberleri yok. Dar paça pantolonlarla gitgide yürüyüşleri, hareketleri nahifleşen bir erkek prototipiyle karşı karşıyayız. Erkek giyiminde renklerin skalası da genişledi. Rengârenk giyimler, kadınsı tezyinlerle göze şık ya da yakışıklı değil, çekici ve güzel görünmeye çalışan erkekler, ruhlarını da yeniden teşkilatlandırıyorlar. Artık estetik, kaş aldırma, burun kaldırma ve hatta makyaj yapan erkek sayısı her geçen gün artıyor. Bu şimdilik sınırlı bir çevredeymiş rahatlığını insana zerk edebilir fakat işler böyle böyle çığırından çıkıyor. Bir sonraki nesil bunu yadırgamayacak, ondan da sonraki nesil böyle olmayan erkeği makbul görmeyecek. Çünkü bir zamanlar kadınlar için yadırganan her şey bugün olmazsa olmaz bir kıymete evrilmiş durumda. İşte nesiller boyu artan kayıplar sindire sindire topluma aşılanıyor. “Peki, daha süslü, daha bakımlı erkek modelinin toplumsal yıkımı nedir?” diye sorarsanız, hemen cevapları sıralayabilirim.
Evvelâ kadın-erkek bakımlı ve temiz olmakta elbette hiçbir beis bulunmuyor. Ama abartı ve fıtratın dışına çıkılan eğilimler maddî-manevi yıkımları da beraberinde getiriyor. Tıpkı altının ve ipeğin erkeğe haram olması gibi… Haram yenildiğinde, içildiğinde, giyildiğinde ve bir şekilde kişinin hayatına dâhil edildiğinde özü bozan bir kimyaya sahiptir. Haram sadece bir başkaldırı, isyan ve günah olmaktan öte, ruhsal bozgunların yegâne sebebidir. Fark etmeden insanı bitiren bir içsel sızıntıdır. Faiz gibi…
Faiz, paradan para kazanmanın keyifli bir eylem plânı gibi algılansa da toplumdaki dengesizliğin aslî sebebi olmak dışında, kişinin haramla dolan bünyesindeki aksamaların, bozulmaların ve yıkımların da öncül unsurudur. Emeksiz kazanılan her şey insan ömrüne külfet olarak inikas eder. İşte tüm bunlar ruhu nasıl olması gereken kıymetten düşürüyorsa, modern eğilimler de kişilerde tenakuzlu bir iç dünya peydah ediyor.
Giyimiyle, görüntüsüyle erkeksi tabiattan uzaklaşan erkekler, tavırda da eğreti duran bir forma geçiş yapmış görünüyor. Bu yüzden artık eve ekmek getirmeyi külfet gören, eşine ve çocuklarına yük olarak bakan, toplayıcı-kapsayıcı bir tabiattan kaprisli, kırılgan ve mukavemetsiz bir kimliğe düşen erkek modelleri dünyanın her yerinde gözle görülür bir pandemiye dönüşmüş durumda.
Günün domine edilen medya platformlarında kadınlar için de bir tek tipleştirme projesi mevcut. Bütün güzel kadınlar estetikli burunlara sahiptir diye bağıran bir reel/sosyal medyaya sahibiz. Bu kalıp cümleleri sese dönüşmüş ve yazıya indirgenmiş hâliyle gözlemlemiyor olabilirsiniz, ama sunulan ve övülen kadın formu tam da bu şekilde. En az üç uzvuna estetisyen ürünleri ile estetik cerrahı neşteri değmemiş kadınlar bu platformlarda güzel kadın kategorisinde kabul görmüyor. Kadınsı giyimler de hor görülüyor film ve dizilerde. En fazla açık saçık giyimler övülürken sıklıkla erkeksi giyim tarzları ön plâna çıkarılıyor. Uzun etekler çağ dışı profillerde izleniyor, modern kadının erkeksi giyimi onu özgüven sahibi ve güçlü bir karaktere terfi ettiriyor(!).
Kadının giyimi erkeksi bir sertliğe transfer edildikçe feminen erkeklerdeki ruh düşüşü, maskülen kadında da çıplak gözle tespit edilebilecek kadar majör bir resim çiziyor. Güçlü kadın zorlaması ile zaten öfkeye sabitlenmiş tek örnek kaşlar, kadının tavrını nezaketten ve asaletten ayrıştırıyor; buyurgan, baskın ve özgürlüğü temsil eden oturma, yürüme şekilleriyle, bu maskülen kadın tipi de hem dünyada, hem de ne yazık ki Doğu toplumlarında da günbegün çoğalıyor. Hakikî özgüvenin ve kadındaki derunî gücün ancak insanî değerlerle ve ahlâkla ölçülebilir olduğu o seçkin çağları çoktan kapattık, üzerine tonlarca ağırlıkta tümülüsler yığdık. Şimdi özgür duruşun temsili erkeksi hareketlerle sert duruşlara sahip kadınlar. Oysa bu da yine içi kof bir anlam karmaşasından ibaret. Çünkü kadının değerini ve gücünü bu parametrelerin belirlemesi imkânsız. Bir başka makaleye emanet ederek kadının aslî değerine atıfta bulunduğum cümlelere burada bir nokta koyuyorum. Çünkü çok alt başlıklı ve uzunca bir mevzuyu burada kısaca harcamak ya da yanlış anlamlarla zihinleri yormak istemem.
Velhâsılıkelâm, kadının kadınca bir profille değer gördüğü, erkeğin de erkeksi tavır, giyim ve duruşlarla kabul gördüğü son dönemece girdik korkarım. Ve tüm bu dayatma güzellik anlayışları ile insana fabrikasyon bir ürün muamelesi yapan estetik algıları, dış görünüşlerle birlikte ruhları ve kalpleri de alaşağı etti.
İçimiz dışımız bir değil; dışımız süslü, içimiz kof… Ahlâk sınır dışı edildi. Edep çağdışı olarak yaftalandı. Utanç duygusu utanç sebebi olarak hüküm giydi. Ne yazık ki dış kompozisyona meyleden insan, iç âlemin temizliğini, nizamını es geçti.
Yaratılışa savaş açıldı
İnsan insanla mücadele etmeyi de bıraktı sanırım. Tüm bu modern gereklilikler yaratılışa ve insanın kendi varlığına karşı başlattığı mesnetsiz ve akıl dışı bir savaşın ayak seslerine benziyor. İnsanoğlu doğuştan gelen özelliklerini revize etmeye zaman ve para harcamakla meşgul. Bir önceki iki başlık altında izaha gayret ettiğim tüm o güzelleşme operasyonlarının hilkate karşı açılan bir cepheden ya da kanaatsiz, memnuniyetsiz ve tatminsiz insanın kendini dönüştürme girdabında gölgesiyle cebelleştiği absürt bir kavgadan ne farkı var?
İnsan Allah-u Teâlâ tarafından emanet edilen bu bedene hunharca müdahale ederken bir yandan da emanete hıyanet etmiş sayılmaz mı? Vücuda iğne ve boyalarla şekiller çizmenin cahiliye âdeti olduğu ve dinen yasaklandığı bilindiği hâlde her bir santimetresini dövmelerle doldurmak, verilen bu emanete eziyet etmeye girmez mi? Sağlık ve tıbbî bir zorunluluk olmadığı hâlde burnunu şekilden şekle sokmak için bıçak altına yatmak, bu emaneti hor kullanmak olmaz mı? Çeşitli kimyasallarla renk verilen yüzler ve saçlar, ahirette bizi şikâyet etmez mi? Biz tabiata dokundukça yitirmedik mi Allah’ın gani gani verdiği oksijeni, doğal tohumları, yeşilin ruhu dinlendiren güzelliğini, atmosferin gaz dengesini ve böyle böyle çeşitli hastalıklara davetiye çıkarmadık mı? Eski insanın adını duymadığı marazları, tabiatı boza boza peydah etmedik mi? Peki, tabiatı tahrip etmekten ne farkı var ki insanın güzelleşme/modernleşme adına vücuduna yaptığı destursuz dokunuşların? Bütün bunlar kişinin kul hakkına girmesi, daha da fazlasıyla, Yaradan’a isyan bayraklarını açıp şeytan fısıltısına kulak vermesi değil midir?
Kendimizi daha çok beğeniyor, daha özgüvenli buluyor ve daha yetkin lanse ediyoruz etmesine de biz dışı içe tercih ettik edeli, hakikatte güzel olan ne varsa tozlu raflara kaldırdık, kırk kilitli sandıklarda çürümeye bıraktık.
Varlık ikliminden ahlâk kovuldu, modern insan kimlik açılımı “dış kompozisyon”
İçimiz dışımız bir değil; dışımız süslü, içimiz kof… Ahlâk sınır dışı edildi. Edep çağdışı olarak yaftalandı. Utanç duygusu utanç sebebi olarak hüküm giydi. Ne yazık ki dış kompozisyona meyleden insan, iç âlemin temizliğini, nizamını es geçti. Gözlerimize adeta implant operasyonlarıyla yerleştirilen sanal gerçeklik gözlükleri, absürt biçimleri güzel addederken, çirkin ve amorf şekilleri de saptayamaz oldu. Çünkü iç, dışa yansıyan bir geçirgenliğe sahiptir. İç âlemi sakladığı varsayılan cilt örtüsü, saydamdır.
Kimse ahlâkın gözle görülmediğini, edebin mizanda tartılamadığını, tevazuun duyu organlarınca tespit edilemediğini iddia etmesin, yaya kalır. Ruhu besleyen fıtrî güzelliklerin rayihası ve iç âlemde irin gibi yığılmış kist karakterli huyların da bataklığı andıran bir tezahürü vardır. Tevazu gözbebeklerine yansır, kin ve haset yüzün rengine bile tesir eder. Cimrilik gürültülüdür ve kişiden kulak zarlarına yayılan kakofoni ile insan itici özelliğe sahiptir. Sevgi okyanusları bir lahzada kat eder, binlerce ışık yılı ötelerdeki odaklara göz açıp kapayıncaya kadar ulaşır. Nefret de öyle, meridyenlerce uzaklardan kokusu duyulur.
Öyleyse bu içi kof, dışı hoş(!), manası boş insan modelinin absürt biçimleri fark edemeyişi tam da gerçeklik algımızın kaybından ileri geliyor.
Dış kompozisyona yaptığı yatırımla kendini kusursuz ve göz alıcı gören zihin, içindeki yoksulluğun dışarıdan tespit edilmediği sanrısında yaşıyor. Dışındaki şatafata rağmen göremediği değerin sebeplerini arayışa çıkıyor. Aradığı saygınlığı bu dış süsleme unsurları ile elde edemeyişinden hayıflanıyor. Bilmiyor ki iç âlemin kofluğu, saygınlığı ve değeri tesis etmesinin önündeki devasa bir engel. Ama o, zâhirine verdiği emeğin karşılığında bâtınî kavramlar talep ediyor.
Oysa dıştaki tezyinat iç âlemin kalemi olan sevgi, saygı, değer gibi mânâlara nasıl ehliyetli olabilir ki? Bir binanın dış cephesindeki mukarnaslar, devşirme sütunçeler, işlemeli saçaklar, vitraylı pencereler, kesme taş süslemeler, kûfî yazılarla nakşedilmiş mutena şeritler, el işleme taçkapılar izleyiciye hoş gelebilir, seyri güzel olabilir ve hatta davetkâr bir kompozisyon sunabilir ama o binaya biçilecek değeri yıkık merdivenler, harap olmuş odalar, tıkanmış giderler, yarım bırakılmış su tesisatı, eskimiş kablolarla koptu kopacak elektrik tesisatı, rutubetten siyah siyah ağlayan duvarlar düşürecek.
İçin tezyinatı nedir?
İşte bu tam da sınır dışı ettiğimiz ahlâktır ki ahlâk, en gösterişli elbiselerden daha göz alıcı bir libastır. Edebin nasıl güçlü bir ışık kaynağı olduğunu şu sanal gözlükleri çıkarıp da bir görebilsek, hiçbir dışavurumcu dokunuşun bu ışığın önüne geçemeyeceğini de idrak edebilmiş olacağız. Bilgi, nezaketin mühendisidir. İnsanın bilgisi arttıkça duruşu, tavrı ve kelâmı zenginleşir. Modanın nabzını tutanlar, bilginin insana giydirdiği nezaketten daha göz alıcı bir kombin yapamazlar.
İslâm kulluk bilinci aşılar, kulluğun sınırlarını benimseyen tevazuun, sabrın ve mutedil bir karakterin kalıbında şekillenir. Bu İlâhî öğretiyle şekillenen insanın gözbebekleri huzurun rengini yansıtır. Sesinin tonundan, tebessümüne kadar bir ölçü ve ahenk vardır ki bu öğrenilebilir bir kazanım olmayıp tamamen donanımlı ruhun dışavurumudur. İçini boş bırakıp dışa yapılan hiçbir müdahale, kişiyi daha iyi bir kimliğe terfi ettiremez.
Toplumsal yıkımlar da böyle böyle başlıyor işte. Her an insan kaybediyoruz. Beğenilme ve takdir edilme unsurları ancak göze hitap etmekle sınırlandırılınca, içini beslemekten ve geliştirmekten aciz bir dolu süslü ceset olarak yaşayıp gidiyoruz. Süslü cesetlerden doktorlar, öğretmenler, sanatkârlar, gazeteciler, anneler-babalar tasarladığımızdan, yapılan işlerin de içi çürük. Artık göze hoş görünmek dışında hiçbir işe liyakatli da olamıyoruz. Böyle toplumlarda hangi üretimden, eğitimden fayda görebilir, hangi meslekte işin hakkını verebilir ve kime faydalı olabiliriz?
Elbette herkes bu kayıplar kümesinde değil. Elhamdülillah. Fakat dünyanın yol aldığı yeni sistem, gelecek nesillerin tamamını bu kifayetsiz bedenlere bürümeye yeminli görünüyor. Marazları tespit edemezsek düzelmeyi sağlamamız da mümkün olmaz.
Peki, kaybedilen sadece mânâ mı? Gelelim bir de işin maddî boyutuna…
Gitgide alıklaşan bir insan tasarlıyorlar. Elbette böylece insanı bütün aidiyet ve bağlarından koparıp bir örnekte kategorize ediyorlar. Ve toplumlara yön vermek, istenen uçuruma sürüklemek artık çok daha kolay.
Duygusal manipülasyonla ekonomik sömürü
Ayarlarıyla oynanmış ne kadar algı varsa hepsi mânâyı tüketiyor ama hepsinin ilk amacı, küresel pazar ağını elinde tutanların insanların ceplerini boşaltması. Fikir dünyamızda koloniler kurdular, iç âlemimizde özerk bölgeler tayin ettiler. Bizi “modernizm” başlığı altında ikna ettikleri tüm çağdaş (!) kurgularda ipli kuklalar gibi oynatıyorlar. Bize güzelliğin sınırlarını çizdiklerinde, ona erişebilmek için bir güzergâh da belirliyorlar. Bize özgüven ve bireysellik pazarlayanlar, buna sahip olabilmek için yapmamız gerekenler listesini de elimize tutuşturuyorlar.
Duygularımızı değişen kavramlar ve algılarla manipüle ediyor, kendimizi tatmin etme yolundaki haritayı da yine kendileri beliriyorlar.
Evvelâ “prezantabl çalışan” formunu dayattılar ömrümüze. Bu kelimenin anlamından da hayli uzaklarda bulduk kendimizi. Bir iş yerini temsil eden bireylerden beklenen temiz, bakımlı ve öz değer sahibi bir duruş gibi algılansa da beklenenin bu olmadığını hepimiz biliyoruz. Onlar prezantabl bir iş arkadaşı aradıklarında, aslında istedikleri tam da fazlaca para harcandığı anlaşılan bir görünüm. Kusurların giderildiği estetikli yüz hatları, pahalı ürünlerle boyanmış suratlar, zenginliği sembolize eden marka kıyafetler, saatler…
Peki, ya herkesin sahip olması gerektiği baskılanan son model telefonlar, arabalar? Cebinde paran yoksa kredi çektiren bütün dayatmalar, kalifiye bir insan tipini inşâ ettiği zırvasıyla kabul ettiriliyor. Bütçene göre yaşamak, ayağını yorganına göre uzatmak ayıplanıyor. Bunu küresel pazarın bezirgânları yapıyor, biz de sorgusuz sualsiz bu ekole kendimizi kaptırıyoruz. Daha fazla imkânın olduğu, bereketin, bolluğun içinde yüzen insan, günün sonunda mutsuz. Çünkü kabul gören standartlara sahip olmak ve bilirkişilerce (!) belirlenen normlara uyum sağlamak için harcanan paranın haddi hesabı yok. Üstelik tüm çılgın harcamaların ve lüksün ötesindeki gereksizliklerin elzem ihtiyaçlar olarak aklımıza kazınması da ayrı bir garabet. “Şu kahveden içmezsen”, “Şu marka arabaya binmezsen”, “Şu ayakkabıdan almazsan”, “Şu telefonu şu kafelerin masasına çıkarıp da koymazsan” gibi şartlarla kabul görmeme endişesine bağladılar zihinleri.
Gitgide alıklaşan bir insan tasarlıyorlar. Elbette böylece insanı bütün aidiyet ve bağlarından koparıp bir örnekte kategorize ediyorlar. Ve toplumlara yön vermek, istenen uçuruma sürüklemek artık çok daha kolay.
“Ekonomik sömürü” başlığında, dayatılan spesiyal günleri de anmadan geçmek ayıp olur. Her aya bir özel gün yamadılar, her özel güne özel ürün yerleştirmeleri yaptılar, insanları yine mübrem ihtiyaçların teminiyle mutlu olmaktan çok ötelerde suni bir saadet iklimine çektiler. Biz bu iklimde harcadıkça mutsuzlaşan ve tatmin duygusundan kopartılan bir deliliğe doğru yol almaktayız. Bizi sürekli almanın bağımlısı yaptılar. Bir çantanın eskiyene kadar kullanılabileceği tezini yıktılar, yerine her kıyafete ayrı bir çanta taşımanın modaya uygunluk, zamana entegrasyon ve çağa iştirak olduğu safsatasını inşâ ettiler. Çanta sadece temsili bir örnek. Ayakkabısı, tokası, ceketi, montu hatta başörtüsü bile bu değişim kalemleri arasında. Sürekli alması ve harcaması gerektiği sanrısıyla zehirlenen zihinlerimiz, alamadığında yoksunluk krizlerine giriyor.
Saadetin maddede olmadığını anlatamadığımız her bir genci de böyle böyle kaybediyoruz. Çünkü maddede mutluluk, görsellikte huzur arayan yeni nesiller, hiçbir surette mutluluk kaynağı olmayan bir dolu madde içinde buhran ve bunalım periyotları arasında sıkışmış durumdalar. Onlara sadeliğin, helâlin, emeğin ve paylaşmanın cennet huzurunu anlatamamak da bizlerin ayıbı.
Aileler de böyle böyle yıkıma uğruyor. Evlilikler daha ilk adımda fazlaca israfla başlıyor. Bu harcama ve sürekli alma iptilâsı evliliğin ileri safhalarında da artarak devam ediyor. Artık, “Bir göz odam olsun, huzurum, sağlığım yerinde olsun” kanaatini ara ki bulasın. Ortalamanın ötesinde yaşayanlar dahi her kalemde son üretim ürünlere sahip olamadığında mutsuz bireylere dönüşüyor. Bunlar hep dayatılmış, ezberletilmiş, film ve dizilerle hayatımıza zorla yamanmış formüller ama biz bunları huzur membaı ve mutluluk kaynağı olarak kabullenmişiz bile. Binlerce lira harcanmayan düğünler makbul sayılmıyor; kredilerle yapılan şatafatlı düğünlerse daha evliliğin ilk adımlarında devasa borç yükü altında ezip bırakıyor insanları. Çocuklara her istediğini alma, hiçbir şeyden geri bırakmama akımı da yine ekonomik sömürgecilerin en güçlü kalelerinden. Defaatle çocukların sahip olması gereken imkânları gözlere sokuyor, anne-babaları bu standartların dışına çıktığı anda yetersizlik hissine davet ediyorlar.
Zaten içini abâd etmemiş insan, bu manipülasyonlara çok çabuk mağlûp oluyor. Bir yandan varını yoğunu harcayıp çocukları en ileri imkânlara sahip kılmak için çabalıyorlar, bir yandan da yetiştirdikleri bu narsist bireylerin kendilerine dahi saygı ve sevgisi olmamasından yakınıyorlar. “Zaman bozuk” diyorlar ama zamanı bu dayatmalara kurban verdikleri benlikleriyle kendileri bozuyorlar. Nesilleri de böyle böyle berbat ediyorlar. En nihayetinde her şeye sahip ama mutsuz anne-babalar ile her şeye erişmenin verdiği egoizmle büyütülmüş bedbaht çocuklar toplumun genel karakteri olup çıkıyor.
Kolay ve bol kazanç mı, helâl lokma mı?
Buraya kadar olan tüm kalem izlerim çağın dayatması altında yitirilen anlamlara ve kaybedilen derunî değerlere işaret ediyordu. Yolun tam bu kısmında keskin bir virajdan dönüşün uyarısını yapmak istiyorum. Çünkü tam şimdi, buraya kadar olan kısmın en vahim sonuçlarından biri üzerindeyiz.
Tüm dayatmalar, insanı hunharca para harcamaya iterken, para kazanmanın da yollarını değiştirdi. Helâlinden az lokmanın tadı unutuldu. Şimdi iç âlemimizde kurdukları tüm o koloniler bizi kolay, hızlı ve bol kazanç girdabına sürüklüyor. Çünkü tüm o güzelleşme seansları, caka satan marka kıyafetler, son model arabalar, telefonlar, şaşaalı düğünler, kutlanması elzem özel günler, sürekli değiştirilmesi gereken çantalar, ayakkabılar, her an yeni versiyonuyla eskisini geçersiz kılan elektronik ürünler, pahalı tatil planları, her istediğine anında ulaşmaya programlı çocuklar ve daha uzayıp giden bir sahte gereklilikler listesi için gereken şey çok para, fazla para, dolgun banka hesapları…
Peki, bu nasıl olacak?
Herkes atadan dededen kalmış mirasla köşeyi dönmeyecek ya da herkes bir holding kurup dünya ticaretinin nabzını tutmayacak. Ama herkesin çok paraya ihtiyacı var fakat bunun için emek verecek ve zaman tüketecek bir donanımı da, niyeti de mevcut değil. Hele sabırla ve zamanla elde edilecek dünyalıklar için zerrece tahammül yok. Çünkü tam şu an zamanın gerisinde kalmamak ve diğerlerinin sahip olduğu her şeye sahip olmak tutkusu, yazılımımıza yüklendi, komutlar verildi. İç âleme yapmadığımız yatırım ve göstermediğimiz özen, bizi zaten komutlarla idare edilebilecek bir yapay zekâlı insansı robota evirmişti. Artık çok ve kolay yoldan para kazanmak için haram ve helâlin sınırlarını aşmamız önünde hiçbir engelleyici de bulunmuyor.
Bizi idare edecek komutlar TV, sosyal medya ve proje insan tipinin tanınmış kişilerce gözlerimize sokulmasıydı. Bizim inanca, tarihe, geleneğe ve aileye dair hiçbir değer yargımızı da bırakmadıkları için bu asimilasyondan kurtulacak herhangi bir zırhımız da yok. Öyleyse istenen saha şartları temin edildi, zihinlerimiz boşaltıldı ve içine istedikleri dekorasyonu vermek için bütün ön hazırlıklar tamamlandı.
Artık para kazanmanın hızlı ve kolay yollarını arayışa çıkabiliriz. Fakat bir dakika! O yolları da çoktan belirlemişler zaten. İnternet siteleri ne güne duruyor? Bir video çekersin, en rezil hâllere bürünür, en mahrem yaşam alanlarını sunarsın ve insanlar sana bunun için para öder. Emek ve üretim de neymiş? Oturduğun yerden ve üstelik sadece beden değil, bir zihin mesaisi bile harcamadan, sadece sınırları aşabilir, ahlâk kimliğinden sıyrılabilir, utanma duygusunu yerle bir edebilir ve insanlara ilgilerini çekecek bir sahne tasarlarsın, sosyal âlemin insanı sürüklediği uçurum da bu değil mi? Sana çalmadığını, kimsenin hakkını yemediğini ve bu yüzden harama da düşmediğini söyleyecekler ama işte bu cehennemlik bir aldanıştır. Çünkü emek vermiyor, alın teri dökmüyor, ayrıca hiçbir İslâmî ve insanî hududa riayet etmiyor, ailevî değerleri ayaklar altına alıyorsun ve birileri sana bunu için para ödüyorsa bil ki haram çanakların dibini sıyırmaktasın.
İnsanların kolay, hızlı ve bol para kazanması için pek çok merdiven altı uygulama geliştirildi. Burada genelde insanlardan istenen şey, hiçbir değere bağlı bulunmaması. İşte insanlara bu tuzakları hazırlayanlar pastadan en büyük payı alıyorlar. Bu yüzden insanda fren mekanizmasını sağlam tutacak olan her şeye düşmanlar. Bunun başında da pek tabiî inanç sitemi gelmektedir. İslâm, kişinin haram yoldan para kazanmasını engellediği gibi mahrem alanların gözler önüne serilmesini de meneder. Bu yüzden sosyal platformlarda zenginlik vaat edenler, ceplerini dolduranların ta kendisi olduğundan, İslâm’a düşmandırlar.
Dikkat ederseniz, en çok da sosyal medyada ateizmi, deizmi övmekteler ve yeni nesillere bu fikirleri dayatmaktalar. Çünkü İslâm’a uygun yaşayan bireyler, sömürgeciler için büyük bir kâr kaybıdır. Bir başka kayıp alanı ise ailedir. Yine rikkatle bakan görecektir ki, LGBT ve benzeri cinsiyetsizleştirme ve tek tipleştirme projeleri, kişileri ailevî bağlarından ve kendi varoluşlarına sadakatten ayırmanın peşindedir. Bu yüzden cinsiyetsizliği över, bu örgüt azalarını zengin ederler. Daha doğrusu, öyle gösterirler ki, yeni nesiller de dayatılan düzgülere kavuşmak için yüklü banka hesaplarına sahip olmaya ömür harcamalı, bu uğurda da her şeyi göze almalıdır. Ne var ki, Rabbini bilen, ailevî bağları kuvvetli ve ahlâkî hudutlarda yaşayan insanları bu bataklıklara çekmek zordur. İşte bu yüzden bütün aidiyetleri yıkmakla başlarlar işe. Sonra da zenginlik vaat ettikleri uygulamalarda zihninizi, zamanınızı ve değerinizi sömürürler.
Ve yine ve yine ne elde derse etsin, insan, bunca haram, bunca sınırsızlık ve değersizlik içinde hiçbir maddî kazançla saadete erişemeyen insanlar, yürüyen, içi kof cesetler olarak toplumun mahiyetini bozarlar. Mutsuz, her şeye sahip ama tatminsiz, idealsiz, dâvâsız münferit bedenlerin toplumsal yıkımları getirmediğini kim söyleyebilir?
İyisi mi, evvelâ bütün dayatmalara karşı direnç gösterecek bir iç âlem tesis etmeli. Bunun da yolları belli; Rabbini tanımak, O’nun emrettiği şekilde, haram-helâl çizgisinde ömür sürmek, zihni geliştirecek faydalı ilimlerin peşine düşmek, kalbi terbiye edecek bilgilerle meşgul olmak, huzurun emekle kazanılan bir lokma ekmekte olduğunu, insanın ben olarak değil, biz olarak var edildiğini ve yaratılan her şeye hürmetle, nezaketle ve tevazu ile öz değerin mümkün kılınabileceğini anlamak ve anlatmak… Aidiyetlerin özgürlüğü sınırlayıcı bir ilkellik olmadığını, insanın evvelâ yaratılışa, yaratıldığı şekle ve sahip olduğu öze, aileye, tarihe ve millete hürmetle özgürleşeceğini, dışına gösterdiği itinayı misliyle iç âlemine kanalize ettiğinde dışarıdan görülen, hissedilen bir değere erişebileceği hakikatini nesillere aktarmak… Cehaletten ve gafletten sıyrılmanın ancak “Oku” (“İkra”) emrine riayetle mümkün olabileceği şiarını önce zihnimize sonra da evlatlarımıza zerk etmek… İnsan olmanın değerini kaybetmeden ömür sürmenin, saadet iklimin asıl mayası olduğu prensibini idrak etmek…
Yapılacaklar dizelgesi de böyle uzar gider ama biz kendimize biçim vermezsek, suni kalıplara dökenimiz çok olur.