Çadır halkları

Her insanın potansiyel mülteci olduğu şu dünyada Yusufları kuyulara terk etmemek, karanlıkta bir ışık yakabilmektir marifet.

“EVİNE dönüyorken, kendi evine, başkalarını düşün/ -Çadır halklarını unutma...” (Mahmut Derviş)

Bombardımanlar küçücük bedenleri hedef aldığında hayata yol açabilmek, yol alabilmek için umuda birçok şeyi ardında bırakır insan. Bir zamanlar içinde yaşadığı yuvasının yıkıntıları arasından kurtulabildiyse eğer…

Ölürken neyini kaybediyorsa insan işte! Hepsini arkada bırakır iltica ederken; evi, mahallesi, mesleği, çocuklarının okulları, eğitimleri… En önemlisi, vatanıdır geride bıraktığı. Belki bir kimliktir yanına alabildiği, geçerli olup olmayacağını bilemese de, bir de gittiği yere tutunacağı, kök salacağı umutları...

Savaş, söz konusu olduğu yerlerde burkucu bir azapla gelir, önce ateşiyle yakar, sonra yok ettiklerinin soğuğunda kavurur her yaştan insanı. Savaşın tanımı iki satırlık bir cümle ile yapılabilir elbette; sözlükler onu basitçe özetler, bir imza başlatır “savaş” dediğimiz olguyu. Oysa eze eze sınır bölgelerine itelediği her bir sineye ayrı bir şerh düşürmüştür savaş.

Yönlerin ve istikametlerin yasaklandığı, geri dönüş vaadinin mümkün olmadığı, dağılan yuvaların, çalınan hayatların hikâyeleri vardır buralarda. Zamanın ve mekânın olanaksızlıklarıyla insanları sıkıştırdığı, hapsettiği, umutların insanlara seçenek sunamadığı yerlerin hikâyeleri...

Küçücük yüreklerin çadır tentelerinin arasından dışarıya baktığını görürsünüz; kim bilir nasıl görünüyordur oradan dünya? Açlık ve yokluğun kucağında nasıl avutur çocuklarını bir anne? Çamura bata çıka yürüyen küçük ayaklar nasıl yol bulabilsin; su birikintilerinin içinde naylon terlikleriyle suyu sıçratarak koşarken bir kız çocuğu gülümsese de bir süreliğine, soğuğun hiç kimseye torpil geçmediği bu yerlerde herkes savaşın yok ederek ardına kattıklarından payını almıştır. 

Soğuğu engeller mi çadırlar? Yağmurdan, rüzgârdan korur mu? İçeriyle dışarıyı ayırır mı? Bilemem... Kışın soğuğuna, yazın sıcağına çekilmiş bir perde midir? Yoksa çadırda yaşayan insanların görünmemesi için vicdanlara indirilmiş bir kepenk midir?

Kalpleri, vaktinden önce olgunlaşmış çocuk yüzlüler, çadır halkının çocuklarının kimlikleri, yüzleri ve bedenlerindeki yaralardan bilinir. Kaybettikleri uzuvlarından bellidir nereli oldukları. Bilmezler kaç yaşında olduklarını, anneleri babaları kayıptır bir süreden beri. Savaştır tek oyuncakları; küresel efendilerin hediyesi… Artık gönüllerinden ne koptuysa...

Çadır halkının anneleri güçlüdür, yokluklar içinde olsalar da dilleri şükrü çağırır daima. İsyan da etmezler içine Cennet’in kokusu sinmiş imtihanlarına, sabırla kotarırlar umudu çocuklarına, yürekleri mezarı olmuştur gözlerinin şahidi olduklarına...

Savaş bağımlısı mihrakların zebanilere imrenmeleri, önünde sonunda gidip onları kucaklayacak olmalarından mı ilhamını alır? (Ki zebaniler adildir, hak edeni cezalandırırlar.) Yoksa Firavunlardan, Nemrutlardan aldıkları mirasın gereğini ifa etmek midir yaptıkları?

Zaman, yapılan her iyiliği ve yapılan her zulmü kayda geçer. Zulme uğrayanların bir kısmı göçüp gitse de dünyadan, bir kısmı ses çıkaramasa da, Müntakim olanın bir hesabı vardır elbette. Ancak konumumuzun ve duruşumuzun mahiyeti daha önemlidir bizim nezdimizde.

Her insanın potansiyel mülteci olduğu şu dünyada Yusufları kuyulara terk etmemek, karanlıkta bir ışık yakabilmektir marifet.

“Uzakta olan kimseleri düşünürken, kendini de düşün!/ -De ki, ‘Keşke karanlıkta bir mum olsaydım’...” (Mahmut Derviş)