Buyursunlar, gelsinler!

Bu misafir için az hazırlık yapılmamış bak hele! Bak, güneş tutuşturulmuş, kandiller serpilmiş, toprak serilmiş, dağlar dikilmiş, otlar, çiçekler, arılar beklemiş bizi dereler akma emrini alırken yücelerden. İnsanın üç günlük nefesi için dolmuş hava, rüzgâr ve yağmur, her şey hazırmış o anda. Ciğer yaratılmış sonra sırf o havayla dolsun diye.

GELMEK öyle güzel, öyle güzeldir ki… Aşka gelmek, kendine gelmek… Gelmenin sırf kendisi güzel zaten; gelen yâr olduktan sonra…

Tebessümün tadı ne başkadır içinden geldikten sonra. Dize gelmek en güzeli… Alın secdeye dokunuvermek için can atarken, dizler yere değer ya, işte o en güzeli! “Yûnus, sen bu sözleri eğri büğrü söyleme,/ Seni sığaya çeken bir Molla Kasım gelir.” Böyle olur işte gelmenin güzeli, hizaya gelmek böyle olur! Her yanlışımda bir Molla Kasım gelir. Ama bir çocuk kılığında, ama bir türkü sözünde, bilemem…

Bildiğim şudur ki, hizaya gelmem gerek. İnsan çiğdir, insan acıdır, sığdır, sonra kıvama gelir. Sıradan bir Kays iken, Leyla gelir ve Kays, Mecnun olur. Dert gelir, aşk gelir, ayrılık gelir, yokluk gelir… Gelen bunca şey, insan başına göre örülmüş şapka, tam üstüne göre biçilmiş kaftan... Gelen, boş yere gelmez ki kapına. Sana gönderen vardır. Gönderen boşuna göndermez ki, sana sevgisi vardır. İnsan gönlü hamken böyle pişer, böyle tatlanır dili, böyle derine bakar gözleri. Gelenler olmasa başa, eli boş gider insan. Bomboş gider huzura.

İşimize geldiği gibi anlamışız her şeyi. Ya gelmezse işimize, o zaman ne olacak? Çirkef bir yüzümüz var da, şu görünen yüzümüzün altında; yoksa yakışıklı prensler kurbağaya, güzel prensesler cadıya mı dönüşecekler? İşimiz ne burada öyleyse, işimize gelecek olan ne? Evrende henüz bir başka dünya bulamadık; aradık da üstelik… Tek başına bir insanlığın ne işi var dünyada? İşimiz ne bizim hakikaten? Desem ki “Karın doyurmak”, desem ki “Eğlenip gülmek”... Acıkmanın sonu yok ki… Mezarlar dururken yol kenarlarında, hangi kahkaha içten olur, hangi komedi güldürür gönlü? Belli ki bu işin içinde başka bir iş var.

Gelmek öyle güzel ki hasretle beklenirken pencerelerde. Gelmek öyle güzel ki, gelince göreceğini özlemişse yürek. Dünyaya beklendik biz. Hem de hepimiz… Arsızımız hırsızımız, edeplimiz çirkinimiz, asilimiz soysuzumuz, dilencimiz zenginimiz, akıllımız delimiz, velhasıl hepimiz… Bu misafir için az hazırlık yapılmamış bak hele! Bak, güneş tutuşturulmuş, kandiller serpilmiş, toprak serilmiş, dağlar dikilmiş, otlar, çiçekler, arılar beklemiş bizi dereler akma emrini alırken yücelerden. İnsanın üç günlük nefesi için dolmuş hava, rüzgâr ve yağmur, her şey hazırmış o anda. Ciğer yaratılmış sonra sırf o havayla dolsun diye. Aziz bir konuk ağırlamak için göklerin kapıları açılmış ve ikisi de çıkagelmiş sonunda. Bir Âdem, bir Havva hikâyesi ile başlamış her şey. Bu işin içindeki iş ne acaba? Bu misafirlik, bu ev sahibi, bu ikramlar… Gelmek nasıl güzel olmasın dünyaya, bunca beklenmek, bunca hazırlık varken?

Hamdık, pişmeye geldik; sığdık, derinleşmeye geldik. Cahildik, bilmeye geldik; boştuk dolmaya geldik. Arsızdık, uslanmaya geldik; eksiktik, tamam olmaya geldik. Alçaklardan yükselmeye geldik. Gerisi boş, gerisi yalan, biz insan olmaya geldik! İşte gelmenin böylesi güzel!

Hayra gelsin, bir rüya gördük: Cennet’te yiyip içip uyuyorduk. Bir anda değişti her şey. Kendimizi dünya diye bir sürgün yerinde ceza çekerken bulduk. Yasak ağacın etrafında dönerken, dayanamayıp bir ısırık aldık. Aman hayırlara gelsin bu rüya, uzak duralım şu meyveden! “Düş olmayınca iş olmaz” demeye kalmadı, yedik elmayı, dünyaya geldik. Olanda hayır varmış, rüya hayra geldi. Bunca hazırlık, bunca bekleyiş boşa değildi. Yaratan, aşka geldi; biz buraya, Yaratan aşkına geldik. İlk O’nun aklına geldik, sonra da buraya. Biz ne aziz konuklarız böyle, hoş geldik!

Ama ne var ki, göze geldik! Şeytan, kâinatın yeni doğan bebeğini kıskandı. Kâinatın göz bebeğine diş biledi, tuzaklar kurdu. Bebek büyüdü, hep hata yaptı, hep pişman oldu. Sonra yaşlandı bile, ama hiç aklına gelmedi neden burada olduğu. Belki bazen bu soruyu sordu, doğru cevabı da buldu. Sonra içinde kocaman bir hakikat kayboldu, her yerde aradığı belki de oydu. Ama rüya gerçek oldu ve insan, dünyaya neden geldiğini yine unuttu.

Olsun, aklına gelecek nasılsa. “Gel! Ne olursan ol, yine gel! İster kâfir ol, ister putperest; yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel” diyen Mevlâna Türbesi’ne bir bakın, kimler geliyor kimler! Geliyorlar işte, ümit olduktan sonra, bunca hazırlıktan sonra, insanın günahından çok tövbesi var değerli. Gelsinler tabiî, her vakit gelsinler! Kendine gelmenin neresi kötü? Yürüyerek gelene, koşarak kucak açan biri var. Sadece “gelsinler”!