Büyüklerin masalı: İmkân, mekân ve müm/kün

Bizler tüm Doğulu hâlimizle, Batı’nın neden sonra keşfettiğini Peygamberler diyarından neşet eden irfanî lisanı keşfetmiş büyüklerimizden miras “mesel”llerin “masal” olma hâline tanıklık ede ede büyürken işitiyorduk gerçeküstücülüğü (sürrealizm), dışavurumculuğu (ekspresyonizm), gelecekçiliği (fütürizm), bilimkurguyu… Çünkü akımların cem-i cümlesi çoktan yazılmıştı İlâhi Kelâm ile. Üstelik akımların çocukları değil, akınların çocuklarıydı atalarımız. İmkânsızlık nedir tanımazlardı bu yüzden. Mümkün olana açılırdı inanan kalplerin kapısı.

BU ülkenin ithal masallarla değil, Vahy-i İlâhî’den süzülmüş, Peygamberî öğretilerle süslenmiş “mesel”lerle büyüyen çocukları vardı bir zamanlar. Sınırsız bir muhayyilenin özgürleştirdiği duygu ve düşüncelerle genişlemiş ufuklara koşardı zihinleri. Kıtalar arası mesafeler, yeleleri savrulan atların nal seslerinden hâsıl olan bir zincirle birbirine bağlanacak kadar yakındı. Denizler aşırı değil, karşı kıyılarımızdı. Adeta görünmez kanatları vardı insanımızın. Doğulu olmanın ikramıydı uzaktan ürkmemek, zorluk nedir bilmemek. Çünkü İlâhî olana, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a inanmak, imkânlar denizinde kulaç atmak demekti.

Bir gayret gerekliydi sadece “kul” olana, gayrısı “Kün” emriyle vaki olacak, olan olacak, olmazlarda ise hikmet vuku bulacaktı. Böyle inanılır, böyle yol alınırdı o zamanlar.

“Görme”nin sınırları sesin muazzam hızında genişler, işitmekle mezcolunca “olmaz, olmaz, olmaz, olmazdı”. Batı’nın felsefesi kitaplaşmamışken, İslâm’la şereflenmiş coğrafyalarda inanmış insanlar bilirdi “hiçbir şeyin göründüğü gibi ve göründüğü kadar olmadığını”. Görünenin ardında saklı olanın ibretler manzumesi barındırdığını...

Boyutlar fâni olmanın bilinci ve bekâya meftun olmanın şuuru ile irfan lisanınca hesap edilir, “Ez-Zahir” İsm-i Şerifi ile erişilebilen gerçekliğe “El-Bâtın” İsm-i Şerifi ile güç yetiştirilemeyene teveccüh edilirdi.

Bu ülkenin o çocukları, fablın kralını bilirdi “Hüdhüd”ün ayet ayet zaman aşırı bilgi taşımasından. Bilimkurgu henüz icat edilmemişti, Matrix filmi çekilmemişti ama  “Belkıs’ın tahtı” on beş asır önce mesafelere inat yer değiştirmişti.

Yine o çocuklar “Neml” Sûresi’nden, Süleyman Peygamber’den bilirdi mekânın zarafetle tezyin edilişini: “Ona, ‘Köşke gir!’ dendi. Melike onu görünce derin bir su sandı ve eteğini yukarı çekti. Süleyman, ‘Bu, billûrdan yapılmış şeffaf bir zemindir’ dedi. Melike dedi ki, ‘Rabbim! Ben gerçekten kendime yazık etmişim. Süleyman’la beraber âlemlerin Rabbi olan Allah’a teslim oldum’.” Bu, Küllî İradeye inancın estetiğiydi. 

Yine o çocukların dinlediği masallarla büyüyordu bir sonraki nesil. Bayrak teslimi, sesli aktarımla kuşakları kuşatıyordu. Henüz La Fountaine fablını yazmamış, animasyonlar dijital alanlara yansımamıştı ama “Ey insanlar! Bize kuşların dili öğretildi ve bize her güzel şeyden bir nasip verildi. Şüphesiz bu, apaçık bir lütuftur” ayeti 15 asır evvelinden zamana yazılmıştı.

Her masal her defasında, bıkıp usanmadan bir başlangıç tekerlemesi ile başlatılarak anlatılırdı o günden bugüne. “Bir varmış, bir yokmuş” idi ilk cümle. Bilirdi insan küstahlaşmasına mahâl tanımayan fâniliğini bu cümle ile. “Evvel zaman içinde” deyince masalcı, “evvel”in eski zaman olmasıyla birlikte evvelin de, ahirin de zamanın içinde uyuduğundan söz ederdi. Çünkü “zaman”, Allah’ın kurguladığıydı.

Hep bir kalbur vardı tekerlemelerin içinde. “Kalbur saman içinde” derken, sapla samanın ayrışması aşılanırdı saf zihinlere. İyi ile kötüyü ayırmak gerektiğinin sessiz öğretisiydi çünkü bu. “Develer tellal, pireler berber iken”, olmazın olma ihtimâli gözetilir, bugünün modern kurgucularına taş çatlattırılırdı. Hayâller işte böyle sınırsızdı. Ve kulaklara fısıldanırdı gelecek zamanların inşâsı için ilk formüller masal tekerlemeleriyle. İrfan ehli, gönül sesli masalcılar “hakikati” sağaltırdı böylece hayatın içinden.

“Saf aklın” zamanın saflığı ile doğru orantılı bir seyri olduğu zamanlarda temiz olmak ve temiz kalmak sadece bir ahlâk değil, bir inanç meselesiydi. Fıtratının bozulmasına müsaade ederek yaratılışa hürmette kusur eder miydi imanı olan hiç? Hâşâ! Tüm inanç kaideleri, varoluşunu saadete eriştirecek normlardan müteşekkildi ve her inanmış, bu normlara muti olmaktan memnundu. Fıtrat ile uygun bu memnuniyet ise normaldi. Bir önceki nesil, bir sonraki nesli normal şartlar altında (NŞA) büyütürdü.  

Henüz modern dünyanın gürültülü icatları, bilginin saygınsız kirliliği ve teknolojinin sarhoş eden hızı düşüncelerimizin ve hislerimizin üzerine çöreklenmediği zamanlardı. “Gerçekten mi?” sorusunu sorardı, inanmaya meyyal saflıkta kalbi olan çocuklar. Biliyor(muş) gibi yapmaz, büyümeyi taklit etmez, çocuk ahvalince merakın izini sürerlerdi.

Bizler tüm Doğulu hâlimizle, Batı’nın neden sonra keşfettiğini Peygamberler diyarından neşet eden irfanî lisanı keşfetmiş büyüklerimizden miras “mesel”llerin “masal” olma hâline tanıklık ede ede büyürken işitiyorduk gerçeküstücülüğü (sürrealizm), dışavurumculuğu (ekspresyonizm), gelecekçiliği (fütürizm), bilimkurguyu… Çünkü akımların cem-i cümlesi çoktan yazılmıştı İlâhi Kelâm ile. Üstelik akımların çocukları değil, akınların çocuklarıydı atalarımız. İmkânsızlık nedir tanımazlardı bu yüzden. Mümkün olana açılırdı inanan kalplerin kapısı.

***

Masal deyip geçmeyelim istedik. “İmkân”ın “mekân” ve “mümkün” ilişkisine temas ederek büyüklerin masalını iki kapağımız arasına sığdırmaya çalıştık. Kültür Ajanda’mızın bu sayısını “İmkânın Lisanı, Lisanın İmkânı” dosyasını kapağa taşıyarak hazırladık ve imkânsızlığa değil, “imkânın lisanı” ile inkişafına talip olduk.

Huzurlu okumalar diliyoruz efendim.

Hoşnut kalınız!