Büyük sorular ve büyük cevaplar

Kendisiyle, kelimeleriyle kavga eden bir toplumun müreffeh bir seviyeye ulaşması mümkün görünmemektedir. Tarih kendini muhafaza edip kendinden iyiye-yeniye-doğruya-güzele uzananları yazmaya devam edecektir. Kelimelerini-anlamını yitiren toplumlar ise bu tarih sayfalarında kendilerine yer bulamayacaklardır, bulamamışlardır da…

GÖZ gözü görmüyor. Kar taneleri rüzgârın koluna takılmış dans etmekte. Yılın ilk karı feryât figân indi Hollanda’ya. Bir sekine ile ama soğuk, itidâlli ama hırçın, duru, beyaz ama koyu gri... “Gökyüzünden düşen her bir kar tanesini bir melek indirir” diye anlatılırdı küçükken. Aklıma yatmasa da gönlüm bunu çoktan onayladı. Bütün bu fırtınaya uzun uzun bakıp neyi aradığım benim için malûmdu. Malûmun seyri, zihnimde yeniden yeni kırılmalara, sorulara, cevaplara, sancılara doğru yolculuğumu çoktan başlatmıştı.

Aklımda İdris Peygamber’i meşgûl eden sorular var. Bilmediğim bir melodi gibi kulağımda. Yüreğimin ortasında bir ağırlık... Gönlüm kum fırtınasından tropik yağmurlara, domates festivalinden ayçiceği tarlalarına kadar uzanan çeşitlilikte film karesi gibi akıyor. İzlemesi zor bir film bu. Görüntüler çeşitli, bazen kesik, bazen büyük harfler havada asılı; ses yok, takibi zor, geniş, ferah... Zihnimde öbek öbek yuvalanan sorular var. Hayata ve insana dair büyük sorular... İlk soranın ben olmadığımı bildiğim sorular... Sormaktan bile korktuğum sorular: Ben kimim? Nereye gidiyorum?  

İnsanlık tarihinin ayak izlerine basarak yürüyormuş gibi hissediyorum. İlk insandan itibaren bu soruların peşine düşülmüş: Hayat nedir? Ben kimim?

Bu sorular her dönem ve tüm coğrafyalarda yürekleri dağlamış. Gel zaman git zaman, sorunun cevabı mı, yoksa kendisi mi daha mühim kabul edilmiş, bilmiyorum; durum biraz karışık. Ben, sorunun daha mühim olduğu kanaatindeyim. Cevabın peşine düşen kişinin istikameti, derdi olanın dermanı için umudu olmalı, hedefe ulaşabilmek için yolda kalmalı, biliyorum!

“Yolda kalabilmenin yolda olmaya bağlı olduğu malûm. Ancak modern insan hedefe ulaşmayı mubah kılacak tüm enstrümanları acımasızca kullanımda tutuyor.”

Özellikle kendi memleketimiz özelinde büyük bir sorunumuz olduğunu biliyoruz. Çeşitli plâtformlarda yetkili ağızlardan defalarca kez dile getirildiği için hepimizin malûmudur, büyük bir “kafa karışıklığı-kavram karmaşası” içerisindeyiz. Ne Batı’nın kavramlarını benimseyebiliyor, ne de kendi kavramlarımızı tanıyor, biliyor ve yaşıyoruz. Tüm bu keşmekeşin içinde nasıl olur da büyük sorulara cevap arayabilir, bulabiliriz dersiniz?

Sadece bir iki konuya yakından bakarak bu ayrımı çok daha iyi görmek mümkün. Batı’nın kendi kültür-din ilişkisinden devşirerek önümüze koyduğu “insan hakları” tanımı meselâ... Bizim kültürüm

üzde (tam karşılığı değil elbette ama) “kul hakkı” olarak bilinen mühim bir  başka konu var. Biri (birinden-mâkâmdan) talep edilen hak, diğeri ise (verilmiş) kazanılmış hak... Kavramların anlamından-bağlamından bu kadar uzaklaşmış oluşu, bu kültüre mensup her bireyin sorunu, sorusu, meselesi, derdi, vebâli ve hakkıdır.

Meselâ “güzel”, estetik alanın konusu olarak tüm zamanlarda (kısmen) ana hatlarını korumuştur. Ancak “iyi-kötü”, etik alanın sınırlarında bulunduğundan, zaman içinde ciddî değişkenlikler barındırmıştır. Sessizliğin pısırıklık, ukalâlığın uyanıklık, boşboğazlığın açıksözlülük olmadığını hepimiz (!) biliyoruz. Ama...

Tüm bu “kafa karışıklığı-kavram karmaşası” konusunu tekrar ve ciddiyetle gözden geçirmek zorundayız. Kültürümüzün, edebiyatımızın, dinimizin, geleneğimizin, esasen tüm varlığımızın devamı buna bağlıdır. Kullandığımız kelimelerin anlamından uzak bir inanç-yaşam şekli, bize sadece zarar verecektir. İnancımızı sözümüze, evimize, dilimize velhasıl hayatımıza ayna olmalıdır. Meselâ Cuma namazını kılmayıp Cuma mesajlarını aksatmayan kişileri eleştirirken, kendi öz benliğimizle esaslı bir hesap yapmak zorundayız.   

***

Kar hâlâ beyaz bir bulut şeklinde kendini yerden göğe doğru savurmaya devam ediyor. İnsanin içini ısıtan bu saf beyazlık huzur verici görünse de yolda insanın önünü görmesine engel olur. Anlam dünyamız da tıpkı bu şekilde. Büyük sorularınız varsa durmak zorundasınız demektir. Durmalı, düşünmeli, kelimelerin anlamları-bağlamları üzerine biraz kafa yormalısınız demektir. Tüm bu iç yolculuk, fırtınanın ardından durulan, ağaran, üzerine bir de güneş doğan hava misâlidir. Fırtınanın içinde koşmak ya da el yordamıyla yol almaya çalışmak nafiledir. 

Kendisiyle, kelimeleriyle kavga eden bir toplumun müreffeh bir seviyeye ulaşması mümkün görünmemektedir. Tarih kendini muhafaza edip kendinden iyiye-yeniye-doğruya-güzele uzananları yazmaya devam edecektir. Kelimelerini-anlamını yitiren toplumlar ise bu tarih sayfalarında kendilerine yer bulamayacaklardır, bulamamışlardır da.

Daha da önemlisi, gönüllerde yer bulanlar, anlamından-özünden ayrılmayan, özünden sözüne yol bulan, sözünden hayatına ayna tutan, hayatıyla özünü bir kılabilenlerdir.