Büyük şeytan ABD’nin hedefindeki komşu İran nereye?

Öncelikli ve ağırlıklı olarak konuşulması gereken, katledilenin İranlı olması değil, tarihî ilişkiler içinde bulunduğumuz komşumuz İran’ın hem ABD, hem de İslâm dünyası ile ilişkilerinde yeni bir tavır alıp almayacağıdır. İslâm dünyasının İran’a ABD karşısında destek vermesinin tek yolu, kof rejim ihracatından derhâl ve şartsız vazgeçmesidir!

ABD tarafından örgütlenen Irak’ın Şiî örgütü Haşdi Şabi’nin lideri, aynı zamanda İran’ın üçüncü adamı Kasım Süleymani, Bağdat Uluslararası Havaalanı’nda, 4 Ocak’ın sabah saatlerinde ABD tarafından katledildi. Gözler yeniden kaynayan kazan Orta Doğu’ya, daha önemlisi bir kez daha İran’a çevrildi.

Süleymani’nin katledilmesi her yönüyle bir ABD haydutluğudur. Ama olayın bir de İran yönü bulunmaktadır. Asıl üzerinde durulması ve gözden kaçırılmaması gereken yönü de burasıdır.
Umûmî kaynaklar ve tarihî bilgiler ile değerlendirildiğinde İran, Asya ülkeleri ve hattâ dünyada köklü geleneklere sahip devletlerin başında gelmektedir. İslâm ile tanışıp Zerdüştlüğü terk ettikten sonra kendisine ait ırkçı aidiyet unsurları üzerine bir din prototipi ile tarihte yol almış ve öteki İslâm ümmetinden ayrılmıştır.

İran’ın en güçlü argümanı, İslâm tarihinin birtakım karanlık olaylarını kendine maske edinerek hayatını, daha doğrusu ideolojisini devam ettirmektedir.

İmam Humeyni’nin devriminden sonra İran, başka bir kimliğe bürünmüştür. Uzun yıllara dayanan ve zalimce, despotça ülkeyi yöneten “Şahlık Sistemi”, Humeyni tarafından, halkın desteğini arkasına alarak yıkılmış, yerine kendi ifadesi ile “İslâmî” bir rejim tesis edilmiştir.
Humeyni’nin tesis ettiği yeni İran rejiminin ne kadar “İslâmî” olduğu tartışmalıdır. İslâm tarihinde tersyüz edilmiş bazı elim ve acı olayların temelleri üzerine tesis edilen bâtıl ideolojik bir düşünceden yola çıkarak üretilen “Şia”, hem Kur’ân, hem İslâm’ın en önemli ikinci temeli “Sünnet” ile ters düşmekte ve çatışmaktadır. İran Şia’sı, “Ehl-i Sünnet”i öncelikli düşman olarak görmekte ve Ehl-i Sünnet düşmanlığı üzerine devlet politikaları üretmektedir.

İran’ın arzuladığı nedir?

Humeyni İran İslâm Devrimi’nin bir başka özelliği, Fars ırkına ait bir din telâkkisi taşımasıdır. Her ne kadar İran’da değişik ırklar hayat sürse de öncelik, Fars ırkınındır. İran’da Sünnî Müslümanlar ikinci sınıf insan muamelesine tâbidirler. Devrimden sonra başta Tahran olmak üzere İran’da Sünnî Müslümanlara cami yapma ruhsatı verilmemiştir ve devlet yönetiminde Sünnî Müslümanların temsil edilmesine müsaade edilmemektedir.
İslâm medeniyetinin önemli merkezlerinden, başta Bağdat olmak üzere Irak’ın bugün içine düştüğü çıkmaz ve son olayların önemli faili İran, asla gözden uzak tutulamaz.

Son on yıl içinde Orta Doğu’nun kalbi Suriye ve Suriyelilerin içine düştükleri acı durumun görünüşte sorumlusu ABD olsa da perde arkasında hep İran olmuştur. Çünkü Suriye’de iktidarı elinde bulunduran baba-oğul Esadlar, en büyük desteği ve gücü İran’dan almaktadırlar. Bir avuç toprak ile devletçilik oynayan Esad, İran’ın desteği ile hayat bulmaktadır.

Âsûde bir İslâm diyarı Yemen, son birkaç yıl içinde Müslüman kanı ile boyanmıştı. Akan Müslüman kanlarının sorumlusu, İran Şiî rejiminden başkası değildir.

Orta Doğu’nun bir başka ülkesi Lübnan, yıllardan beri iç karışıklıklarla boğuşmaktadır. Lübnan, kendini ayakta tutacak bir orduya sahip değilken, Şiî Emel örgütünün 15 bin kişilik bir milis gücünü İran desteği ile bünyesinde barındırmaktadır. Siyonist İsrail’e karşı görünen Nasrallah’ın en büyük amacı, Suriye ve Lübnan’ı Şiîleştirmektir. En önemlisi, Lübnan’ın demografik yapısı sistematik bir şekilde Şia’ya kaymaktadır. Çünkü örgüt lideri Nasrallah, Şiîlerin iki veya üç kadın alarak muta nikâhı ile çocuk yapmalarını teşvik etmektedir. Şiîlerce geleceği karartılmış bir Lübnan, ümitsizce yarınlarını beklemektedir.

İran, komşusu Pakistan ve Afganistan’ın da içişlerine açık seçik müdahale etmektedir. Her iki ülkede de rejimin zaaflarından faydalanmaktadır. Adım adım hedefine doğru ilerlemektedir.

Aynı İran, Körfez ülkelerini, başta Suudi Arabistan olmak üzere Katar ve Umman gibi ülkelerin içişlerini karıştırmaktadır. Buna rağmen ne Afrika, ne Avrupa, ne de herhangi bir Hıristiyan ülkesinde görünmemekte, sessizliğe bürünmüş vaziyettedir.

Yukarıda işaret edilen hususların her biri başlı başına akademik ve stratejik incelemeye değer konulardır. Ama en önemlisi, uzun ve tarihî bir geçmişe sahip İran-Türkiye ile ilişkilerinde de çok sağlıklı münasebetlerden söz edilememektedir. Çünkü İran Şia rejimi, Türkiye’den, özelikle teknolojik gelişmelerden rahatsızdır. Hâlbuki Türkiye hiçbir karşılık beklemeden, gerek ikili ve gerekse milletlerarası düzeyde sürekli İran’ın yanında yer almıştır.

Bunun en çarpıcı örneği olarak Türkiye, BM Güvenlik Konseyi üyesi iken İran’a yapılacak yaptırımların karşısına dikilmiş ve saldırıları durdurmuştur.

Buna karşılık İran, Türkiye’ye karşı hasmane politikalarını sürdürmüştür ve sürdürmeye devam etmektedir. Böyle bir politikanın sebebi ne olabilir?

Elbette İran, yukarıda kısaca değinilen ülkelerde gösterdiği rejim ihracı eylem programını ve niyetini Türkiye’de gerçekleştirememiştir. Çünkü Türkiye’nin tarihten gelen güçlü “Sünnî devlet geleneği”, İran’ın Şiî rejim ihracının önüne set olmuştur.

Kin üzerine kurulu bir oyun

“Bugün gelinen noktada Türkiye’nin çözmesi gereken en önemli dış politika sorunu nedir?” denilse, elbette “Güvenli bir liman olarak Suriye’den iltica eden göç meselesi” cevabı verilecektir. Suriye göçünün en önemli sebebi, kendi vatandaşına silah kullanan Esad ve onun yardakçısı İran’dır.

ABD Başkanı Trump’un emriyle Bağdat Havaalanı’nda öldürülen Kasım Süleymani’nin hem Suriye, hem de Türkiye’ye karşı müthiş şekilde kin ile davrandığı bilinmektedir.

Başka bir deyimle İranlı, Şahlık süresince ne kadar mutsuz ve yarınından endişeliydi ise, yeni dönemde de o kadar bahtsız ve geleceğinden ümitsizdir.
Özet olarak ifade etmek gerekirse, İran ve İran merkezli İslâm coğrafyasından son günlerde meydana gelen toplumsal hâdiseler sürpriz olmamıştır. Olaylar, İranlıların beklemediği gelişmelerdir. Çünkü Şahlık rejiminin rüşvet, irtikâp ve hırsızlıkları yeni dönemde aynen devam etmiştir. İran mollaları atın önüne et, itin önüne ot koymuşlardır. Bundan da İran halkı memnun olmamıştır.

İran'daki iç karışıklığa bakınca...

Yaşanan son gelişmeler ışığında ABD ve İran’ı ekonomik, sosyal, siyâsî ve kültürel yönden mercek altına almak gerekmektedir…

Uzun zaman yeryüzü coğrafyasının jandarması ABD, her yönüyle yorgun ve tüm sorunlarına rağmen başında bulunduğu Trump gibi yaşlı bir âdemle yönetilmektedir. ABD, dış dünyada İran gibi bir ülke ile savaşı göze alabilir mi, bunu zaman gösterecektir.

Öbür yandan, Şahlık döneminin çöküşünden henüz çıkmışken yine ABD’nin kışkırtması üzerine Irak’la uzun süren bir savaş veren İran, içte ve dışta siyâsî, ekonomik ve çok yönlü sorunlarla boğuşmaktadır. Tüm bu noksanlıklarına rağmen hâlâ rejim ihracı için büyük bir gayretin içindedir.

Bir taraftan ABD ambargosu, öte yandan halkın benzin zammını sebep göstererek başlattığı isyan, Humeyni rejimini yol ayırımına getirmiştir. Kırk yıldan beri kullandığı söylemin/ideolojinin sermayesi bitme noktasındadır.

Bu zor döneminde direksiyonda bulunan mollalar, İran rejimini devrilmekten kurtarabilecekler mi? Mollaların İran’ı zordan çıkaracaklarına ihtimâl vermiyorum. Olaylar nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, bir gerçek asla göz ardı edilmemelidir: İran Yemen’de, Irak’ta, Suriye’de, Lübnan’da ve Pakistan’da ektiklerini biçmektedir. Şayet son on beş yıl süresince Türkiye’de güçlü bir iktidar olmasaydı, İran, Türkiye’yi Irak veya Suriye’nin durumuna sürüklemekte hiç tereddüt etmeyecekti. Çünkü Şia karşısında en güçlü engel olarak “Ehl-i Sünnet’in kalesi” Türkiye’yi görmektedir.
Son söz

İran’ın üçüncü adamı Süleymani’nin ABD tarafından katledilmesi yeni bir tartışmayı beraberinde getirmiştir: Öldürülen kişi şehit midir? Böyle bir hâdise karşısında nasıl düşünülmelidir?

Süleymani, Şia’nın önemli bir figürüdür. Şia adına kendisine tayin edilen kapsama alanında ne ABD’ye, ne de Yahudi’ye karşı bir mücadele vermiştir. En önemlisi, gücü ile Suriyeli Müslümanları yurtlarından etmiş ve Esad’a askerî ve lojistik destek vermiştir.

Aynı Süleymani, Türkiye’nin Suriye topraklarında gerçekleştirdiği barış harekâtlarına karşı çıkmış, PKK ve yandaşları ile iş birliği yapmıştır. Sadece Esad’a değil, PKK ve işbirlikçilerine de her türlü destekte bulunduğu bilinmektedir.

Şehitlik ve gazilik, İslâm’a ait iki kutsal kavramdır. Gerek şehitlik ve gerekse gazilik, öncelikle sağlam bir iman ve Müslüman kimliğinden geçmektedir. Bakkalda satılan ve rozet olarak kullanılacak markalar değillerdir bunlar. Sadece Suriye ve Yemen’de Şia silahıyla öldürülenlerin kanları bile böyle bir adama “şehit” denilemeyeceğinin göstergeleridir.

Hâfız Esad ile iş birliği yapan katile “şehitlik” mertebesini lâyık görenlere, olayların geçmişini ve iç yüzünü incelemeleri tavsiye olunur.

Öncelikli ve ağırlıklı olarak konuşulması gereken, katledilenin İranlı olması değil, tarihî ilişkiler içinde bulunduğumuz komşumuz İran’ın hem ABD, hem de İslâm dünyası ile ilişkilerinde yeni bir tavır alıp almayacağıdır. İslâm dünyasının İran’a ABD karşısında destek vermesinin tek yolu, kof rejim ihracatından derhâl ve şartsız vazgeçmesidir!