Büyük rüyaların hedefi

Nasılsa yalan söylemeleri bir alışkanlık hâlini almış. Elbette her şeyin güllük gülistanlık olduğunu iddia etmek kabil değil, lâkin kıyamet senaryosu gibi göstermek de kem niyetlilerin işi. Mesele domates-soğan değil, bu âli milletin başka derdi yok mu?

HAYAT rehberimiz olan Kur’ân ve mübelliği Hazreti Muhammed’in (sas) bize bildirdiği sayısız ayet ve hadis, beş temel değerin korunmasını emretmektedir: Hayat, din, akıl, nesil ve mal.

Bunlara “dinin temel amaçları/kodları” denilmiştir ve tamamı insanın dünya hayatının içindedir, dünyaya aittir; öldükten sonra değil, yaşarken gereklidir. Ebedî hayatta gerekli olan sermaye de bunlar sayesinde elde edilecektir.

Siyaset; iktidarı talep etmek ve elde edilince bu güce dayanarak toplumu yönetmekle ilgili bir süreçtir. Toplumu yönetenler durmadan kanunlar çıkarmakta, kararlar almakta ve bunları yürürlüğe koymaktadırlar. Uygulanan kanun ve kararların tamamı, dinin korunmasını istediği temel değerlerle ilgilidir. Din bu temel değerlerin yalnızca korunmasını istemekle kalmamış, nasıl kazanılıp korunacaklarını da açıklamıştır.

Dinin serbestçe öğrenilip yaşanması kısıtlanırsa din korunamaz. İçkiyi ve uyuşturucuyu yasaklamadan, aklı doğru kullanmayı sağlayacak eğitim ve öğretim yapılmadan, akıl ve ruh sağlığı için gerekli tedbirler alınmadan akıl korunamaz. Nesli korumak, İslâm ailesinin kurulup işletilmesine bağlıdır. İsraf, kumar, faiz, karşılıksız para, enflasyon, rüşvet, gasp ve diğer haksız kazanç yolları açık tutuldukça meşru malı korumak mümkün değildir. Hayatın/beşeriyetin olduğu yerde siyasetin olması tabiîdir.
Bugün siyaset genellikle bir partiye intisap etmek suretiyle yapılmakta, partinin menfaat, ilke ve kuralları partililer için bağlayıcı olmaktadır. İnsanlar yaşadıkları gibi düşünme eğiliminde olduklarından, başlangıçta genel ilke ve değerlerle çatışan parti talepleri mensuplarının vicdanlarını rahatsız ederken, giderek bu rahatsızlık da ortadan kalkmakta, partililer tek tip hâline gelmektedirler. Dinin bu mânâda bir partinin içine sokulması ve Müslümanın da böyle bir parti anlayışı içinde siyaset yapması caiz değildir.

Parti bir araçtır; amaç, dinin ve evrensel değerlerin korunmasıdır. Parti bunları değil, bunlar partiyi kontrol etmelidir. Bu kontrolün yapılabilmesi için de dinin ve dindarın bir başka siyaset anlayışı ve uygulaması içine yerleşmesi elzemdir. Müslümanlar için farz-ı kifaye olan siyaset, dünyada ve ülkede olup bitenleri dinin ilke, hüküm ve menfaatleri bakımından takip etmek, alınan kararların ve yapılan icraatın dinin temel değerleri ve hükümleri bakımından neyi getirip neyi götürdüğünü tespit etmek, buna göre gerekli tavır ve tedbirleri almak şeklinde yürütülecektir.

Müslümanın oyu, muvafık veya muhalif tavrı, partinin, katıldığı milletlerarası kurum ve birliklerin kural, ilke ve kararlarına göre şekillenemez; Hak Din’in korunmasını istediği değerlere ve uygulanmasını istediği hükümlere göre şekillenir. Din kuralı, ya vahiy veya vahyin ışığında içtihat yoluyla Allah’ın iradesini temsil eder; ona aykırı olan bir başka kural, din kuralının üstüne çıktığı, başka bir otorite Allah’ın ve Resulünün önüne geçirilen bir unsur hâkimiyeti eline aldığı zaman, bir mânâda ibadet olan itaat alanında şirk gerçekleşmiş olur.

Hikmet onu gerektirir ki, bir ülkenin yöneticileri ve yönetme talebinde bulunanları (iktidar ve muhalefet adamları) bu büyük ve ağır emaneti taşıyacak ehliyete sahip olmalıdırlar. Mevzuata bakıldığında seçmek, seçilmek ve belli makamlara atanabilmek için belli niteliklerden söz edilir ama bunların içinde “liyakat şartı olarak güzel ahlâk ve sahasında en iyi olmak” yoktur. İslâm siyaset teorisinde hem cemaat imamlığı, hem de devlet başkanlığı için liyakat şartları arasında “bilgi, ahlâk ve yeterlik bakımından mevcutların en iyisi” olma şartı vardır. En iyisi varken az iyisinin veya ehliyetsiz olanın vazife istemesi de, o vazifeye tayini de caiz değildir, emanete hıyanettir ve kul hakkına tecavüzdür.

Toplumumuzu alâkadar eden en hayatî meselenin bamteline bakalım. Temenni edilenden ayrı olarak, yaşadığımız zaman diliminde bir kısım siyâsî organizasyonlar adeta şeytanın avukatlığını yaparak, hem yaşadığı ülkenin toplumunu, hem de aynı inanç mensuplarının aralarına fitne sokarak vahdetimize dinamit koymak istiyorlar. Bugün siyaset namına seçimlerde iktidar olma hırsı ile yabancı mihraklarla işbirliği etmekten imtina etmeden, hatta yaptıkları kirli ittifakları alenen açıklayan partilere ve sözcülerine şahit oluyoruz. Yukarıda ifade edildiği gibi, bazı siyâsî parti mensupları kirli emellerini dinin kuralı imiş gibi süsleyip sunuyorlar. Kimisi de milletimizin vahdetindeki harç olan “uhuvveti, kardeşliğimizi” tahribe yönelik propagandalar yapıyor.

İktidarları uğruna memleketin tahrip olmasını, gönüllerin paramparça olmasını kâle almayanlar, “Yeter ki biz olalım” derdindeler. Onlara göre ortalık yangın yeri, her şey kötüye gidiyor, insanlarımız açlığın pençesinde kıvranıyor ve memlekette taş üstüne taş konmamış. Yapılanlar ise boş karton kutuları, reklâm, ilâ ahir… Ne kadar menfilik varsa şimdikilerin günahı bu zihniyete göre. Listeyi daha da uzatmak mümkün.

Nasılsa yalan söylemeleri bir alışkanlık hâlini almış. Elbette her şeyin güllük gülistanlık olduğunu iddia etmek kabil değil, lâkin kıyamet senaryosu gibi göstermek de kem niyetlilerin işi. Mesele domates-soğan değil, bu âli milletin başka derdi yok mu?

(Devam edecek…)