Büyük rüyaların hedefi (2)

Osmanlı rüyası, içinde birçok inanç, kavim, dil, mezhep, coğrafya tuttu. Hem mânâyı, hem de maddî olanı sağladı topluma. Rüyanın gecekonduları yoktu, zencileri yoktu, oligarkları yoktu. Rüya umuttu, aşktı, adaletti, refahtı. Müslüman Türklerin cihana bir nizam-ı âlemiydi. Ne hazindir, müstevliler yüz elli senemizi bir paranteze hapsettiler.

MEMLEKET sevdalısı dostlarımızdan bazıları, gerek memleket ahvali ve yapılacak seçimle alâkalı, gerekse medeniyet tasavvurundan neler beklediğimizi ve bu tasavvur hakkındaki naçiz düşüncelerimizi merak edebilirler. Önümüzde hayatî ve bu ölçüde Müslüman milletimizi ve gönül coğrafyamızı alâkadar eden bir seçim var.

Bizim rüyamız, patates ve soğan severlerin aksine İlây-i Kelîmetullah için Nizâm-ı Âlem ülküsüdür. Bu ülkünün itikadımızdaki yerini söyleyelim…

Bilindiği üzere İslâm, sadece belirli bir millete veya topluma değil, bütün insanlığa gelmiştir. “İslâm’ın getirdiği bu hayrın bütün insanlara yetişmesi ve insanlık ile hayrın arasına hiçbir engelin girmemesi, Allah-u Teâlâ'nın Kelîmesinin yücelmesi” demektir İlây-i Kelîmetullah. Dolayısıyla İslâm nimetinin bütün insanlığı kuşatacak şekilde yayılmasına karşı çıkanlar, insanla hayrın arasına girmiş olacak, böylece Allah’ın Kelîmesine saldıran mütecavizler durumuna geleceklerdir. İşte bu engelleyici güçleri ortadan kaldırmak için yapılacak mücadele, Allah’ın Kelîmesini yüceltmeye çalışmak demektir.

Bu mücadele (savaş), insanlara zorla İslâm dinini kabul ettirmek için değil, aksine onlara fikir ve vicdan hürriyeti vererek doğru yolu bulma imkânını elde etmeleri için yapılır. İslâm dini hiç kimseyi kendisine inanmaya zorlamaz. Ancak insanlığa, İslâm’ın yolunu tıkayanları etkisiz hâle getirerek hidayete etmesi hususunda yardımcı olur. İnsanoğlunun yeryüzüne gönderiliş ve yaratılış gayesi, Allah’ın hâkimiyet ve hükümdarlığını kurmak, yalnız O’na kul olmak ve ibadet etmektir. İnsanı yaratılış gayesinden saptıran, Allah’a kul olmaktan çıkarıp kula kulluk eden güç, kuvvet ve otoriteler Cenâb-ı Hakk’ın din ve hâkimiyetine kafa tutmuş, insanların inanç ve düşünce hürriyetlerini gasp etmiş ve toplumu bir fesat çukurunun yanına sürüklemişlerdir. Hayat rehberimiz Kur’ân-ı Kerîm’in ifadesiyle, “Hak kendilerine apaçık belli olduktan sonra, içlerindeki çekememezlikten ötürü inananları iman etmelerinden sonra küfre döndürme hevesinde” (Bakara, 109) olan, “kendi dinlerine uyuncaya kadar asla dindarlardan hoşnut olmayan” (Bakara, 120) ve  “güçleri yetse Müslümanları dinlerinden döndürünceye kadar savaşa devam eden” (Bakara, 217) bu inkârcıların fitne ve fesatlarına engel olmak, insanları bu zihniyetteki kişilere kul olmaktan kurtarıp hak ve hürriyetlerini elde etmelerini  sağlayarak Allah’a kulluğu ve O’nun hâkimiyetini kurmaya çalışmak, Allah-u Teâlâ'nın insanlara bir emridir.

Bu konudaki İlâhî buyruk, ayette ifadesini şöyle bulur: “Yeryüzünde fitne kalmayıncaya ve din tam anlamıyla Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse sataşmayın. Zulmedenlerden başkasına düşmanlık yoktur.” (Bakara, 193)

Bu sebeple İslâm Devleti, dindar olduğunu iddia eden veya kendini ehl-i kitaba nispet eden yahut müşrik olan kişi veya gruplara, Allah’ın hâkimiyetine karşı kendi güç ve otoritesiyle fiilî şirkte bulundukları takdirde cihat ilân edecek ve bunu mukaddes bir görev bilecektir. İnsaf sahiplerinin de hakkı teslim edecekleri hususu aşağıda arz ederim.

Selçuklu ve Osmanlı Cihan Devleti, Sultan Muhammed Alparslan ile gerçekleştiren milletimizi bu coğrafyada ayakta tutan rüyalarıdır. Biz de bu topraklarda ilk rüyamızı Söğüt’te gördük. Bir küçük şehirde, Osmanlı henüz bir beylikken görülen büyük rüyanın akıbeti muştu idi. Bütün dünyaya dalları uzanan bir rüya… Adaleti, paylaşımı, büyüklüğü ve hâkimiyeti içinde taşıyan bir rüya…

Osmanlı bu rüya peşinde fetihlere koştu, kıtalara uzandı, adaleti dünyada hâkim kıldı. Bir cihan devleti oldu. Osmanlı rüyası, içinde birçok inanç, kavim, dil, mezhep, coğrafya tuttu. Hem mânâyı, hem de maddî olanı sağladı topluma. Rüyanın gecekonduları yoktu, zencileri yoktu, oligarkları yoktu. Rüya umuttu, aşktı, adaletti, refahtı. Müslüman Türklerin cihana bir nizam-ı âlemiydi. Ne hazindir, müstevliler yüz elli senemizi bir paranteze hapsettiler. İçimizdeki hempaları ile beraber bu kendilerince biçtikleri düzenin devamını idame ettirmek için türlü fitne oyunları icat ettiler.

Bir münevverimizin deyimiyle, “Batı’ya perestiş (hâşâ) olduğumuzdan itibaren rüyamızı kaybettik”. Aydınlarımız ve idarecilerimiz başka şehirlerdeki rüyalara koştular. Ödünç rüyalar doldu ülkemize. Önce Paris rüyasıyla büyülendik. Kendi toplumuna olan inançlarını kaybeden aydınlarımız oraya firar ettiler. Paris, kıblegâhları olmuştu. Osmanlı sözde bu rüyayla kurtuluşa erecekti. Heyhat!

Arkasından Amerikan rüyası geldi. Uzun süre ülkemize damgasını vurdu. Mutluluk, gelecek, refah, eşitlik ve zevk vaat eden bir rüya… Soğuk Savaş’ın egemen rüyası... Televizyon dizilerinde bu rüya pompalandı yıllarca. ABD’nin artistleri gündelik hayatımıza sızdılar. Şehirlerine, sokaklarına, arabalarına aşina hâle geldik. Hatta bizde “antiemperyalist” geçinen Solcular koyu kapitalist taraftar oldular. Baksanıza, şimdilerde ABD’den, İngiltere’den, Almanya’dan, Fransa’dan danışmanlarla iktidara hazırlanıyorlar(!).

Kısacası, isimleri bizden görünse de hepsi, Frenk meşrep olup kültür ve iman kodlarımızla kavgalı olan tiplerden meydana geliyor. Çünkü şimdilerde okyanus ötesine, Brüksel’e, Berlin’e, Paris’e, hülâsa başka payitahtlara kapıkulu ve ayakçı olmaya talipler ve bizim coğrafyamıza fitne pompalıyorlar. İçimizdeki mankurtlar üzerinden her türlü sosyal medya ortaklığı ile zihniyetlerini ifşa ediyorlar.

Dinin bu mânâda bir partinin içine sokulması ve Müslümanın böyle bir parti anlayışı içinde siyaset yapması caiz değildir. Parti bir araçtır; amaçsa dinin ve evrensel değerlerin korunmasıdır. Parti bunları değil, bunlar partiyi kontrol etmelidir. Bu kontrolün yapılabilmesi için dinin ve dindarın bir başka siyaset anlayışı ve uygulaması içine yerleşmesi elzemdir.

14 Mayıs’ta yapılacak seçimde bizim rüyamız, patates ve soğan severlerin aksine İlây-i Kelîmetullah için Nizâm-ı Âlem ülküsüdür. Bu seçimlerin Müslüman milletimizin mukadderatındaki yeri çok mühimdir.

“Biz millet-i İbrahim’deniz, asırlık rüyalarımız var” diyenlerin karşısına Mescid-i Dirar taifesi olup Sultan Muhammed Alparslan’la Sultan Selahaddin-î Eyyubi’nin kardeşliğine kastedenleri görüyoruz. Birbirinden farklı görünse de hepsinin Batı’dan icazetle toplanan patates-soğancılar olduğunu ortadadır.

İslâm siyaset teorisinde hem cemaat imamlığı, hem de devlet başkanlığı için liyakat şartları arasında “bilgi, ahlâk ve yeterlik bakımında mevcutların en iyisi” olma şartı vardır. Biz, kusursuz bir resûl değil, içimizden birini ve bize benzeyen, bizim derdimizle hemdert-hemhâl olanları seçmenin derdindeyiz. Bizim seçmek istediklerimiz şimdi yeni bir rüyaya yatmalı, bu coğrafyadan dünyaya açılan bir ufukla kanatlanmalılar. Bu rüya, insanlığa ve Müslümanlığa dokunan bir rüya olmalı. Bu kutlu rüyayı gönül ve iman coğrafyasına, tarihine ve inancına muhabbet duyan aydınlar, iman ve ilimle mücehhez olmuş fatihler başarabilirler.

Ne diyordu 21 yaşındayken o büyük ceddimiz Fatih Sultan Muhammed Han? “Ana, biz İslâmiyet’in kılıcını elimizde tutarız. Ancak bunca zahmet karşılığında gazi unvanını elde edemeden ölürsem Allah ve Peygamber’in katında yüzlerine nasıl bakarım?”

Birileri vahdetimize düşman. Emir aldıkları merkezlerden milletimizi bölerek bizi rüyalarımızdan berî kılmak istiyorlar. Batı’nın kulu kölesi durumundalar. Yüz sene önce, rahmetli Bediüzzaman Said-i Nursî’ye “Kürdistan’ı kurmak istiyoruz” diyen kişiye, Üstad mealen, “Hüseyin, Ahmet’le Muhammed’i mi kavga ettireceksin? Din-i Mübin-i İslâm’ın alemdarı bir milletin evlatlarını birbirine mi düşürmek istiyorsun?” cevabını vermişti. Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’nun ifadesiyle biz de, “Fatih Sultan Mehmed Han kadar Türk, Said Nursi kadar Kürt’üz. Ve hepimiz, aynı kilimin desenleriyiz”. Vesselâm…