
“RÛZHÂ ger reft gû rev bâk nist/ Tû bemân ey an ki çün tu pâk nist.” (Geçsin
günler, yok endişeye mahal!/ Ey saflıkta benzersiz dost, gitme, kal!)
Bir velîyi, bir büyük
ruhu bu âlemde en çok korkutan şey “dost ayrılığı”dır. O yüzden bu zatlar,
günlerin geçip gitmesine çok önem vermezler. Zira günler, gam getiren
şeylerdir. Çünkü Dosttan, Dostun işaret ettiği Dosttan ve Dostun işaret ettiği Dosta
dost olandan ayrıdırlar. Yani velîden, Peygamber’den ve Cenab-ı Hak’tan… Mevlâna
o yüzden ilk beyitte “Ezcüdâyihâ” demiş ve ayrılıklardan yakınmıştı.
Günün çok önemi yoktur.
Önemli olan, o geçen günlerde yakaladığımız nadir anlardır. Yani dost ile baş
başa kaldığımız, dost ile hemhâl olduğumuz anlar… Dost, öyle aranması gereken
bir değerdir ki, o olmazsa bu âlem bomboştur. Şarkta, garpta, şimalde, cenupta,
nerede olursa olsun, bir büyük ruh var ise, onun mutlaka büyük bir dost
ihtiyacı vardır.
Mevlâna, bu konuyu bir
rubaisinde şöyle dillendirir: “Hakk dostlarından
ayrı oturma ey er kişi!/ Aynayı güzel kılmaktır cilacının işi./ Çanak çömlek
yanında kıymetli taşa döner/ Ya Rab ne zevk bir canın can yanına gelişi…”
Güzel vakitler, dostla
geçirilen vakitlerdir. Gerisi olmasa da olur. Zaten kendi hayatınızda da
tecrübe edersiniz. Anılarınızı anlatmanız istendiğinde, onca zamana rağmen üç
beş anı anlatabilirsiniz. Demek ki ruhumuza yerleşmeyen şeyler arazdır, geçicidir
ve bize fazla şey katmazlar. Belki de hayatımızda anı olarak biriktirdiğimiz
şeylerin toplamı bir günü bile geçmez. Hayat dediğimiz şeyi bir günde
anlatabiliyorsak, gerisi arazdır. O yüzden araz olan günlerin geçmesinde bir
beis ve sakınca yoktur.
Şems’e ne
olduğuna dair bir mülahaza
Burada bir de yaralı bir
kalbin konuşması vardır. Çünkü Şems, Hakk’a yürümüştür. Öyle bir yürümüştür ki,
nasıl pervaz ettiği de belli değil. Öldü mü, öldürüldü mü, bilinmez. Zaten
Şems, Mevlâna’nın oğlu Sultan Veled’e demişti ki, “Bu kez öyle bir gideceğim
ki, kimisi öldü diyecek, kimisi öldürüldü”. Gerçekten de böyle olmuştur.
Bugün bu konu hâlâ açıklığa kavuşmuş değildir. Fakirin kanaati, “öldürülmediği”
yönündedir. Ama pek çok kaynakta öldürülüp bir kuyuya atıldığı, oraya da bir
mescit yapıldığı anlatılır. Konuyla ilgili tek bir rivayet vardır, o da Menakıb’ul-Ârifîn’dedir.
Bu eser, Mevlâna’nın ölümünden 150-160 yıl sonra yazılmıştır. Bu kaynaktaki
bilgiler, her zaman itibar edilebilecek türden bilgiler değildir. Söz konusu
eser bir menakıbname olduğundan, oradaki bilgiyi “tarihî bilgi” diye alırsak
sıkıntıya gireriz. Oradaki rivayet şudur: Mevlâna ile Şems bir sohbettedirler.
Yağmurlu, karanlık bir gece… Eserin müellifi Ahmet Eflaki, sanki bir ölüm
sahnesi hazırlıyor gibidir. Dekor böyle olunca, karanlık bir gecede, altı tane
adamın hançer çekip gelmesini, kapıyı tıklatmasını, Şems’i çağırmasını,
Mevlâna’nın bîçare bir şekilde beklemesini yadırgamıyoruz. Burası tamamen bir
kurgudur. Şems’in ölümüne esrarengiz bir şey katmak isteyen Ahmed Eflaki, böyle
bir senaryo hazırlamıştır. Mevlâna, Şems’in ölümü yerine kendi ölümünü tercih
edecek derecede ona bağlı bir insandır. Olaya bigâne ve duyarsız kalması söz
konusu olamaz. Adamlar Şems’i alıp giderken Mevlâna’nın hiçbir şey yapmadan
beklemesi, Ahmed Eflaki’nin gördüğü bir rüya olsa gerek. O yüzden âcizane
kanaatim, Şems’in öldürülmediği yönündedir.
Son dönemde bazı bilimsel
makale ve kitaplarda Şems’in Konya’dan ikinci ayrılığında Şam yerine memleketi
olan Hoy’a gittiği yönündedir. Şems Hoy’da ölmüş ve öldükten sonra adına bir
türbe ve cami yapılmıştır. Onunla en son konuşan kişi, Mevlâna’nın büyük oğlu
Sultan Veled’dir. Ona aynen böyle demişti: “Bu kez öyle bir gideceğim ki,
kimisi öldü diyecek, kimisi öldürüldü”. Daha önce bir kez gitmişti ve
Şam’da bulunmuştu. Mevlâna onun ölümüne şahit olsaydı, kalkıp da onu aramak
için Şam’a, Haleb’e gider miydi?
Mevlâna bir yıl Şems
aramıştır. Ummuştur ki, Şems ilk kez gidişinde olduğu gibi yine Şam’da yahut
Haleb’de ele geçsin. Fakat bu mümkün olmamıştır. Hazretin gönlü Anadolu’ya o
kadar kırgındır ki Şam’da bir yıl kalıp Konya’ya dönmemiştir. Anadolu’dan
devreye vezirler sokulmuştur, hükümdar sokulmuştur, mektup üstüne mektup
gönderilip “Gel!” denilmiştir. Ama bir yıl boyunca o, tüm bu davetlere kayıtsız
kalmış ve Şems’i aramıştır. Haleb’de sohbet halkaları oluşturmuş, sema
meclisleri kurmuştur. Bir yıl sonra yeniden Konya’ya dönmüştür. Bu da bize
Şems’in öldürülmediğini, her zaman yaptığı gibi kendiliğinden gittiğini
gösteriyor.
Şems’in lakabı “Şems-i
Perende”, yani Uçan Şems’tir. Şöyle bir özelliği var: Gezgin olarak
muallimlik yapmak… Eskiden bu tür hizmetlerin karşılığı olarak verilen “hak”,
yılın sonunda alınırdı. Bu sistemde kişi bir yıl çalışır, ücretini yıl sonunda
alırdı. Şems, “hak alma” günü hep firardadır. Yani Allah rızası için vazife
yapmaktadır ve bu hizmetini ücrete değer bulmamaktadır. Mevlâna ile hemhâl
olduğunda, birinci gaybubetinde de aynen böyle yapmıştı, muhtemeldir ki
ikincisinde de aynısını yapmıştır.
Kanaatim o ki Şems, Konya’da kalbine hançer yememiştir. Fakat manevî hançerlerden, dil yaralarından mustarip olmuş, yaralanmıştır. Velîler, maddî hançerin yarasını dil yarasına tercih ederler. Bu da bir hakikattir.
Büyük insanlar karşısında düşman hep güçlü olur. Talih de düşkündür. Bu, Cenab-ı Allah’ın onlara bir ihsanıdır aslında.
Yeni dost
Mevlâna’ya bu beyti
söyleten şey, Şems’in yokluğunda geçen günlerin ıstırabıdır. Burada söylediği
şeyden -o boyuta girildiğinde- insanın gönlünün dilhun olmaması mümkün değil.
Geçsin günler! Zaten günler onun için ne ifade ediyordu ki? Ayrılık ve gam! O
halde endişeye mahal var mı? Belki bizler için günlerin geçmesi üzüntü
vericidir. Çünkü bizim için gün, bizi yaşlandıran ve yıpratan bir şeydir. O
yüzden zamana “Geçme, kal!” deriz. Onlar ise “Durma, geç!” derler. Fakat
bir şeye “Kal!” derler ki o “dost”tur.
“Ey saflıkta benzersiz dost, gitme, kal!” Bana öyle geliyor ki, Mevlâna bu beyti
yazarken herhalde ağlamıştır: “Ey dost, bari sen gitme, sen kal!”
Buradaki dost, Çelebi
Hüsameddin’dir. Zira Mesnevî yazılırken Şems gaybubet âlemindeydi, yoktu.
Mevlâna’nın elvanlı ruhunu coşturan bir dostu daha vardı, o da Çelebi
Hüsameddin idi. Onu o kadar seviyor ki hitabı hep şöyle: “Ey Hakk ziyası
Hüsameddin!”
Çelebi Hüsameddin,
coşkusuyla Şems’i, temkiniyle de Selahaddin-i Zerkûbî’yi andıran değerli bir
insandır. Tasavvufî kökleri derin bir aileden gelmektedir. Dedesi Urumiyelidir
ve kaynaklardaki ifade ile Kürdiyyi’l-asldır; yani Kürt’tür. Dedesi çok
inanmış, çok samimi bir insandır ve gerçekten ariflerdendir. Sürekli ilhama
muhatap olan bir insandır. Bir gün şeyhi demiş ki, “Yarın Arapça vaazı sen
vereceksin!”. Bu vazifeden o kadar çok ıstırap çekmiş ki… Zira Arapça
lisanı üzere konuşma bilmiyormuş. Böyle bir endişe içerisinde vakit gelince
kürsüye geçmiş. Orada Cenab-ı Hakk’ın bir ihsanı olarak Arapça vaaz etmeye
başlamış, yani keramet zuhur etmiş. Bu durum üzerine söylediği şu vecize bir
atasözü olmuştur: “Kürt yattım, Arap uyandım!”
Burada Kürtlük ve Araplık
birer kavramdır. Kürt, “henüz manevî perdeyi yırtmamış”, Arap da “o manevî
perdeyi yırtmış” anlamında kullanılıyor. Çelebi Hüsameddin’in dedesi, bir günde
bir perdeden öbürüne geçmiş oluyor. İşte bu Çelebi Hüsameddin’e Mevlâna diyor
ki, “Gidenler gitti, bari sen kal! Allah seni bana bağışlasın!”.
Mevlâna’nın farklı bir
özelliği de dostunun kimliğine bürünen bir şahsiyet olmasıdır. Dostu şevkliyse,
Mevlâna şevkin zirvesindedir. Dostu temkinliyse, Mevlâna hamuştur, temkin
içerisindedir. Mevlâna Hazretlerinde elvanlı bir ruh vardır. Daima dostun
aynasından yansıyan biri olur. Dostsuz kalınca ondaki anlamlar denizi coşmaz.
Dostu bulunca da aynen küpünde kaynamış bir şarap gibi küpün kapağını atıyor ve
manevî meyler o küpten taşmaya başlıyor. Dost, Mevlâna için olmazsa olmazdır.
Bununla ilgili şöyle bir
not aktarayım: Mesnevî’nin birinci cildini Çelebi Hüsameddin ile yazıyorlar. O
söylüyor, Çelebi yazıyor. Birinci cilt tamamlandığında Çelebi Hüsameddin’in
hanımı vefat ediyor. Çelebi meclise geliyor ama ruhu muazzep. Ölüm sıkıntısını
üzerinden atamamış. Bu halet Mevlâna’ya da sirayet ettiği için Mesnevî
yürümüyor. Çünkü ayna keder bağlamış, görüntü vermiyor. Çelebi’ye diyor ki, “İstersen
teskin ol da öyle gel!”. Tam iki yıl ara veriyorlar. Çelebi Hüsameddin,
eşinin ölümünün acısını iki yıl üzerinden atamıyor. Bu iki yıl içerisinde
Mevlâna kalem oynatmıyor.
Dost, bütün beşer için
olmazsa olmazdır, ama bu zatlar için farklı bir işleve sahiptir. Büyük ruhların
en büyük ıstırapları dostsuzluktan kaynaklanır. Eğer dost verilmiyorsa Cenab-ı
Hakk bunları çetin bir imtihana tâbi tutuyordur.
Fuzuli’nin meşhur bir
beyti vardır. O da dost ihtiyacıyla yanan bir ruha sahip. Der ki, “İnsanlar
söylediğim her şeye itiraz ettiler”. Çevredeki insanlar zayıf, cahil, mânâ
perdesine dokunmaktan aciz; bu durum, bir insan için büyük bir ıstırap… Fuzulî,
Kerbela çölünde dost ararken dostsuzluğun düşürdüğü psikolojiyi şöyle veriyor: “Dost
bîvefâ, felek bîrahm, devran bîsükûn!/ Derd çok, hemderd yok, düşman kavî,
tâli’ zebun.”
Dert çok da dert arkadaşı
nerede? Düşmansa güçlü… Büyük insanlar karşısında düşman hep güçlü olur. Talih
de düşkündür. Bu, Cenab-ı Allah’ın onlara bir ihsanıdır aslında. Genel bir
yargı olmamak kaydıyla şunu söyleyebiliriz: Hakk katında makbul olanlar,
çoğunlukla çileli bir hayat yaşarlar. Eğer biri rahatın, ferahlığın beşiğinde
sallanıyorsa, biliniz ki Hakk, tecelli ışığını ona düşürmüyor. Hangi ruhu
feryat ettiriyorsa, o ruh makbullerdendir.
Buradan anlaşıldı ki
beyitteki hitap Çelebi Hüsameddin’e: “Ey temizlikte, saflıkta, kalbinin mânâlara
açıklığıyla benzersiz olan dost, gitme, kal! Sen kal ki ben o aynaya baktıkça mânâları
göreyim…”
Büyük ruhlar için dostun/muhatabın yokluğu telafi edilemez bir şeydir. Mecnun’un derdi, çölde muhatap ihtiyacıdır. O yüzden kimseyi bulamayınca vahşi hayvanlarla ülfet ediyor.
İnci çıkaran
dost
Dost, mânânın kendisinde
yansıdığı aynadır. Demek ki Çelebi Hüsameddin olmasaydı biz bu Mesnevî’yi
okuyamayacaktık. Bu eserdeki mânâlar, Mevlâna’nın gönül denizinde gizli inciler
olarak geçip gidecekti. Zaten böyle gönül okyanusunu açmayıp giden nice velî
zatlar biliyoruz. Somuncu Babalar, Hacı Bayram-ı Velîler, Şeyh Üftadeler…
Yunus’u biliyoruz da Tapduk’un ne dediğini bilmiyoruz. O da ummanını kendisinde
götürmüştür. Yunus, Tapduk’un öğrencisi oldu ve o incileri bize saçtı.
Mevlâna’nın incilerini saçan da Çelebi Hüsameddin’dir.
Beytin ikinci dizesini
yazarken Mevlâna ağlamış olmalıdır. Bu gibi büyük zatlar, içlerindeki mânâ
denizini kelam olarak ağızdan, su olarak da gözden akıtırlar. Zannım şudur ki,
samimiyetlerinde gözlerinden dökülenler, ağızlarından dökülenlerden daha
belirleyicidir.
“Ey saflıkta benzersiz
dost, gitme, kal! Sen kalmazsan halim haraptır, bu acıyı kaldıramam! Sen
kalmazsan ikinci Şems’ten olurum. Sen kalmazsan Leyla hanede, Mecnun çölde
olur. Sen kal! Kal ki benim gönül ummanımda dalgalanmalar hâsıl olsun…”
Dost, gönül ummanının
rüzgârıdır. Bu umman, o rüzgârla dalgalanmadıkça içindeki incileri kenara atmaz!