GEÇEN haftaki makalemde,
gelişen şu son olaylar üzerine Afganistan merkezli olmak üzere İslâm Coğrafyasında
yaşayan Müslümanların hâllerinden bahsetmiştim.
Bu
makalemde de konuyu başka bir veçheden ele alarak değerlendirmeye çalışacağım.
Şu
temel soruyu sorarak başlayalım makalemize, çünkü sorulacak bu soru, bana göre
meselenin özünü ihtiva etmekte, bütün sorunların kaynağını teşkil etmekte ve
Müslümanların içine düştüğü acınası durumun arka plânını yansıtmaktadır:
“Neden
İslâm coğrafyasında yaşayan Müslümanlar ölümüne de olsa hep Batılı ülkelere
kaçıyor, göçüyor, sığınıyor ve gitmek istiyor da aynı şekilde Batılı ülkelerden
insanlar (Hıristiyanlar, Yahudiler, İngilizler, Fransızlar, Amerikalılar ve
diğerleri) neden hiçbir İslâm ülkesine kaçmak, göçmek, sığınmak ve gitmek için
bizimkilerin yaptığı gibi ölümü göze alarak kitleler hâlinde kapımıza ve
sınırlarımıza dayanmıyorlar?”
Neden,
neden, neden?
İşte
bu temel soruya çok boyutlu ve çok buutlu bir eksenden yaklaşarak ve dahi geniş
bir yelpazeden bakarak ideolojik, teolojik, politik, etnik mülâhazalardan ve
önyargılardan arınmış bir şekilde Kur’ân’ı ve Resûl’ün Sünnetini derin bir
tefekkür içerisinde doğru biçimde kavrayarak, aklın, ilmin (bilimin) verilerine
ve kurallarına da uygun davranıp cevap bulmaya çalışırsak eğer, işte o zaman
meseleyi anlamaya, kavramaya başlıyoruz demektir -ki bunun arkasından da doğal
olarak çözüm süreçleri gelecektir- ve sorunlara da kalıcı çözümler
bulunacaktır.
Aksi
takdirde, “Benim oğlum bina okur, döner döner yine okur” fasit dairesinden ve
girdabından kurtulamayacağız demektir ki işte o zaman yazık olacaktır bizlere.
Hem de çok yazık olacaktır maalesef!
Sorunların
çözümü
İslâm
coğrafyasında yaşayan tüm Müslüman milletler olarak bizler, bu temel konuyu ve
sorunu kendi aramızda müzakere ederek iyice anlayıp çözemediğimiz müddetçe,
maalesef bir yere varabilmemiz imkân dâhilinde görünmemektedir.
Bu
temel konu ve sorunu çok boyutlu ve çok buutlu olarak ele alıp değerlendirmek
zorundayız. Bunun için de aklı başında olan bilim insanlarının yani gerçekten
mesleğinin ehli, dürüst ve ideolojilere bulaşmamış, güçten beslenmeyen ve güce
râm olmayan akademisyenlerin multi-disipliner bir anlayış içerisinde uzun
süreli olarak müşterek çalışma yapmalarında büyük faydalar vardır.
Bu
çalışma yapılırken de önlerine hiçbir engelin çıkarılmaması gerekmektedir. Çıkarılması
bir tarafa, devletlerin tüm imkânlarından (bilgi-belge) önkoşulsuz bir şekilde
yararlanmaları imkân dâhilinde olmalıdır. Yönetimler de hiçbir beklenti içinde
olmadan, çalışmalara müdahale etmeden, çalışma ortamının mümbit bir hâle
getirilmesine yardımcı olmalıdırlar.
Çalışmalar
neticesinde ortaya çıkan sonuçlar (raporlar) gizlenmeden, hiçbir baskı altında
kalmadan şeffaf ve dürüst bir şekilde herkesle mutlaka paylaşılmalıdır.
Çalışma
yapılacak disiplinler arasında tarih, dinler tarihi, mezhepler tarihi, siyâsî
tarih, siyâset bilimi, sosyoloji, din sosyolojisi, psikoloji, din psikolojisi,
sosyal psikoloji, antropoloji, felsefe, din felsefesi, kelâm, tasavvuf ve hadis
gibi disiplinler olmalıdır. Bu disiplinlere ilâveten, bugünkü modern ve müspet
bilimlerin ilkelerini, verilerini ve bulgularını da dikkate alarak işin
içerisine bunları da dâhil etmek lâzımdır.
Tabiî
ki bu disiplinlerin geçmişten günümüze dek yaptığı çalışmaların ve ortaya
koydukları uygulamaların sonucunda İslâm toplumlarının nerelere taşındığını ve
ne hâllere düşürüldüğünü, Kur’ân ve Resûllerin uygulamalarını da (Sahih Sünnet)
dikkate alarak ve bunlarla murakabe ve mukayese ederek, aynı zamanda bu sahih
kaynaklarla da dürüstçe ve doğru biçimde yüzleşerek meseleyi ortaya koymak
lâzımdır.
Şurası
unutulmasın ki, ilmin (bilimin) ve âlimin (bilim insanlarının) söz sahibi
olmadığı ya da bunların devre dışı bırakıldığı toplumlarda oluşan boşluğu ya da
muktedirlerin toplumları daha kolay yönetebilmesi için yine kendileri
tarafından bilinçli bir şekilde oluşturulan boşluğu, “Medine”nin medeniyetinden
yoksun câhil Müslüman gruplar ve kitleler doldururlar. Ki -belki de istenen
budur- o zaman altını çizerek bir kez daha vurgulamış olalım, bu şekilde bir
yere varmak mümkün değildir.
Bunu
yapan ya da yapanlar kim olursa olsun veya ne uğruna yaparlarsa yapsınlar
(iktidar olabilmek, iktidarda kalabilmek, güç devşirmek gibi), o ve onlar
bilmiş olsunlar ki, hem kendilerine, hem de toplumlarına çok yazık
etmektedirler ve çok yazık edeceklerdir!
Hazretlerin
gücü
Düşünebiliyor
musunuz, bir parmak işaretiyle depremleri durdurup başka yere gönderebilen,
tekbirlerle yangınları söndürebilen, uzay araştırmalarına karşı çıkıp “Mars’ta
et mi var? Bunlar manyak manyak işler” diyerek bilimle alay edip dalga
geçebilen ama yaşamını kolaylaştırmak için kullandığı her araç gerecin
yabancıların ürettiği bilim ve teknolojik ürünler olduğundan bîhaber olan,
ancak buna karşılık müridinin gece yatarken yatağındaki hâllerinden haberdar
olabilen ve hatta uyurken sağından soluna dönüşünü dahi bilebilen, bir nazar
atfettiğinde kendisine her şeyin ayan beyan ifşa olacağından emin olunabilen, şeyhine
meyyit gibi tâbi olanlara şeyhinin de şefaat ederek ve kendisini de vesile
kılarak müritlerini Cennet’e gönderebileceğine inanılan, tayin-i mekân
yapabilen, su ve ateş üzerinde yürüyebilen, rüyalarla müritlerinin tüm
sorunlarını tek celsede çözebildiğine inanılan “Müslüman” toplumlarda ne yazık
ki bir arpa boyu yol alınamaz ve dahi bir yere varılamaz!
İlkokul
ve ortaokul mezunu hazretlerin din adına hükümran olduğu ve Müslümanlara yön
verdiği “Müslüman” toplumların iflah olmaları beklenemez!
Lâkin
işin ilginç yanı ve acı olan tarafı şudur ki; ilkokul ve ortaokul mezunu bu
hazretlere üniversite mezunu ve mevki-mâkâm sahibi nice siyâsetçilerin, akademisyenlerin,
generallerin, bürokratların, hatta aralarında kimi ilâhiyat mezunu ve ilâhiyat
profesörlerinin de bulunduğu (istisnalar müstesna) binlerce, yüz binlerce ve
milyonlarca insanın körü körüne itaat ve biat etmesidir.
Kaçışın
sebepleri
Bütün
bu değerlendirmelerden sonra artık şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: İslâm
ülkelerinden Batı’ya kaçışın birçok parametresi olsa da esas unsur, İslâm’dan
kaçış değil, Müslümanlardan kaçıştır.
Bu
kaçışların asıl sebebi, İslâmiyet’in bu hazretler eliyle bilerek ya da
bilmeyerek yanlış yorumlanmasından ve bunların da siyâsî güç odakları
tarafından kullanılarak (aslında birbirlerini besliyorlar ve karşılıklı çıkar
üzerinden iş birliği yapıyorlar) oluşturulan baskıcı rejimlerin hayatı çekilemez
ve yaşanamaz hâle getirmelerindendir.
Yukarıda
belirttiğim gibi, Batı’ya kaçışın birçok parametresi olsa da aslında temel
faktörler şu başlıklar altında toplanabilir:
1.
Özgürlüklerin
yetersizliği (özellikle düşünce ve ifâde hürriyetlerinin uygulanmasındaki
yetersizlikler vesaire)…
2.
Adâletin
yetersizliği (adâletin uygulanması ve dağıtımındaki yetersizlikler)…
3.
Demokrasinin
yetersizliği (insan hak ve hürriyetlerinin uygulanmasındaki yetersizlikler,
yönetimlerin açıklık, şeffaflık, hesap verilebilirlik ilkelerine pek
uymamaları, sorgulama ve eleştirilere tahammülsüzlükler, özeleştiri eksikliği,
yetkilerin tek elde toplanması, eşitsizlikler vesaire)…
4.
Savaşlar
ve iç çatışmalar (bu savaşları ve iç çatışmaları çıkaranların ve
körükleyenlerin çoğu emperyalist ülkeler olsa da buna zemin hazırlayanlar da
maalesef aklını kullanamayan mezhepçi, meşrepçi, aşiretçi, kabileci, kavmiyetçi
Müslümanlardır)…
5.
Bilim
ve teknoloji üretiminin yetersizliği…
6.
Ekonomik
yetersizlikler ve yoksulluk…
7.
Baskıcı
rejimler...
8.
Terör…
Şimdi
bunlara dönüp baktığımızda, Müslümanlar ve İslâm ülkeleri olarak bunlarla mı
anılmalıydık? Yoksa bunların tamamen tersi olup insanlığın bize gıptayla baktığı
numûne-i imtisâl (rol model, örnek alınan) ülkeler mi olmalıydık?
Haydi
şimdi özeleştiri yapma cesaretini göstererek söyleyin bakalım ey Müslümanlar!
Hangisinden olmak isterdiniz ve hangisini tercih edersiniz?
İşte
siz ey İslâm ülkelerinin yöneticileri ve halkları! Yaptığınızı ve yapıyor
olduklarınızı beğeniyor musunuz?
Sizin
baskıcı yönetimleriniz ve birbirinize olan tahammülsüzlükleriniz yüzünden
ülkeleriniz boşalıyor ve o beğenmediğiniz Batılı Hıristiyan devletlere ülkelerinizden
büyük kaçışlar oluyor!
Benzetmek
gibi olmasın ama Mekke müşriklerinin baskısı yüzünden ilk Müslümanların Allah Resûlünün
izniyle Necâşi’nin Hıristiyan ülkesi Habeşistan’a kaçışı gibi…
İslâm
ülkelerinden kaçışlara, kaçarken yolda telef olanlara, düşmana sığınarak izzet,
iffet, şeref ve haysiyetini kaybedenlere ve tüm dünyaya rezil-i rüsva olanlara,
açlık ve sefalet içinde mülteci kamplarında yaşamak zorunda bırakılanlara,
karada, havada ve denizlerde ölümlere terk edilenlere, evet, bütün bunlara
sebep olan İslâm ülkelerinin siz despot yöneticileri ve mezhepçi, meşrepçi,
aşiretçi, kabileci, kavmiyetçi siz ey “Müslüman” gruplar! Söyleyin bakalım,
yaptıklarınızdan memnun musunuz? Vicdanlarınız sızlıyor mu?
Bütün
bunların vebalini kendi vicdanlarınıza ve hesap gününde Allah’a vermeye hazır
mısınız?
Unutmayınız
ki, dünya saltanatı elbet bir gün bitecektir, hesap günü gelecektir ve “her
nefs ölümü tadacaktır”.
Bundan
hiç şüpheniz olmasın...