Büyük günahlarımız irileşiyor

Her şey üç beş günlük dünya için. Menfaatlerimizi her şeyin fevkinde tutuyoruz. Kazanmak uğruna yapmadığımız, tatbik etmediğimiz hain plân kalmıyor. Taşınan kartvizitlere “üçkâğıtçı, dolandırıcı” titrini eklemeliyiz. Güven ve itimadı öldürüyoruz ama doymak nedir bilmiyoruz. Haram ile helâl arasındaki sınır çizgilerini aklı evveller silmeye yelteniyor.

NE zaman bir menkıbe anlatılsa, ne zaman bir radyo cızırtısını azaltan dalgadan yayılan yayına rastlasam ve ne zaman dinî vecibelerimizi salık veren bir telkine kulak versem…

Evet, “Ne zaman” ile başlayan sayısız cümle kurmaya beni muktedir kılan, rahmetli anacığımın altın hükmündeki bilgi, birikim ve tecrübelerini içeren nasihatleridir. Şimdilerde böylesi donanımlı annelere ve onlara kulak dayayan evlatlara olan ihtiyacımızın eksikliğini yaşıyoruz. Yenileri yerden yere vurmak değil bu serzeniş. Deveran eden sistemin dişlileri “iyi” hasletleri değirmen misali tükettiği gibi sesimizi de kıstı. Bu kısık ses, çıkmaz sokak gibi bizi ehven-i şer olarak bir “kabule” zorladı…

Adı her ne kadar kabul olsa da bu değişim ve dönüşüm, özünden uzaklaşanların oluşturduğu neslin devamı, her geçen gün yepyeni kederleri gün yüzüne çıkarmaktan da dur olmuyor.

Dün 52 farzı bilen ve tatbik eden, adeta küçük ilmihâli hıfzeden çocukların kendi çocukluklarını egale eden evlatlara sahip olmaları, bahsi geçen gerçeği değiştirmiyor.

Günahı bile kategorize eden dinin temsilcileri olarak, geldiğimiz yoldan gerisin geri dönerek yarım asırlık mesafeye yöneldiğimizde, “Büyük Günahlar” başlığında zikredilenleri hâlen dünkü havf ve recâ ile ravi edebiliyoruz. Çünkü çivi çakar gibi yerleştirilmişti belleklerimize.

Bırakın büyük günahı, en küçüğü bile yasaklıydı. Cehennemde yanmak ile tehdit edilmek ve o sıcaklığa dayanmayı hayâl ederken yüzümüze yerleşen acıyı dışa vurmak, en mahir tiyatrocunun dahi yansıtamayacağı bir hissedişe sahipti.

İslâm dininin kendine has terminolojisinde “günahkâr” anlamında kullanılan “fâsık” kelimesi, fıkıhta “farz” sayılan emirleri yapmayan, günah olanlar ile “büyük” diye tabir edilen günahları işleyen veya “küçük” günahları işlemekte ısrar eden kimseler için kullanılmaktadır.

Örnek verecek olursak, namaz kılmayan, zina eden veya içki içen kişiler “fâsık” olarak nitelendirilir. Bu itibarla fâsıklar, bazı İslâmî mezheplere göre müminler ve kâfirlerden sonra üçüncü bir insan topluluğu olarak betimlenir.

Günahın büyüklüğüne Nisâ Sûresi’nin 31’nci ve Şûrâ Sûresi’nin 37’nci ayetleri atıfta bulunurken, sayısal olarak da 7’den 70’e kadar rakamlara rastlarız.

Büyük günahları (kebair) hatırlayacak olursak; Allah’a ortak koşmak, haksız yere Allah’ın öldürülmesini haram kıldığı cana kıymak, intihar etmek, mukaddes değerler ve vatan müdafaası uğruna yapılan savaşlarda harp meydanından kaçmak, yetim malına göz koymak, gasp etmek, zina ve livatada bulunmak, sihir ve büyücülük yapmak, yalan söylemek, iffetli insanlara iftira atmak, yenmesi haram olan domuz eti ve benzeri şeyleri yemek, içki içmek, kumar oynamak, rüşvet alıp vermek, faiz parası yemek, israf etmek, emanete ihanet etmek, insanları çekiştirmek ve alay etmek.

Bugün bu günahların pek çoğu yapılmakta, üstelik Allah muhafaza, hayatın bir rüknü gibi görülmektedir.

Günah işleyenin hangi cezaî müeyyideye çarptırılacağı bellidir ve yoruma kapalıdır. Günahların bu denli artmasının elbette bir nedeni var ve çoğumuz bunun neden, nasıl ve nereden kaynaklandığını bilir; dijital çağa boyun eğen sosyal etkileşim, arkadaş çevresi, Kur’ân’dan ve aile terbiyesinden uzaklaşmak bunların başında gelmektedir.

Devamında yanlış evlilikler, ekonomik çıkmazlar, mahalle baskısı, inancın sorgulanması, şiddet içerikli oyunların, haberlerin ve paylaşımların merkezinde yer almak da bunlardan...

Özentiyle başlayan taklidî yaşam, bireyin özgün yaşam biçimini, inancını, karakteristik özelliklerini yok etmesi için seytanî taktiklere kulak vermesiyle birlikte kişiyi Nirvana’ya (!) sürüklemektedir. 

Okuduğumuz yahut izlediğimiz her haber, “Bu kadarı da olmaz ya hu!” dedirten cinsten. Devamında kurulan manşetler de bir o kadar tanıdık: “Ne oldu bize?” yahut “Biz bu hâle nasıl geldik?”…

Kadına şiddetin sınırlarını genişletiyoruz, hastaya ve yaşlılara da aynı şiddeti uyguluyoruz. Yetinmiyor, “pati dostlar” diye tabir edilen dilsiz hayvanlara ölüm kusuyoruz. Biri köpeğin kafasına kürekle vuruyor, bir başkası bir futbol müsabakasında kaleciyi köşe gönderi sopasıyla dövüyor…

Her şey üç beş günlük dünya için. Menfaatlerimizi her şeyin fevkinde tutuyoruz. Kazanmak uğruna yapmadığımız, tatbik etmediğimiz hain plân kalmıyor. Taşınan kartvizitlere “üçkâğıtçı, dolandırıcı” titrini eklemeliyiz. Güven ve itimadı öldürüyoruz ama doymak nedir bilmiyoruz. Haram ile helâl arasındaki sınır çizgilerini aklı evveller silmeye yelteniyor.

Büyük günahlara taş çıkartan cinsten cürüm işleniyor etrafımızda; belki de o cürmü bizzat biz işliyoruz, kim bilir?

Kur’ân’ın evrenselliği ve kendini zamana göre yenilemesinden güç alarak, gittikçe irileşen büyük günahların arasına yenilerinin girdiğini rahatlıkla söyleyebilirim.