Büyük düşünmek, ama kibirlenmeden

Ruanda Soykırımı’ndan hemen önce bölgedeki Fransız askerlerinin, aldıkları istihbaratları değerlendirmeyerek bölgeden ayrıldıkları, bazı Fransız askerlerinin ise bizzat katliamlara destek verdiği, milletlerarası raporlara yansıdı. Fransa'nın eski Cumhurbaşkanı François Mitterrand’ın, Le Figaro gazetesine 1998’de verdiği mülâkatta, “O ülkelerde bir soykırım yaşanması o kadar da önemli bir şey değil” ifadesini kullanması, hâlâ milletlerarası kamuoyunca bilinen bir gerçek…

“BÜYÜK düşünmek” ifadesi, Rabbini bilenler için bu, maverayı düşünmektir. Ki onlar, rızâ-i İlâhî dairesinde işlerini yürütürler. Dünyevî hesapları olanlar içinse dünya hayatı tekebbürün, tiranlığın ete kemiğe bürünmüş hâlidir. İslâm’la müşerref olan ecdadımız, Selçuklu ve Osmanlı Devletleri dönemlerinde İlây-ı Kelimetullah için Nizâm-ı Âlem ülküsünü hayat düsturu yapmış ve eman dileyenlerin sığındıkları liman olmuştur. Hak ile bâtılın mücadelesinde müstevlilerin hedefinde hep ecdâdımızın olması bundandır. Yüz yıl önce ehl-i salibin aradığı fırsat eline geçmiş ve İngiltere ile Fransa arasında 16 Mayıs 1916’da Osmanlı topraklarını paylaşan bir antlaşma yapılmıştı (Sykes-Picot). Bu anlaşma ile hem ata yurtlarımızla aramızda mesafeler oluşturulmuş, hem de gönül coğrafyamızın evlâd-ı Fatihan yurtları virane hâline dönüştürülmüştür. Bu bölünmüşlük hem kalplerde inşirahı yok etmiş, hem de inancımızı, kısaca medeniyet tasavvurundaki dokumuzu bozmuş, âdeta kendimize yabancı hâle gelmemizin hâl-i pürmelâlini yansıtmıştır.

Milletimizin inşâsındaki kuruluşlara yapılan saldırılar ve atılan iftiraların yanında, yine bu cümleden olmak üzere Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin son yıllarda gerek dıştaki müstevlilerce sıkıştırmaları ve gerekse içteki mankurtların yaptıklarına şâhit oluyoruz.

Mâzimize olan hasretimizi, bugünkü Devlet aklının fiilî ve amelî işlerinin muhtevasından anlayabiliriz. Ne zaman yüz yıllık kuşatmayı kırmak, itikadımız doğrultusunda kıyam ederek medeniyet tasavvurumuzdaki İlâhî kodların işaret ettiği işler yapmaya kalkışsak, dışarıdan koro hâlinde emperyalistlerin birlik olduğuna, içte ise muhalefetin Bremen mızıkacıları misâli tamtamlar çaldığına şâhit oluyoruz. Şu soru sıklıkla soruluyor: “Yapacağınız işlere neden dış devletler karışsın ki, bu sizin hüsn-ü kuruntunuz olmasın?” 

Bu sualin aynısını içimizdeki mankurtların sorması pek yadırganmamalıdır. Çünkü yüzyılın anlaşması olan kuşatmayı yapanların mekteplerinde okuyan, onlara -hâşâ- körü körüne biat eden bir nesl-i Frenkten ne beklenebilir ki? Aynı ülkenin topraklarında yaşıyor olabiliriz, ancak yediklerimiz-içtiklerimiz ayrı, sevinç ve kederlerimiz ayrı, düğün derneklerimiz ayrı ayrı… Mütefekkir Seyyid Ahmet Arvasî (ra) onlar için, “Kendilerini çok yukarılarda gören, halkı/avamı bilgisiz gören, ancak bu milletin imanından, tefekküründen bîhaber bir güruh” derdi.

Bu hususun başlangıç ve encamını arz etmemin bugünkü yazımızla alâkası, son yıllarda yaşadığımız iç ve dış vakalarda adı geçen güruhların tavırlarıdır.

Söz konusu Türkiye olunca nasıl çıldırdıklarını, kendilerine demokrat ve insan hakları savunucuları, kendilerine yarayan özgürlükler prensi olduklarına şâhit olduk, oluyoruz. Bu milletin vahdetini parçalamak, kardeş çocuklarını bölmek için, evvelâ Sünnî-Alevî, sonra Kürt-Türk, sonra lâik-antilâik, sonra doğulu-batılı diye propaganda ettiler. Akabinde çok demokrat Batı emperyalizmi, saydığımız gruplar için uyduruk mektepler- enstitüler kurdular; para ile gazete ve dergiler satın aldılar, içimizdeki mankurtlara her türlü maddî-mânevî desteği sağladılar.

Kısaca yakın tarihimizin en câni ve kan dökücü PKK, FETÖ, DHKP-C ve benzeri şen’i örgütlerini/oluşumlarını ihdas ettiler. Yeri geldikçe müstevli mantığıyla kendi kurdukları milletlerarası hüviyetteki bir sürü payanda kuruluşu ülkemiz aleyhine faaliyet icra ettirdiler. Bütün bu hainane hareketler milletimizin imanlı sînesinde parçalandı. Su uyur, düşman uyumaz...

***

Bu sefer evlâd-ı Fatihan yurtları olan Irak’ta, Suriye’de bir terör devleti kurmak, oradan Akdeniz’e bir koridor açmak istediler; yüz yılın kumpasını parçalayan Devletimiz buna müsaade etmedi. Daha sonra Doğu Akdeniz’de Sevr paçavrasını dayatmak istediler. Bunda da muvaffak olmadılar. Başta Fransa, ABD ve diğer sömürge karneleri kabarık olan müstevliler, Şimal-i Afrika’ya ve Sahra Altı Afrika’sına el attılar. Türk Devleti oyunlarını Libya’da bozdu. Aynı senaryoyu Kafkasya’ya, oradan da diğer kardeş Türk devletleri coğrafyasına taşımak istediler/istiyorlar. Elhamdülillah, Türk devlet aklı, Karabağ Zaferi ile hainlerin emellerine engel oldu.

Peki, başta ABD, AB ve diğer emperyalistlerin Türkiye ile ne alıp vermedikleri var ki her konuda karşımıza dikilirler? Mesele dinler arası bir savaş mı, medeniyetler arası çatışma mı, yoksa yeraltı/yerüstü zenginliklerinin paylaşılmaması mı?

Cevabımız hepsi, ama kimi zaman biri, başka zaman diğeri. Zira yeri gelince Müslüman mahallesinde salyangoz satan yerli mankurtlardan da istifade ederek Müslüman Kürt kardeşlerimizi kendi karındaşları olan Türklerle düşman etmenin altında dinî değerlerin ötesinde yeraltı zenginliklerinin sömürülmesi meselesi var. Bu konuda Hıristiyan-Yahudi koalisyonu söz konusu.

Doğu Akdeniz’de bir enerji pastası var; bütün emperyalistler ve hattâ onlara payanda olup İslâm kimliği taşıyan firavun soylular bile mevcût. Bütün mesele, ülkelerin ve mensubu oldukları mânevî değerlerin hayata aksedilme biçimiyle alâkalı.

***

Ortalama anlamda “Batı medeniyeti” diye tarif edebileceğimiz, el’an dünyadaki hâkim gücün mensuplarının tasavvurlarında insan, eşyanın bir parçası olarak görülür. Modernizmin çarkları, insanın haysiyetine, birey olma hilkatine karşı başında Demokles’in kılıcı gibidir.

Hülâsa, Asr-ı Saâdet’ten beri Hilâl-Haç savaşı, zaman tünelinde devam edegelen ve günümüzde yaşadığımız hakikatiyle budur. Ecdâdımız nasıl dün emperyalist Batı’nın Haçlı güruhuna karşı çıkıp Müslüman yurtları ve bizden eman bekleyen mazlumların imdadına koşmuş ise, torunları olan Devletimizin yetkililerinin de aynı iman ve feraseti göstermeleri, emperyalistlerin korkulu rüyası olmaya devam ediyor.

Bugün dünyanın jandarmalığına soyunan emperyalist ABD, dünün sömürü imparatorlukları olan Fransa, İngiltere, Hollanda, Almanya ve Rusya’nın Orta Doğu’da, Akdeniz’de Şimal-i Afrika’da ve Kafkasya’da karşımıza çıkmalarının altındaki sebep, sömürü çarklarına çomak sokmamız ve kirli oyunlarını deşifre etmemizdendir. Bu kirli ittifakın en büyük ortağı ABD’nin yaptıkları ortada. Onlar varsın, bumerang gibi kendilerine dönen Kongre Baskını’nı sorgulasınlar!

Orta Doğu’da karşımızda duran lejyoner Fransa ise Afrika ve Suriye bakımından katliamlarla dolu bir karneye sahip. Doğu Akdeniz’de de yine karşımızda Fransa. Lübnan’daki Fransız vahşeti de ortada.

Şimdilik Kafkasya’yı kenarda bırakıyorum ama “Afrika olmadan Fransa güçsüz bir ülkedir!” ifadesi, tarihin imbiğinden süzülüp gelen bir hakikattir.

***

Sömürgecilik faaliyetleri kapsamında koloniler kurarak özellikle Afrika’daki sömürgelerinde büyük insan hakları ihlâlleri yapan Fransa'nın tarihindeki katliamlar, milletlerarası kamuoyunun vicdanını rahatsız etmeye devam ediyor. Fransa, 1524’te başlattığı sömürgecilik faaliyetleriyle Afrika’nın batısında ve kuzeyinde 20’den fazla ülkede hâkimiyet kurdu. Afrika’nın yüzde 35’i, 300 yıl boyunca Fransa’nın kontrolünde kaldı.

Senegal, Fildişi Sahili ve Benin gibi ülkeler o yıllarda Fransa’nın köle ticâret merkezleri olarak kullanıldı ve bölgedeki tüm kaynaklar sömürüldü.

Fransa, siyâsî nüfuz sahibi olduğu ülkelerde de büyük insan hakları ihlâlleri gerçekleştirdi. İnsanlık tarihin en büyük soykırımlarından kabul edilen, 800 bin kişinin öldüğü 1994 Ruanda Soykırımı’nda da Fransa’nın rolü olduğu ortaya çıktı. Ruanda Soykırımı’ndan hemen önce bölgedeki Fransız askerlerinin, aldıkları istihbaratları değerlendirmeyerek bölgeden ayrıldıkları, bazı Fransız askerlerinin ise bizzat katliamlara destek verdiği, milletlerarası raporlara yansıdı. Fransa'nın eski Cumhurbaşkanı François Mitterrand’ın, Le Figaro gazetesine 1998’de verdiği mülâkatta, “O ülkelerde bir soykırım yaşanması o kadar da önemli bir şey değil” ifadesini kullanması, hâlâ milletlerarası kamuoyunca bilinen bir gerçek…

Fransa, soykırım arşivlerine erişimi engelliyor. Bütün bunların yanı sıra Fransa’ya karşı bağımsızlık savaşlarında büyük kayıplar veren ve ekonomileri çöken ülkelerden gelen işçilerin, düşük ücret karşılığında Fransızlara göre daha ağır şartlarda çalıştırıldığı, bugünkü Paris sokaklarında yaşanan gösterilerden anlaşılabilir.

Cezayir’deki katliamların faturası çok kabarık olup, Libya’da, Tunus’ta, Çad’da ve diğer Sahra altındaki ülkelerde Fransa’nın karın ağrısının ne olduğu anlaşılmaktadır. En son Mali’deki katliamsa ayrıca araştırılması gereken bir vahim konudur.

Son yıllarda Devletimizin aklı ve imanı bütün yetkililerinin, ecdâdın yolundan giden, ufukların ötesinde bile mağdurların olabileceğini hesap eden bir ferasetle, başta milletdaşlarına/soydaşlarına ve o ülkelere, sonra bilâd-i İslâm’ın dünyevî mânâda bîkes (Sahip, Yüce Allah’tır) ülkelere ve gönül coğrafyamıza -şartlar muvacehesinde- sahip çıkması, imanımızın icabıyla tarihin bize yüklediği, sancağımızın gölgesinin büyüklüğünün bir işaretidir. Hazreti Peygamber’in hatırasına binaen ve Osmanlı Cihan Devleti’nin yadigârı olan siyah tenli, Habeşli Bilâl’in torunları olan Afrika’yı unutması mümkün müdür? Ta Çin’den-Maçin’den, Okyanus ötesinden gelenlerin, gelip de ticâret diye sömürmeye çalıştıkları Kara Kıta’ya bizim bigâne kalmamız ne akla, ne de imana sığar.

Vesselâm…