“BÜYÜK düşünmek”
ifadesi, Rabbini bilenler için bu, maverayı düşünmektir. Ki onlar, rızâ-i İlâhî
dairesinde işlerini yürütürler. Dünyevî hesapları olanlar içinse dünya hayatı
tekebbürün, tiranlığın ete kemiğe bürünmüş hâlidir. İslâm’la müşerref olan
ecdadımız, Selçuklu ve Osmanlı Devletleri dönemlerinde İlây-ı Kelimetullah için
Nizâm-ı Âlem ülküsünü hayat düsturu yapmış ve eman dileyenlerin sığındıkları
liman olmuştur. Hak ile bâtılın mücadelesinde müstevlilerin hedefinde hep ecdâdımızın
olması bundandır. Yüz yıl önce ehl-i salibin aradığı fırsat eline geçmiş ve İngiltere ile Fransa arasında 16
Mayıs 1916’da Osmanlı topraklarını paylaşan bir antlaşma yapılmıştı (Sykes-Picot). Bu anlaşma ile hem ata yurtlarımızla
aramızda mesafeler oluşturulmuş, hem de gönül coğrafyamızın evlâd-ı Fatihan
yurtları virane hâline dönüştürülmüştür. Bu bölünmüşlük hem kalplerde inşirahı
yok etmiş, hem de inancımızı, kısaca medeniyet tasavvurundaki dokumuzu bozmuş, âdeta
kendimize yabancı hâle gelmemizin hâl-i pürmelâlini yansıtmıştır.
Milletimizin inşâsındaki kuruluşlara
yapılan saldırılar ve atılan iftiraların yanında, yine bu cümleden olmak üzere Türkiye
Cumhuriyeti Devleti’nin son yıllarda gerek dıştaki müstevlilerce sıkıştırmaları
ve gerekse içteki mankurtların yaptıklarına şâhit oluyoruz.
Mâzimize olan hasretimizi, bugünkü Devlet
aklının fiilî ve amelî işlerinin muhtevasından anlayabiliriz. Ne zaman yüz
yıllık kuşatmayı kırmak, itikadımız doğrultusunda kıyam ederek medeniyet
tasavvurumuzdaki İlâhî kodların işaret ettiği işler yapmaya kalkışsak, dışarıdan
koro hâlinde emperyalistlerin birlik olduğuna, içte ise muhalefetin Bremen
mızıkacıları misâli tamtamlar çaldığına şâhit oluyoruz. Şu soru sıklıkla
soruluyor: “Yapacağınız işlere neden dış devletler karışsın ki, bu sizin hüsn-ü
kuruntunuz olmasın?”
Bu sualin aynısını içimizdeki
mankurtların sorması pek yadırganmamalıdır. Çünkü yüzyılın anlaşması olan
kuşatmayı yapanların mekteplerinde okuyan, onlara -hâşâ- körü körüne biat eden
bir nesl-i Frenkten ne beklenebilir ki? Aynı ülkenin topraklarında yaşıyor
olabiliriz, ancak yediklerimiz-içtiklerimiz ayrı, sevinç ve kederlerimiz ayrı, düğün
derneklerimiz ayrı ayrı… Mütefekkir Seyyid Ahmet Arvasî (ra) onlar için, “Kendilerini çok yukarılarda gören, halkı/avamı
bilgisiz gören, ancak bu milletin imanından, tefekküründen bîhaber bir güruh”
derdi.
Bu hususun başlangıç ve encamını arz
etmemin bugünkü yazımızla alâkası, son yıllarda yaşadığımız iç ve dış vakalarda
adı geçen güruhların tavırlarıdır.
Söz konusu Türkiye olunca nasıl
çıldırdıklarını, kendilerine demokrat ve insan hakları savunucuları, kendilerine
yarayan özgürlükler prensi olduklarına şâhit olduk, oluyoruz. Bu milletin
vahdetini parçalamak, kardeş çocuklarını bölmek için, evvelâ Sünnî-Alevî, sonra
Kürt-Türk, sonra lâik-antilâik, sonra doğulu-batılı diye propaganda ettiler.
Akabinde çok demokrat Batı emperyalizmi, saydığımız gruplar için uyduruk
mektepler- enstitüler kurdular; para ile gazete ve dergiler satın aldılar, içimizdeki
mankurtlara her türlü maddî-mânevî desteği sağladılar.
Kısaca yakın tarihimizin en câni ve
kan dökücü PKK, FETÖ, DHKP-C ve benzeri şen’i örgütlerini/oluşumlarını ihdas
ettiler. Yeri geldikçe müstevli mantığıyla kendi kurdukları milletlerarası
hüviyetteki bir sürü payanda kuruluşu ülkemiz aleyhine faaliyet icra ettirdiler.
Bütün bu hainane hareketler milletimizin imanlı sînesinde parçalandı. Su uyur,
düşman uyumaz...
***
Bu sefer evlâd-ı Fatihan yurtları
olan Irak’ta, Suriye’de bir terör devleti kurmak, oradan Akdeniz’e bir koridor
açmak istediler; yüz yılın kumpasını parçalayan Devletimiz buna müsaade etmedi.
Daha sonra Doğu Akdeniz’de Sevr paçavrasını dayatmak istediler. Bunda da
muvaffak olmadılar. Başta Fransa, ABD ve diğer sömürge karneleri kabarık olan müstevliler,
Şimal-i Afrika’ya ve Sahra Altı Afrika’sına el attılar. Türk Devleti oyunlarını
Libya’da bozdu. Aynı senaryoyu Kafkasya’ya, oradan da diğer kardeş Türk devletleri
coğrafyasına taşımak istediler/istiyorlar. Elhamdülillah, Türk devlet aklı,
Karabağ Zaferi ile hainlerin emellerine engel oldu.
Peki, başta ABD, AB ve diğer
emperyalistlerin Türkiye ile ne alıp vermedikleri var ki her konuda karşımıza
dikilirler? Mesele dinler arası bir savaş mı, medeniyetler arası çatışma mı,
yoksa yeraltı/yerüstü zenginliklerinin paylaşılmaması mı?
Cevabımız hepsi, ama kimi zaman biri,
başka zaman diğeri. Zira yeri gelince Müslüman mahallesinde salyangoz satan
yerli mankurtlardan da istifade ederek Müslüman Kürt kardeşlerimizi kendi
karındaşları olan Türklerle düşman etmenin altında dinî değerlerin ötesinde yeraltı
zenginliklerinin sömürülmesi meselesi var. Bu konuda Hıristiyan-Yahudi
koalisyonu söz konusu.
Doğu Akdeniz’de bir enerji pastası
var; bütün emperyalistler ve hattâ onlara payanda olup İslâm kimliği taşıyan
firavun soylular bile mevcût. Bütün mesele, ülkelerin ve mensubu oldukları mânevî
değerlerin hayata aksedilme biçimiyle alâkalı.
***
Ortalama anlamda “Batı medeniyeti”
diye tarif edebileceğimiz, el’an dünyadaki hâkim gücün mensuplarının
tasavvurlarında insan, eşyanın bir parçası olarak görülür. Modernizmin
çarkları, insanın haysiyetine, birey olma hilkatine karşı başında Demokles’in
kılıcı gibidir.
Hülâsa, Asr-ı Saâdet’ten beri Hilâl-Haç
savaşı, zaman tünelinde devam edegelen ve günümüzde yaşadığımız hakikatiyle
budur. Ecdâdımız nasıl dün emperyalist Batı’nın Haçlı güruhuna karşı çıkıp
Müslüman yurtları ve bizden eman bekleyen mazlumların imdadına koşmuş ise,
torunları olan Devletimizin yetkililerinin de aynı iman ve feraseti
göstermeleri, emperyalistlerin korkulu rüyası olmaya devam ediyor.
Bugün dünyanın jandarmalığına
soyunan emperyalist ABD, dünün sömürü imparatorlukları olan Fransa, İngiltere,
Hollanda, Almanya ve Rusya’nın Orta Doğu’da, Akdeniz’de Şimal-i Afrika’da ve Kafkasya’da
karşımıza çıkmalarının altındaki sebep, sömürü çarklarına çomak sokmamız ve
kirli oyunlarını deşifre etmemizdendir. Bu kirli ittifakın en büyük ortağı
ABD’nin yaptıkları ortada. Onlar varsın, bumerang gibi kendilerine dönen Kongre
Baskını’nı sorgulasınlar!
Orta Doğu’da karşımızda duran lejyoner
Fransa ise Afrika ve Suriye bakımından katliamlarla dolu bir karneye sahip. Doğu
Akdeniz’de de yine karşımızda Fransa. Lübnan’daki Fransız vahşeti de ortada.
Şimdilik Kafkasya’yı kenarda
bırakıyorum ama “Afrika olmadan Fransa güçsüz bir ülkedir!” ifadesi, tarihin
imbiğinden süzülüp gelen bir hakikattir.
***
Sömürgecilik
faaliyetleri kapsamında koloniler kurarak özellikle Afrika’daki
sömürgelerinde büyük insan hakları ihlâlleri yapan Fransa'nın
tarihindeki katliamlar, milletlerarası kamuoyunun vicdanını rahatsız etmeye
devam ediyor. Fransa, 1524’te başlattığı sömürgecilik faaliyetleriyle Afrika’nın
batısında ve kuzeyinde 20’den fazla ülkede hâkimiyet kurdu. Afrika’nın yüzde
35’i, 300 yıl boyunca Fransa’nın kontrolünde kaldı.
Senegal,
Fildişi Sahili ve Benin gibi ülkeler o yıllarda Fransa’nın köle
ticâret merkezleri olarak kullanıldı ve bölgedeki tüm kaynaklar
sömürüldü.
Fransa,
siyâsî nüfuz sahibi olduğu ülkelerde de büyük insan hakları ihlâlleri
gerçekleştirdi. İnsanlık tarihin en büyük
soykırımlarından kabul edilen, 800
bin kişinin öldüğü 1994 Ruanda Soykırımı’nda da Fransa’nın rolü olduğu ortaya çıktı.
Ruanda Soykırımı’ndan hemen önce bölgedeki Fransız askerlerinin, aldıkları
istihbaratları değerlendirmeyerek bölgeden ayrıldıkları, bazı Fransız
askerlerinin ise bizzat katliamlara destek verdiği, milletlerarası raporlara
yansıdı. Fransa'nın eski Cumhurbaşkanı François Mitterrand’ın, Le Figaro
gazetesine 1998’de verdiği mülâkatta, “O ülkelerde bir soykırım yaşanması o
kadar da önemli bir şey değil” ifadesini kullanması, hâlâ milletlerarası kamuoyunca
bilinen bir gerçek…
Fransa, soykırım arşivlerine erişimi
engelliyor. Bütün bunların yanı sıra Fransa’ya karşı bağımsızlık savaşlarında
büyük kayıplar veren ve ekonomileri çöken ülkelerden gelen işçilerin, düşük
ücret karşılığında Fransızlara göre daha ağır şartlarda çalıştırıldığı, bugünkü
Paris sokaklarında yaşanan gösterilerden anlaşılabilir.
Cezayir’deki katliamların faturası
çok kabarık olup, Libya’da, Tunus’ta, Çad’da ve diğer Sahra altındaki ülkelerde
Fransa’nın karın ağrısının ne olduğu anlaşılmaktadır. En son Mali’deki katliamsa
ayrıca araştırılması gereken bir vahim konudur.
Son yıllarda Devletimizin aklı ve
imanı bütün yetkililerinin, ecdâdın yolundan giden, ufukların ötesinde bile
mağdurların olabileceğini hesap eden bir ferasetle, başta milletdaşlarına/soydaşlarına
ve o ülkelere, sonra bilâd-i İslâm’ın dünyevî mânâda bîkes (Sahip, Yüce Allah’tır)
ülkelere ve gönül coğrafyamıza -şartlar muvacehesinde- sahip çıkması, imanımızın
icabıyla tarihin bize yüklediği, sancağımızın gölgesinin büyüklüğünün bir
işaretidir. Hazreti Peygamber’in hatırasına binaen ve Osmanlı Cihan Devleti’nin
yadigârı olan siyah tenli, Habeşli Bilâl’in torunları olan Afrika’yı unutması
mümkün müdür? Ta Çin’den-Maçin’den, Okyanus ötesinden gelenlerin, gelip de ticâret
diye sömürmeye çalıştıkları Kara Kıta’ya bizim bigâne kalmamız ne akla, ne de
imana sığar.
Vesselâm…