Büyük adam ayakkabısı

O gün İhsan eve gelmedi, ertesi gün de… Herkes seferber olmuş dağ bayır onu arıyordu. Nehrin kenarında yapılan aramada paçaları iplik iplik olmuş bir pantolon ve kirden rengi bilinmeyen bir gömlek buldular. Biraz daha ileride ise yeni boyanmış siyah deriden, yüksek ökçeli “büyük adam ayakkabıları” duruyordu. Nehir, bir küheylanın asiliğiyle nereye çarpacağını bilmeden köpüre köpüre akıyordu.

İHSAN, yeni boyanmış siyah deri ayakkabıların ökçelerinden çıkan sesin zihninde oluşturduğu hislerle öğretmenini dinliyordu. “Büyük adam olmak, böyle bir şey” diyordu içinden. “Topuklarından ses geliyorsa, artık büyük adam olmuşsun demektir.” Kendi ayaklarındaki kara lastik ayakkabılara baktıkça öğretmenin kundura ayakkabıları gözünde büyüdükçe büyüyordu.

İlkokulun üçüncü sınıfındaydı ve babasını hatırlamayacak kadar küçükken kaybetmişti. Evde altı çocuk ve babalarından emanet gözleri görmeyen halasının tüm yükü annesinin omuzlarındaydı. Psikolojisi bozuk iki ablası, ağabeyi ve iki kız kardeşiyle bu evin içindeki sefil yokluk ve konu komşunun çekinerek yaklaştığı tuhaf tutumlarıyla herkesten uzak bir hayat yaşıyorlardı. Normal ailelere göre bir parça garip görüldükleri doğruydu. Kulaktan kulağa çok vehimli oldukları, hatta etraftakilerle ufak sebeplerden kavga çıkardıkları için de daima mesafeli davranılırdı. Çoğu defa bir tas çorbayı bile reddeder, bunun altında anlamsız sebepler ararlardı. Babadan kalma topraklarında adanmışçasına çalışır, hiç kimseden en ufak bir yardımı kabul etmezlerdi. Sekiz kişilik bu aile yaz aylarında geceyi gündüze katarak mahsulü toplar, sonbaharda kışın ısınmak için haftalarca ormandan odun tedarik eder ve kış aylarında ise hayvanların bakımıyla ilgilenerek geçinip giderdi.

İhsan, okumaya olan merakı, keskin zekâsı ve derslerine gösterdiği titizlikle öğretmeninin dikkatini çekmişti. Bu sarışın, çakır gözlü, çatık kaşlı çocuğun mutlaka değerlendirilmesi gerektiğini söylüyordu. Ara ara onunla kısa sohbetler ediyor, başını okşuyor ve onun düşlerine cesaret verecek cümleler kuruyordu. 

İhsan orta okul ve lise eğitimini köylerine yürüme mesafe olan ilçede tamamladı. Liseyi bitirdiğinde iyice büyümüş, uzun boylu, yapılı ve gözü kara bir delikanlı olmuştu. Bu “gözü karalık” ahali tarafından normalin dışında, evdeki ablalarının ruh halinin İhsan’daki yansıması olarak yorumlanıyordu. Birkaç yıl önce bir ablası, yakın zamanda da diğer ablası evlenmişti. Fısıltılarla konuşulanlarsa koca evinde sıkıntılar çıkardıkları yönündeydi.

70’li yılların ortalarıydı… Postacı elindeki zarfı Hayat anneye uzattı. Şaşkınlıkla baktı ve “Ne ola ki?” dedi sadece. Postacı, “Senin oğlan İhsan’a, gelince verirsin” dedi ve gitti. Akşam saatleri bahçeden döndüğünde zarf hâlâ Hayat annenin elindeydi. “Sana gelmiş”dedi ve uzattı. Heyecanlandı İhsan, yırtarak açtı zarfı ve yazılı birçok kısmı atladı, sonuna odaklandı. “… Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Biyoloji Bölümü…”  Annesi “İhsan… İhsan…” diye seslendikten sonra ancak kendine gelebildi. “Neymiş oğul o gelen?”sorusunun cevabı Hayat anneyi buz gibi yaptı. “Anne, büyük okul okuyacağım, büyük adam olacağım. Niye durdun kaldın öyle?” dese de annesi için bu söylediklerinin hiçbir önemi yoktu. 

Takvimler eylül ayının sonunu gösterirken İhsan, eski bir valizin içine ancak bir pantolon bir de gömlek koydu. Onlar da bağda bahçede giyindiklerinden halliceydi. Annesi, abisi ve kardeşleriyle vedalaşıp otobüse bindi ve okuluna doğru kurduğu hayallerle yol aldı. Sınavlara girdiğinde görmüştü ve oldukça etkilenmişti üniversite ortamından. Artık farklı bir hayatın adayı olma fikrinin İhsan için tarifi yoktu. 

Eski, küçük, kirli bir otelde geceyi geçirdi. Sabah kampüse gidip oradan da bölümünün olduğu binaya geçti. Gördüğü herkesi adeta takip eder gibi seyrediyordu. Kıyafetleri, konuşmaları, rahat tavırları İhsan için birer hayret sebebiydi. 

Aradan geçen birkaç günden sonra kendini biraz daha rahatlamış hissetti. Onun gibi ilk yılı olan bölüm arkadaşıyla bir göz oda kiralayıp, boş zamanlarında da bu odanın kirasını çıkarmak için bulduğu işte çalışacaktı.

İlerleyen zamanla beraber İhsan ortama oldukça uyum sağlamış, dahası o yıllarda üniversitelerde iyice artan siyâsî hareketlere bile ufaktan dikkat kesilir bile olmuştu. Grupların söylemleri eylemlerle destekleniyor, hiç beklemedikleri bir anda arkadaşlarıyla ilgili kötü haberler alıyorlardı. Aynı vatanın çocukları birbirlerinin en büyük düşmanıydı. Gece yarılarında basılan öğrenci evleri, köşe başlarına kurulan pusular, yürüyüşler, duvarlara yazılan yazılar ve öğrencileri örgütleyen tehlikeli güçler… Kime sorsan sebebini, kendince “vatan” diyordu.

Bu olaylarla beraber İhsan son günlerde okulu bir hayli boşlamıştı. Saçlarını kazıtmış, dudaklarının kenarlarından aşağı inen bıyıklarını uçlarını yay gibi inceltmişti. Uzun boyu, yapılı bedeni, çatık kaşları ve çakmak gibi yanan çakır gözleriyle öfkenin en keskin hâlini taşıyordu üzerinde. Ağzından hiç düşürmediği sigarası, bit pazarından aldığı siyah deriden yüksek ökçeli ayakkabıları ve arka arkaya çektiği tesbihi onu bu olayların içinde kolay tarif edilir bir karakter yapmıştı. Artık sokaklara, caddelere hatta kıraathanelere kadar sızan olaylarda İhsan aranan bir fedai gibi olmuştu.  

Mahalledeki kıraathanede, sobanın yanındaki masada çayını yudumlayan İhsan, yanına sokulan Rıza’nın sesiyle birden irkildi. Bir sandalye çekip yanına oturdu ve “Reis seni görmek istiyor. Gece yarısı her zamanki yerde. Dikkat çekmemeye çalış, her köşe başını tutmuşlar. Nerede karşına çıkacaklarını kestiremiyorsun” diye de nasihatte bulundu. İhsan “olur” ifadesiyle başını salladı. 

Vakit gece yarısına yaklaşınca ceketinin yakalarını yukarı kaldırdı, sigarasını yaktı ve karanlık gecenin her zerresine vuran topuklarının seslerini dinlerken büyük bir adam gibi sokakta kayboldu. Ertesi sabah arkadaşları İhsan’ı soruyorlardı. Reis’in yanına da uğramamıştı. Günlerce kimse ondan haber alamadı. Belki bir hafta olmuştu ki ev arkadaşı Kadir, İhsan’ın feci şekilde dövüldüğünü, kafasından ağır darbeler aldığını, şu anda da hastanede yattığı haberini getirdi. 

Altı kişilik odada kafası ve kolu sargılı, gözleri tavana dikili bir hâlde yatan İhsan, onu ziyarete gelen hiç kimseyi tanımadı. Dahası gözlerini tavandan bir saniye bile ayırmadı. Ağabeyi başında oturmuş, öfkeli hatta tedirgin edici bakışlarla arkadaşlarını inceliyordu. Hiç konuşmadı onlarla, ne olmuş olacağına dair soru bile sormadı. Bir hafta sonra doktorun “Gözünüzü üzerinden ayırmayın, her an birine zarar verme ihtimali söz konusu”cümleleriyle İhsan’ı almış ve memlekete geri dönmüştü.

İhsan eve döndü ama bir daha hiç konuşmadı. Duruşu, bakışları kısacası her hâli artık ailesini bile ürkütür olmuştu. Ne zaman aklına eserse o saatte dışarı çıkıyor, amaçsızca dolaşıyordu. Bakkal dükkânlarından işaretle sigara istiyor, birini söndürmeden diğerini yakıyordu. Ayaklarında ise yaz kış siyah yüksek ökçeli ayakkabıları... Ansızın kimin karşısına çıksa korkudan donup kalacak kadar ürkünç bir vaziyetteydi artık. Annesi oldukça yaşlanmış, İhsan’ın sorumluluğunu yüklenecek ağabeyi ise tedirgin, öfkeli ve kuşkucu ruh hâliyle bu durumu idare edemiyordu. 

Bu kaçıncı mevsimdi bilinmiyordu ama yepyeni bir ilkbaharın şenliği gözün gördüğü her yerdeydi. Etraf yeşermiş, rengârenk çiçeklerle bezenmişti kırlar. Nehirler, çaylar bahar yağmurlarıyla beslenmiş, şakırtısıyla bu ahenge ortak olmuştu. O gün İhsan eve gelmedi, ertesi gün de… Herkes seferber olmuş dağ bayır onu arıyordu. Nehrin kenarında yapılan aramada paçaları iplik iplik olmuş bir pantolon ve kirden rengi bilinmeyen bir gömlek buldular. Biraz daha ileride ise yeni boyanmış siyah deriden, yüksek ökçeli “büyük adam ayakkabıları” duruyordu. Nehir, bir küheylanın asiliğiyle nereye çarpacağını bilmeden köpüre köpüre akıyordu.