SONSUZLUĞU bilir misin? Uçsuz
bucaksız bir evren... Sayısız yıldız ve galaksi… Ve onların da arkalarına gizlenmiş
gezegenler… Belki de o gezegenlerin bazılarında yaşanan hayatlar… Işık
yıllarıyla bile hesaplanamayan uzaklıklar… Vaktin oldu mu düşünmeye?
“1
ışık yılı” tâbiri, algılarımızı fazla etkilemiyor ama şu şekilde açsak: Işık,
saniyede yaklaşık 300 bin kilometre hıza sahip. Diğer bir ifadeyle, insanın
canının her istediği zaman gidemediği Ay’a ışığın neredeyse bir saniyede
varması… Gökbilimde en yaygın kullanılan uzunluk
birimi, ışığın bir yılda (Dünya’nın Güneş etrafında bir kez dönmesi
sırasında geçen süre olan 365 gün 6 saat) kat ettiği mesafeyi belirten hız
birimi, “ışık yılı”dır. 1 ışık yılı, yaklaşık 9 trilyon kilometredir.
Bu bilgi için en fazla söyleyebileceğimiz şey, “İlginç!” deyip konuyu
geçiştirmek…
Bir
ışık bir yılda bırakın Güneş’e varmayı, Güneş’e belli bir uzaklıkta ve onun
etrafında bir tur atıyor. Bir şekilde ışığı bir uzay aracına çevirip içine
binebilirsek, sadece bir sene gibi kısa bir sürede Güneş’in etrafında tur
atabileceğiz. Sahi, bizler bir senede ne kadar yol aldık?
Gün
geçmiyor ki, teknolojinin gelişmesiyle, “En uzakta keşfedildi” şeklinde haber
yapılan galaksilerden bahsedilmesin. Bir haberde, 400 milyon ışık yılı uzakta
bir galaksinin keşfedildiği belirtilmişti; bir süre sonra bu rakam, korkunç bir
başka rakamla yer değiştirdi: 30 milyar ışık yılı uzakta bir galaksi keşfi…
Merak ediyorum, bu rakam hangi inanılmaz rakamla yer değiştirecek?
Ancak
gelin, önce en son keşiflerden biri olan ve 30 milyar uzaklıkta keşfedilen “z8_GND_5296” ismi verilen galaksiye bakalım!
30 milyar ışık yılını hesaplayalım önce. Gayet kolay olacak,
değil mi? 9 ve yanına 12 tane sıfır ile 30 ve yanına 9 sıfırı yerleştirerek çarpacağız
sadece. “9000000000000 çarpı 30000000000”… “270000000000000000000000 kilometrelik”
mesafe! Ki bu mesafe, sadece gözlemlenen bir galaksiye ait. Gözlemlenemeyen
kısmına hiç girmeyelim isterseniz…
Bu bol sıfırlı mesafelerin sizde nasıl bir etki yaptığını
bilemiyorum ama beni inanılmaz derecede sarsıyor. Bilimin hangi sayfasını
açsanız, aklın yerinden çıkacağı gizemler, olağanüstü oluşlar, inanılmaz şeyler
ortaya çıkıyor. Okyanusların dibinde keşfedilen bir canlı olabilir bu. Bir su
ayısı meselâ… Hayatta bilinen en dayanıklı varlıklardan biri... Birçok canlının
hayatta kalamayacağı şartlara dayanıklı bu canlının sadece 0.5 milim kadar bir
büyüklükte olması bile düşünme sistemlerini infilâk ettiriyor.
Ya bedenimiz, içindeki trilyonlarca hücre ve hücre
fabrikalarındaki inanılmaz yaşam? Hücre çekirdeğinde yer alan ve en hassas
elektron mikroskoplarıyla ancak görülen yapılardaki evrenin en muhteşem kütüphânesine
ne dersiniz? Evrende ve bedenimizde nereye yol alırsanız alın, aklınız havaya
uçacak. Tüm insanlığın ömrü, var olmuş ve olmaya devam eden yaşama dair bilgiyi
tamamen ortaya çıkarmaya yetmeyecek. Bu, şu anlama geliyor: Ne kendimizi, ne de
evreni çözmeye, anlamaya, okumaya ve anlatmaya zamanımız yetebilir. Bütün
insanlık, hiç uyumasa ve sadece kendisi ile evreni araştırsa bile finâli
göremeyecek! Ve acı olan o ki, insanlığın büyük bir kısmının böyle bir derdi yok
zaten…
Gerçekten o kadar az insan kendini ve yaşamı keşif için
uğraşıyor ki, elde edilen verinin, bütünün içinde ne kadar yer kapladığını siz
düşünün… Yaşamı ve kendimizi keşif için bize lâzım olan çok değerli ve çok
kısıtlı zamanımızı ne ile geçiriyoruz peki? Bölmek, uyumak, daha iyi beslenmek,
konforlu ve lüks yaşamak, daha zengin olmak derdiyle bir yerlerde birilerinin
daha aç olduğu gerçeğinden uzaklaşmak, biraz gezmek, biraz aile ile vakit
geçirmek, doğmak, büyümek ve ölmek ile…
Savaşları, açlığı, vahşeti, sapkınlığı, tembelliği keşfetti
insan. Bu keşiflerle öldürdü büyük insan kitlelerini ve onların keşfedeceği nice
hakikati.
Şimdi!
Birleşmiş Milletler’e, NATO’ya, G7’ye, G20’ye, ülke liderlerine,
siyâsetçilere, din adamlarına, parça parça, sokak sokak bölünmeye devam eden
insanlığa ve “Kalbim temiz, iyiyim böyle” diyerek hareket edemeyenlere diyorum
ki, “Durun! Ayrılmaya, uzaklaşmaya, parçalanmaya bir son verin! 1000000000000000000000000
ve daha arkasına kaç sıfır geleceği belli olmayan kilometrelik bir yaşama neden
sığamıyorsunuz? Sonu asla gelemeyecek bir keşif okyanusunun ortasında sizi
rahatsız eden şey ne, neden bu kadar umursamazsınız? İnsan insana neden bu
kadar uzak ve insan insana neden yaşamı dar etmek zorunda? Allah aşkına, neden ‘bütün’
olamıyoruz?”.
Gerçekten merak ediyorum; maldan, mâkâmdan, güçten,
hırstan, inattan başka ne bahanemiz var insanlığa yaşamı dar etmek için? Bilim
adamları şu an, evet şu an, ellerindeki tüm işleri bırakmalı ve bir grup insanın
neden yaşamı ve insanları yok etmek ve kendi amaçları doğrultusunda kullanmak
istediğini araştırmalı. “Şeytana, nefse uyuyorlar” açıklamaları ya da “İnsan
böyle şeyler yapar” demekle yol alamayız. Hastayız ve tedavi edilmeliyiz. Bunun
için uğraşmalıyız artık bence.
Birleşmekten, paylaşmaktan, özür dilemekten, karşındakini
haklı bulmaktan, dinlemekten, sebepsizce bir başkasını sevmek ve onunla
ilgilenmekten, ben değil biz olmaktan, kendimizi araştırmaktan neden bu kadar
korkuyoruz? Bütün koşuşturmacaların sonu bir parça toprakta son bulmayacak mı?
Sahip olunan güç, zenginlik, iktidar ne için? Az zaman sonra şu dünyadan
ayrılırken bir hırka, bir çorap bile götüremeyeceğimizi bile bile neden bu
inat? Gidenin gidişi uyandırmıyor, insanlık enkaz altında, duyan yok mu? Haklı,
güçlü, zengin, üstün olmak adına milyarlarca insanın akıbetini hiçe sayan
iktidar sahibi gizli insanlık düşmanları, kendilerine iktidar olamadıklarını
göremeyecek kadar kör ve sağırlar mı?
Hiçbir matematikçi çözemeyecek bu problemi sanırım. Çok bilinmeyenli bir denklem değil bu, öyle olsa çözülürdü. Problem belli, çözümü belli, ama insan uygulamaya geçirip de iyileşmek istemiyor. Dışarıda bir şeylerle uğraşmayı bırakıp biraz kendiyle ilgilense bile o kadar çok şey değişir ki… Fakat insan, insanın kıyâmeti oldu! Beklenen büyük kıyâmet bile insana acır oldu. Kendi türüne eziyet eden varlığa bir de “akıllı” demiyorlar mı, gerçekten çok ilginç!
Nereye kadar?
Kendimiz için inşâ etiğimiz şey lüks, konfor, güç ve zenginlikle
“gelecek” adı altında çoğu zaman içsel hazînelerden yoksun bir felâketten başka
bir şey değil. Sahip olunan ve olunması için mücadelesi verilen şey kendimiz,
gelişimimiz ve içsel keşiflerimiz değil de sebepler, maddî unsurlar,
beğenmeler, alkışlar ve hırs ise, kavuşacağımız şey, avuntu düşüncelerden
başkası olmayacak. Çoğu insanın hayâli zaten o kadar sınırlı ki, bir ev, bir
araba ve evinin balkonundan bir parça gökyüzüne, karşısındaki apartmana bakmak,
yoldan geçen arabaları izlemek ve arada bir AVM’ye uğrayıp zaman geçirebilmek…
Bir işi ve yetecek kadar geliri varsa, birçok kişi için zaten hayâl ve hedef
unsurları çoktan rafa kalkmıştır bile… Zaten ne yapacaktı ki(!)? Bir uzay
gemisi inşâ edip yeni bir gezegen keşfetmeye çıkacak değil ya? Ya da herhangi
bir bilim dalında uzmanlaşıp yeni keşifler yapmak? Birileri bir yerlerde bu tür
şeylerle uğraşıyordur zaten, değil mi?
Hayâl kurmayı başıboş bir düşünce olarak değerlendirenlere
şunu söylemek isterim: Hayâl kurmadan medeniyet inşâ edilmez, tüm keşiflerin
başlangıç noktası hayâl kurmaktır. Beyin gelişiminin en önemli yakıtı hayâldir.
Hayâl olmadan düz mantık hapishânesinden, alışkanlıklardan yani içimizdeki
aktif gen programının esâretinden kurtulmak mümkün değildir. Herkes gibi
olmaktan, dünü yaşamaktan kurtulmak istiyorsanız, kavramlar arasında farklı ve
sıra dışı bağlantılar kurmanız gerek.
Hepimizin bilinçli zihinler ve mânevî olarak belli bir
olgunluğa kavuşmuş bir kalbe sahip, araştırmacı, ömür boyu öğrenci olan kişiler
ve kurumlar tarafından yönlendirilmeye ihtiyacı var. Öğrenci olmaya, hep
beraber öğrenmeye, öğrenirken önce kendimizi keşfetmeye, keşfettikçe
meraklanmaya ve anladıkça birleşmeye ihtiyacımız var. İnsanlık şemsiyesi
altında bir olabiliriz. Varlığımızı ve var olan yaşamın sonsuz çeşitliliğini
araştırarak, paylaşarak, yarışarak, bölüşerek, severek inanılmaz bir yaşam ve
inanılmaz bir gelecek inşâ edebiliriz. Birbirimize önem vererek ve dinleyerek,
mucizelerle süslü bir hayat sürebiliriz.
Çocukluk yıllarımdan başlayarak okul, askerlik, iş ve ev hâllerime
bakıyorum da, en net gördüğüm şey, sürekli ama sürekli olarak sizden bir şey
istenmesi… Bu, arkadaşlarla oynadığınız bir oyun bile olsa aynı! Sürekli
sorumluluk almanız, kurallara uymanız, dinlemeniz gereken bir şeyler var.
Yapmanız gerekenler hiç bitmezken, nasıl kâşif olacaksınız, kendinize ne ara
yol alacaksınız ki? Sürekli birilerinin isteğini yerine getirme alışkanlığı
edinen insanlar, artık birileri ondan bir şey istememeye başladığında boşluğa
düşüyorlar.
Düşünsenize, dünyada çok fazla sayıda insan kendiyle nasıl
vakit geçireceğini bilmiyor. Sürekli ya istekte bulunmaya, ya istekleri
gerçekleştirmeye odaklamış yaşamını. Gerçekten trajik ve dehşet verici bir
durum!
Diğer yandan, sürekli sizden bir şey isteyen toplumun,
idarecilerin, eğitimcilerin neyi amaçladıklarını gerçekten merak ediyorum.
Bunun açık anlamı bence şu: “Haydi konuş/yap/ver/dinle/anla/yaz! Haydi!”
Allah aşkına, önce siz verin! İnsana önce kendini
kazandırın! İç dünyasını, sorumluluğu, yaşamı, canlı ve cansız varlıkları,
sevgiyi, paylaşmayı, dinlemenin güzelliğini tanıtın ve bunu yaparken önce onu
bir varlık olarak onaylayın, kalbinizden o kalbe sağlam bir köprü inşâ edin! O
köprüden istediğiniz şeyi rahatlıkla taşıyabilirsiniz.
Köprü
Uçsuz
bucaksız uzayın derinliklerinde şu âna kadar tespit edilen en değerli şey
nedir? Bildiğim kadarıyla mavi bir mücevher… İçinde yaşam barındıran yuvarlak
mucize… Mavi mucize içinde de evrendeki en değerli mücevher olan insan…
Olağanüstü bir canlı ve hazîne olan insanın uzayın mavi mücevheri içerisinde
kendi türünden bir kısmını daha değerli, daha üstün ve daha zengin, daha haklı
kılmak adına türünün geri kalan kısmına eziyet etmesine ne dersiniz? Bunu
anlamama yardımcı olunuz!
Zaten
bütün olarak hazîne olan bir gezegeni parça parça sahiplenme, bazı bölgelerini
diğer bölgelere göre daha değerli nitelendirerek oralara sahip olma hakkını
kendinde bulma, daha da ileri giderek bu uğurda kendi türünü yok etmeye
çalışma, nasıl bir akıl ve mantık işidir?
Çığlık
çığlığa bir girdap var içimde. Anlamak adına gecelerden gündüzlere, rüyalardan
gerçeklere düşüp duruyorum. Zihnim yara bere içinde… İster gücümüz,
zenginliklerimiz, hırslarımız, üstünlük ve ünümüzdeki haklılığımız olsun, ister
zayıflıklarımız, yaptığımız iyilikler ve ibâdetlerimiz, başarılar, yoksulluğumuz
ve hastalığımız gibi unsurlar yahut iş, okul veya tembelliklerimizle o kadar
meşgulüz ki, kendimizi keşif için asla zamanımız yok. Meşguliyetimiz, hayatımız
ve kişiliğimiz olmuş. Böyle olunca, sonsuzluğun içinde yok denecek kadar bir
alan içine kendimizi hapsedip sınır üstüne sınır çizerek, üstüne peşimizden
başkalarını da çekerek yaşadığımızı, hattâ en doğru şeyi yaptığımızı düşünür
olmuşuz!
Eğer
insanlık kendini bulmak için biraz daha gayretin sahibi olabilseydi, kalp gözü,
kalp kulağı ve idraki açık olarak birbirinin kalbinde olanı duyabilir,
sözcüklere çok da gerek kalmazdı. Doğa ve diğer canlılar ile iletişim
kurabilir, yaşamını en özel şekilde inşâ edebilirdi. Belki birçok sorumluluk
var ve zaman gerçekten yetmiyor olabilir, tamamlamamız gereken birçok iş vardır
ama bütün bu haklı ve önemli yoğunluklarımız arasında kendimize ve sevdiklerimize
bile zaman ve ilgi ayıramıyorken, hemen yanı başımızda bize ihtiyacı olan
yaralı bir kalbin kıyâmetini duyamıyor olabilir miyiz? En büyük kıyâmetler en
gürültülü olan değil, en derinde ve sessizce olanlarıdır. O kadar derinde olurlar
ki, o yüzeyde yaşamaya alışmış varlıklar onu hissedemez, duyamaz ve göremezler.
Dünya
liderleri, medyanın soğuk temsilcileri, faiz ve savaş lobileri, gençleri kitle
kitle esir eden duyarsız ünlüler, birleştirici değil de bölücü din istismarcıları,
sadaka bilmeyen zengin, vicdanı ölmüş idarecinin hayatı, kaba bir gürültüden
daha fazlası değil!
Kalbi
olan, kalpleri sınıflandırmaz; açlığa, sefâlete, aşağılanmaya, enâyiliğe, câhilliğe
terk etmez. Bölünme artık ey insan! Birleş, bütünleş, elindekini paylaşmayı ve
de yanındakinin gözlerinin içine bakmayı ve onu can kulağı ile dinlemeyi
yeniden öğren! Biz olmayı öğren, öğret! Doğaya dön, varlığını öne çıkar! Sahip
oldukların ile çoğalma, olduğun için çağla ve coş! Artma, eksil! “Benim” dediğin
ne varsa üstünden çıkar! Çıplak bir hakikatten daha fazlası kalmasın üzerinde!
Böyle yaparsan kokunu alır tüm evren, tüm canlı ve cansız varlıklar. Kalbinden
taşar sevgi okyanusları. Tüm hücrelerin “Âmin!” der varlığının yükselişine. Bir
kutlu zaman olur ve o kutlu zamanı bekler nice gözler. Haydi kır şu inadını,
bütün ol, biz ol!