Bursa’da bir Pazar (2012)

Yarım gün nasıl geçti şehirde, anlamadık. Zamanın geçmesi büyük şehir ile daha küçük bir yerde farklı birbirinden. Birinde hiç anlamıyor insan, diğerinde geçmek bilmiyor zaman. Göreceli belki de. Güzel geçince hızla tükenip gidiyor; bir sıkıntı, kötü bir durum varsa ne etsen geçmiyor.

GÜNLERDEN Pazar. Sınavdan yeni çıkmışım, bir saat olmuş olmamış. Dostumla şehrin terasındayız; bir kulenin dibinde. Masamızda tavşankanı iki çay. Yanı başımızda fıskiyesi akmayan bir havuz. Asırlık çınar ağaçları şehrin hakkını veriyor yeşillikleriyle.

Etrafta yerli ve yabancı turistler şehrin kalesini ziyaretteler. Çınar ağaçlarının dalları arasından Ulu Cami’nin minareleri görünüyor biraz uzakta. Saat kulesinin, asırlık çınar ağaçlarının dibinde, tarihî topların yanında resim çektiriyor insanlar. Yerlisi yabancısı çeşit çeşit insan var. “Aynı dünyada, aynı mekânda, aynı zamanda mı yaşıyoruz onlarla?” dediğimiz insanlar kimileri. Benim daha çok küçük çocuklara takılıyor gözüm. Çok sevimliler. Hoplayıp zıplıyorlar etrafta. Bir tavuk geçiyor bir ara yan tarafımızdan, nereden gelmişse. Bir kadın diğerine soruyor “Bu tavuk mu, horoz mu?” diye.

Çayları tazeliyoruz arada bir. Dostum çok çabuk içiyor, sıcak sıcak. Benim çayım iyice soğuyor bardakta, sigaramın ömrüne uyduruyorum bardaktaki çayın ömrünü de.

Gökyüzü sabahtan beri kapalı. Sis var gibi sanki ama öyle değil, gökyüzü kapalı sadece. Yağdı yağacak havasında. Ara sıra serin bir rüzgâr esip geçiyor. Oturduğum yerden aşağıdaki binaları göremiyorum, karşımda gökyüzü gri bir duvar gibi. Yüksekteyiz ya, o yüzden.

Öğleden sonra kalkıp küçük bir dükkâna gidiyoruz. Gözlemeci… Hoşsohbet bir teyze. Ispanaklı, peynirli, patatesli gözleme yapıyor. Ispanaklıdan bir tane yiyorum, annemin yaptığı börekler geliyor aklıma. Teyzeye bakıyorum, o da annem gibi. Konuşması da ne güzel, Bursa Yörüklerinden. İkişer gözleme yedikten sonra teyzeye teşekkür edip kaleye geri dönüyoruz, kalktığımız masaya.

Etrafta o kadar gürültü, koşuşturmaca var, biz sanki ayrı bir dünyada gibiyiz. Bulunduğumuz yer çok sakin ve sessiz geliyor bize. Tarih kokusundan olsa gerek. Arka tarafımda, Osmanlı’nın ilk padişahlarıyla çocuklarının türbeleri, şehitlerin mermerlere kazınmış isimleriyle temsilî mezarları var. Yerli turistlere bilgi veriyor rehberleri türbeler ve temsilî mezarlar hakkında. Sağ tarafımda koskoca Türk bayrağı dalgalanıyor arada bir rüzgârla. Onun yanında Osman Gazi’nin temsilî bir resmi. Ama biz pek Osman Gazi’ye benzetemiyoruz resimdekini. Daha çok Pers hükümdarlarından birini çağrıştırıyor. Yine de her yer tarih kokuyor. Ben zaten seviyorum bu şehri, Bursa’yı.

Geçmişten, gelecekten, adanmışlıktan, sevgiden, bağlılıktan sohbet ediyoruz bir süre. Dostum ne güzel insan. Veysel… İçi dışı bir. “Kişi kendine benzeyeni sever” derler ya, bundan olsa gerek, ayrı, hoş bir muhabbet var aramızda. Nice zaman olmuş tanışalı Veysel’le. Bir ara iletişimi kaybettik ama sonradan Veysel arayıp buldu beni. İnsanın kendini anlayan bir dostunun olması kadar güzel bir şey yok sanırım.

Birazdan yağmur yağdı yağacak gibi, kalkıp gitmek istemiyor hiç canımız. Belki de, “Yağsa da ıslansam” diye bekliyorum bilmeden. Üstümde ceket ya da mont yok. Sade bir gömlek… Çay güzel, muhabbet güzel. Etrafta insanlar, çocuklar güzel. Şehir güzel. Her Pazar gelsem bir türlü, gelmesem bir türlü. Arada bir tanıdık gibi geliyor bazı yüzler. Heyecanlanıyorum, hem istiyorum, hem istemiyorum tanıdık gelmesini.

Arada bir dalıp gidiyorum sezdirmeden dostuma. “Şimdi şuradan insem mi ki?” diyorum “Aşağı… Çıksam mı ki caddeye, karşıya geçip seyre dursam mı ki?”. Heyecan... Hüzün... Sonra hafif bir gülümseme yayılıyor yüzüme. Yine kendi kendime hayâllerdeyim işte. Oysa gerçek dünya o kadar farklı ki… Hayat hep dengiyle kaim. Boşuna dememişler “Davul bile dengi dengine” diye. Neyse, “Boş ver” diyorum, “Boş ver, kısmet!”.

İkindiye doğru mu, ikindiden sonra mı ne, kalkıyoruz artık. Ulu Cami’nin yanından aşağı iniyoruz. Sağda solda onu bunu satan seyyar satıcılar var hep. Adamın biri, tanesi 2 liraya gömlek satıyor. Ben parasında değilim olayın, gömlekler hoşuma gidiyor. Alıyorum bir tane, bir tane de dostum alıyor. Az aşağıdan da bir tane penye… Kardeşime diye...

Yarım gün nasıl geçti şehirde, anlamadık. Zamanın geçmesi büyük şehir ile daha küçük bir yerde farklı birbirinden. Birinde hiç anlamıyor insan, diğerinde geçmek bilmiyor zaman. Göreceli belki de. Güzel geçince hızla tükenip gidiyor; bir sıkıntı, kötü bir durum varsa ne etsen geçmiyor.

İyi ya da kötü, hep hayırlı geçsin ömrünüz…