Kavramsal olarak bürokrasi
BÜROKRASİ kavramı, Lâtince “bure-au” ve Yunanca “cratie” kelimelerinden oluşmaktadır. Kelime anlamı bakımından bure-au “örtü, koyu renkli kumaş”, cratie ise “hâkimiyet, egemenlik”tir.
Kullanım olarak bürokrasi, “iktidarın egemenliği” anlamına gelmektedir (Baransel, 1975: 297). Her ne kadar tanımlamaların çizgisi belli olsa da bürokrasi kavramı üzerinde tam bir fikir birliği yapılamamıştır (Gökçe ve Şahin, 2002: 2). Bazıları bürokrasiyi verimsizlik, işlerin yavaş yürümesi, katı kuralcılık, gizlilik ve kötü yönetim olarak tanımlarken, bazıları da kırtasiyecilik, idare ve teşkilatlanma olarak tanımlamaktadır (Eryılmaz, 2017: 20; Abadan, 1959: 11-13).
Bununla birlikte bürokrasi, işlerin uzmanlık alanlarına göre bölümlendirildiği ve hiyerarşik bir yapılaşmanın içinde yürütüldüğü teşkilatlanma şeklidir (Abadan, 1959: 12). Bürokrasi, kamu idaresinin hizmetlerini aksamadan yerine getirmeyi ve idarenin etkinliğini sağlamayı amaçlayan örgütlenme şeklidir (Eryılmaz, 1993: 31). Bürokrasi içinde yer alan kişilere “bürokrat” adı verilmiştir.
Bürokrasi kavramı Max Weber tarafından sistematikleştirilmiş olsa da ilk olarak bürolarda çalışanların aynı zamanda siyâsî güce de sahip oldukları anlamında, 18’inci yüzyılın ortalarında Fransız Vincent de Gournay tarafından kullanılmıştır (Heper, 1983: 11, 290). Weber (1986: 193-208) kurumların belli bir büyüklüğe ulaştıktan sonra rasyonel anlamda örgütlenmesi gerektiğini, bunun için de bürokrasinin gerekli olduğunu ortaya koymuş ve rasyonel anlamda bir örgüt oluşturmayı “ideal tip bürokrasi” olarak ifade etmiştir. Başlangıçta monarşi, oligarşi gibi yönetim biçimi anlamında, daha sonra kamu yönetimini anlatmak için kullanılmış olan bürokrasi alanında bilimsel çalışmalar yeni yeni yapılmaktadır (Kaya, 1994: 6).
Bürokrasiyi kurumsallaştıran olayların başında Sanayi Devrimi gelmektedir. Sanayi Devrimi sonrası yaşanan gelişmeler parlamenter yapı ve siyâsî iradenin kullanımını ön plâna çıkarmıştır. Bu durum siyaset-idare ayrımı ortaya çıkarmıştır. Bu ayrım, daha önce var olan bürokratik yapının rasyonel ve hukukî bir yapıya kavuşmasına vesile olmuştur (Tataroğlu, 1997: 7).
Bu tanımlardan yola çıkarak bürokrasinin özelliklerini “uzmanlaşma, süreklilik, gayri şahsilik, kurumsallık, kurum aidiyeti, karar verme sürecinde etkinlik, plânlama ve bütçeleme, yasalarla düzenlenmiş yetki alanına sahip olma, otorite ve hiyerarşik yapılanma olması ve istikrarlı yapı” olarak sayabiliriz. “Devlet” adı verilen siyasal yapıyla özdeş hâle gelen bürokrasi, bazı akademisyenler tarafından kuramlar şeklinde ortaya konulmuştur. Bu kuramlar Marksist, Weberyan (İdeal Tip Bürokrasi), Elitist (Aristokrasi, Meritokrasi ve Teknokrasi), Modern Bürokrasi Kuramları ve William Niskanen’in Kamu Tercihi Kuramı şeklinde özetlenebilir.
Weber (1986:203), bürokrasinin kendi alanında uzmanlaşmış, kişisellikten uzak, mer’i yasalara uyan, görevlerini zamanında gerçekleştiren kişilerden oluşan bir teşkilat olması gerektiğini yazar. Weber’e (1986: 206) göre, bürokrasinin işine odaklanması ve kişisellikten uzak olması esastır. Modern toplumlarda bürokrasi, iktidarla çatışmaktan uzaktır. Bürokrasi siyâsî iktidarla çatışmak yerine toplumun değişim taleplerine cevap vermeyi, değişimi, kamunun ihtiyaçlarını karşılamayı, kamu politikalarının belirlenmesinde etkinliği önemsemektedir.
Yönetim ve topluma hizmet erkinin en önemli iki unsuru, iktidar ve bürokrasidir. İktidar yönetme erkini seçimle halktan alırken, bürokrasi ise yönetme erkini iktidardan alır.
Yakın tarihimizde bürokrasi
Osmanlı Devleti, Beylikler Dönemi’nin ardından idarî, askerî, adlî ve malî alanlarda kendine has bir kurumsal yapı kurmuştur. Bu yapının mihenk taşı toprak rejimidir. Osmanlı Devleti, oluşturduğu idarî yapının birimlerini “iktâ” adı verilen toprak rejimiyle yürütmüştür. Bu sistemin en önemli özelliği, bir nevi “yerinden yönetimdir”. Bunun yanında Osmanlı Devleti’nin güçlü bir bürokratik yapıya sahip olduğu da ifade edilmelidir. Bu bürokratik yapı devşirme sistemi ile entegredir. Devlet büyüyüp genişledikçe bürokratik teşkilatlanma da İlmiye, Kalemiye, Seyfiye ve Mülkiye şeklinde sınıflara ayrılarak büyüyüp gelişmiştir. Bu sınıflar, yönetilen (reaya) ve yöneten şeklinde ayrılmış olan Osmanlı toplum yapısında yönetici sınıfı oluşturmaktaydı. Seyfiye sınıfı askerlerden, Mülkiye sınıfı idarî yöneticilerden, İlmiye sınıfı eğitim-adalet ve din işleri sorumlularından, Kalemiye sınıfı da yazışma ve bürokratik işlemlerden sorumlu olanlar tarafından oluşturulmaktadır (Fleischer, 1996: 5).
Sınıflar arası geçişlerde Seyfiye ve Kalemiye sınıfına geçme hakkına sahip olan İlmiye sınıfı içinde şeyhülislâm, kadı, kazasker, müderris, nakibüleşraf ve sarayın hizmetinde görev alanlar yer almaktadır. Kalemiye sınıfının içinde üst düzey kamu görevlilerinden nişancı, reisülküttap, defterdar bulunmaktadır. Kalemiye, diğer sınıfların karar ve yazışmalarını yazmakla yükümlüdür. Kalemiye’de başlangıçta ağırlıklı olarak Müslüman kişiler istihdam edilirken, zamanla ağırlık Hıristiyan kökenli kişilere evrilmiştir. Kalemiye, devletin yazışma kültürünün oluşmasında son derece etkin rol oynamıştır (İpşirli, 2006: 248-249). Osmanlı Hariciyesinin de temelini oluşturmuştur.
Arapça “kılıç” anlamına gelen Seyfiye, Osmanlı askerî bürokrasisinin de adıdır. Seyfiye sınıfı ülke topraklarına yönelik her türlü saldırıya karşı ülkeyi korumakla görevlidir. Padişahlar, “serdar-ı ekrem” sıfatıyla orduya komutanlık eden vezir-i azamlar, donanmaya komutanlık eden kaptan-ı deryalar, yeniçeri ağaları ve yönetim alanında farklı görevler üstlenen vezirler, Seyfiye sınıfının merkezî idare organı olan Dîvan-ı Hümayun’daki temsilcileridir. Seyfiye sınıfının taşradaki temsilcileri ise beylerbeyi, sancakbeyi, subaşı gibi kişi ve makamlardır.
Klasik dönem Osmanlı bürokrasisi İlmiye, Kalemiye ve Seyfiye’den ibaretken Tanzimat sonrasında yapılan reformlar sonucunda Mülkiye sınıfı oluşmuştur. Mülkiye sınıfının oluşmasının esası, Tanzimat ile başlayan Batılılaşma hareketlerine bağlı ortaya çıkan reformlardır. Vilâyetlerin yönetimini üstlenen Mülkiye sınıfının kaynağı, Enderun Mektebi yerine 1859 yılında açılmış olan Mekteb-i Mülkiye’dir (Akpolat, 2010: 109-111).
Osmanlı bürokrasisi, başkenti saraya bağlı olarak oluşan merkezî yönetim ile merkeze tam anlamıyla bağlı olan ve merkezden atanan kişilerce yönetilen taşra yönetiminden ibarettir. Bu yapı, uzun süre yöneticinin yönetme hakkını Tanrı’dan aldığına inanılan ve yönetenin halkına merhamet ve şefkatle baktığı, yönetilenlerin yönetene sadakatle bağlı kaldığı bir bürokrasi türü olan “patrimonyal bürokratik” anlayışla yönetilmiştir (Cangir, 1999: 66).
Tanzimat ve öncesinde başlayan reform hareketleri sonucunda Osmanlı bürokrasisi yeniden dizayn edilmiştir. Başta Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması olmak üzere Tercüme Odası, Mekteb-i Maarif-i Adliye, Da’rül Maarif, Mekteb-i Fünun Mülkiye, Mekteb-i Osmanî (Paris’te) ve Galatasaray Lisesi gibi eğitim kurumlarının açılması, Osmanlı bürokrasisinde köklü değişime yol açmıştır. Yeni dönemde padişah ve bürokrasi arasında farklı oluşumlar yaşanmış olsa da sıklet merkezinin bürokraside olduğunu söylemek mümkündür.
Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’nda yenilmesinin ardından başlayan süreç, Osmanlı bakiyesi topraklar üzerinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin kurumsal yapısını şekillendirmiştir. Bu yapı, savaş ortamında oluşturulmuştur.
Türkiye bürokrasisi, kuruluş yıllarında Tek Parti (Cumhuriyet Halk Partisi-CHP) dönemi, daha sonra çok partili hayata geçişle birlikte Demokrat Parti (DP) dönemi, 27 Mayıs Darbesi dönemi, 12 Eylül 1980 Darbesi dönemi, 1980 Darbesi sonrası siyâsî dönem ve de Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) dönemi olmak üzere farklılıklar arz eder.
Kuruluşla birlikte başlayan Tek Parti Dönemi, Osmanlı Devleti’nden kalan bazı kurumların kapatıldığı, bazılarının da dönüşümünün yaşandığı dönemdir. Bu dönemde bürokrasi, hukukî güvenceye kavuşmuştur (Göküş, 1999: 68). Aslında yeni olan çok bir şey yoktur; yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde görev alan üst düzey askerî bürokrasinin yüzde 93’ü, sivil bürokrasinin yüzde 82’si Osmanlı Devleti bürokrasine mensup insanlardır (Özbudun, 1995: 8). Geçmişten farklı olarak bu dönemde bürokrasi, Cumhuriyet’e bağlılık esasında iktidardaki tek parti gücünde, özellikle devletçilik politikası altında, devlet-parti bütünleşmesi yaşamıştır. Bu dönem, tüm memurların parti üyesi gibi hareket ettiği ve tek partinin devletin partisi olmaktan çıkıp devletin “partinin devleti” olduğu dönemdir (Karpat, 1967: 68).
Bu bütünleşme, 1935 yılında gerçekleştirilen parti kurultayında Cumhuriyet’in altı ana prensibi olarak belirlenen ilkelerin kabul edilmesiyle zirveye ulaşmıştır. Parti (CHP) Genel Sekreteri’nin aynı zamanda İçişleri Bakanı olarak atanmış olması, şehirlerde parti il başkanlarının da aynı zamanda vali olarak görev yapması bu bütünleşme zirvesinin boyutunun anlaşılması bakımından önemlidir (Ahmad, 1995: 94). Bu dönem, iktidar ve bürokrasi ayrımı yapmanın pek de mümkün olmadığı bir dönemdir.
Bu dönemde devlet-parti bütünleşmesi ile egemen güç olanlar, sisteme alternatif olabilecek her şeyi ortadan kaldırmıştır. 1940’lara gelindiğinde, askerî bürokraside çarpıcı bir gelişme yaşanmış ve çıkarılan bir kanunla Genelkurmay Başkanlığı, Başbakanlığa bağlanarak özerk yapısı sona erdirilmiştir. Böylelikle askerî bürokrasinin ve vesayetin etkisinin azaltılması cihetine gidilmiştir (Göküş, 1999: 92). Genel bir yaklaşımla bu dönem bürokrasisi, yönetime odaklı ve siyâsî irade temelinde şekillenmiştir.
Siyaset yasama, yürütme ve yargıyı ayrı tutmak suretiyle yapılanırken, bürokrasi bu güçlerin hepsini birleştirebilmektedir. Çünkü bu güçlerde yer alanların tamamı bürokrasi içindedir.
Türkiye’de siyasal değişim, 1940’lı yıllarda Celal Bayar önderliğinde, geçmişte CHP’de siyaset yapmış milletvekillerinden oluşan kişiler tarafından DP’nin kurulması ve bu suretle çok partili hayata geçişle yaşanmıştır. Temel felsefesi “açık oy-gizli tasnif” olsa da çok partili seçimler ilk defa 1946 yılında yapılmıştır. 1950 yılında “gizli oy-açık tasnif” yöntemine dönülmüş ve 1946 Seçimlerinde iktidara gelmesi engellenen DP, iktidar olmuştur (Öztürk, 2017: 318). Bu dönemde bürokrasi, CHP iktidarını anımsattığı için ve zamanla siyasetin ve siyasetçilerin ön plâna çıkmasıyla güç kaybetmiştir (Eryılmaz, 2004: 144-145). Türkiye’de bürokrasi-siyaset çatışmasının başladığı nokta burasıdır. DP, bürokrasiyi siyasetin dışında tutmaya çalışmıştır. Bunu parti programında, “Devlet memurlarının seçimlere iştirak dışında hiçbir siyâsî faaliyette bulunmamaları ve siyâsî partilere girmemeleri lüzumuna kaniyiz. Yalnız yükseköğretim mensupları mesleklerinin mahiyeti itibarıyla bunlardan müstesnadırlar” şeklinde yazmıştır.
DP, iktidar erkini gerçekleştirmek üzere kendisine engel olan bürokrasinin var olan yetkilerini azaltmaya gayret etmiştir. DP, Tek Parti Dönemi’nde oluşmuş olan bürokratik oligarşinin kırılmasına yönelik hamlelerini, milletvekillerini halk ile bürokratlar arasına koymak suretiyle gerçekleştirmiş, bu şekilde bürokrasiyi kontrol etmeye çalışmıştır (Eryılmaz, 1997: 13-61).
DP iktidarı, büyük çapta, bürokrasinin yönetim alanına müdâhil olmasını ve karar verici rolünü ortadan kaldırmıştır. DP’nin sivil bürokrasinin gücünü kırmaya yönelik hamleleri, hiçbir şekilde dokunmadığı askerî bürokrasiyi güçlendirmiş ve odak noktası yapmıştır. Gücü azalan ve kaybolan sivil bürokrasi, askerî bürokrasiyle birlikte hareket etmiştir. Bu zaaf noktası, 27 Mayıs Darbesi’nin ortaya çıkmasında önemli bir etkendir.
27 Mayıs 1960’tan 12 Eylül 1980’e kadar geçen süre, demokrasinin zaman zaman askıya alındığı ve hem askerî, hem sivil bürokrasinin güçlendiği bir dönem olmuştur. Bu dönem, Anayasa Mahkemesi (AYM), Millî Güvenlik Kurulu (MGK), Cumhuriyet Senatosu, Devlet Plânlama Teşkilatı (DPT), Ordu Yardımlaşma Kurumu (OYAK), Yüksek Hâkimler Kurulu (YHK), Askerî Yargıtay ve Askerî Yüksek İdare Mahkemesi (AYİM), Devlet Güvenlik Mahkemeleri (DGM) gibi yeni kurumların ortaya çıktığı ve bu kurumlar eliyle askerî ve sivil bürokrasinin iktidarı paylaştığı bir dönemdir (Özbudun, 1995: 41). Genelkurmay Başkanlığı’nın Millî Savunma Bakanlığı bünyesinden çıkarılıp özerklik kazanması da bu döneme has önemli bir gelişmedir (Durgun, 2002: 213).
Halkın iradesini temsil eden siyâsî iktidara karşı direnen bürokrasi, halkın iradesi hangi kurum ya da devletin işini bozuyorsa onun iradesini temsil etmektedir.
Kısacası, 1961 Anayasası’nın temelinde parti temelli siyasetin gücünü azaltmak ve bürokrasiye güç ve özerklik kazandırmak vardır (Durgun, 2002: 213; Eryılmaz, 2004: 147).
12 Eylül 1980 Askerî Darbesi, bürokrasinin Devlet’in yönetiminde tekrar etkin hâle gelmesini ve siyâsî erke karşı büyük bir üstünlük elde etmesini sağlamıştır (Heper, 2006: 224). 1982 Anayasası ile Devlet’in en üstün erk olduğu kabul edilmiş ve bürokrasinin sivil toplum karşısındaki rolü güçlendirilmiştir (Eryılmaz, 2017: 165). Siyâsî mekanizma çalışmaya başladığında iktidar olan Anavatan Partisi (ANAP), bürokrasinin gücünü “gereksiz formaliteler” ve “kırtasiyecilik” ile tanımlayarak iktidar gücünü bürokrasi üzerinde etkili kılmaya çalışmıştır. Ne yazık ki çok başarılı olunamamış ve bürokrasi gücünü korumuştur (Eryılmaz, 2004: 153). ANAP dönemi bürokrasisinde ağırlıklı olarak teknokratlar yer almıştır (Özer, 2006: 52).
ANAP sonrasında koalisyonlar süreci başlamıştır. Bu sürecin bürokrasinin gücünü arttıran olayı 28 Şubat Darbesi olmuştur. 28 Şubat, tıpkı 1960 Askerî Darbesi gibi askerî bürokrasinin işidir. 1960 Askerî Darbesi’nden farkı, askerî bürokrasinin sivil bürokrasiyi de deruhte etmesi ve darbeye iştirak ettirmesidir.
28 Şubat 1997’den sonra AK Parti iktidarına kadar geçen sürede kurulan koalisyon hükümetleri de bürokrasiyi kontrol etmek konusunda başarılı olamamışlardır. AK Parti, 3 Kasım 2002 Seçimlerinde tek başına iktidar çoğunluğunu sağlayarak yönetime geçmiştir. Tek başına iktidara gelmiş olsa da AK Parti’nin bürokrasi üzerinde hâkimiyeti zaman almış ve süreç içinde reform sayılacak yasal düzenlemelerle kısmen de olsa gerçekleşmiştir.
Bu düzenlemeler arasında MGK Genel Sekreterini atama yetkisinin Genelkurmay Başkanından alınarak Başbakana verilmesi ve sivil kökenli bir kişinin seçilmesi, askerî bütçenin Sayıştay tarafından denetlenmesi, sivil dönemlerde askerî mahkemelerin yargı yetkisinin kaldırılması, Askeriye’nin Yükseköğretim Kurulu (YÖK) ve de Radyo ve Televizyon Üst Kurulu’na temsilci göndermesi usûlüne son verilmesi, DGM’nin kaldırılması, Emniyet Asayiş Yardımlaşma Birimi (EMASYA) Protokolü’nün (2010 yılında) kaldırılması gibi hamleler sayılabilir.
Bu anlamda en önemli düzenleme, 2017 yılındaki Anayasa değişikliği ile kabul edilen Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi modeli olmuştur. Bu sistem 23 Haziran 2018 tarihinde yapılan Cumhurbaşkanlığı ve Milletvekili Genel Seçimleri ile fiilen uygulanmaya başlanmıştır. Bu modelle bürokratik düzenlemeler yeniden yapılandırılmıştır. Yeni modele geçişle birlikte ilk hafta içerisinde 12 adet kararname yayımlanmıştır. 1 no’lu kararname, Cumhurbaşkanlığı Teşkilatı’nın düzenlenmesine dönük kararları içermektedir. Bu şekilde Bakanlar Kurulu tamamen kaldırılmış ve parlamenter sistemde bakanlar kuruluna ait olan yetkilerin tamamı cumhurbaşkanına aktarılmıştır.
Bürokrasi karşısında AK Parti’ye üstünlük sağlayan husus, AK Parti’nin 2003 yılında “Değişimin yönetimi için yönetimde değişim” sloganıyla başlattığı kamu yönetiminde yeniden yapılanma ve reform süreci olmuştur. Bunu destekleyen oluşum ve reformlar olarak Avrupa Birliği Uyum Paketleri, Bilgi Edinme Kanunu, 5018 Sayılı Kamu Malî Yönetimi ve Kontrol Kanunu, Kamu Denetçiliği Kurumu ve Kamu Görevlileri Etik Kurulu kurulması sayılabilir. Bu sistemde Cumhurbaşkanlığı Kararnameleri yoluyla bürokrasi yeniden yapılandırılmıştır. Yeni sistemde Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği kaldırılarak, yerine İdarî İşler Başkanlığı ile Cumhurbaşkanlığı Politika Kurulları ve Cumhurbaşkanlığı Ofisleri kurulmuştur. Toplamda dört adet (Dijital Dönüşüm Ofisi, Finans Ofisi, İnsan Kaynakları Ofisi, Yatırım Ofisi) olan bu ofisler idarî ve malî özerkliğe sahiptirler. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi modeliyle siyâsî erkin bürokrasi üzerindeki gücü ve etkinliği tescillenmiştir.
Halkın tercihiyle iş başına gelen iktidar, makro ve/veya mikro düzeyde halkın taleplerini ve sunacağı hizmeti belirler. İktidarın bu talep ve hizmetlerinin icra edicisi bürokrasidir. Bürokrasi, iktidarın hizmet arzu ve emirlerinin uygulayıcısıdır.
Sorunun kaynağı ve çözümü: Olan ve olması gereken
Yönetim ve topluma hizmet erkinin en önemli iki unsuru, iktidar ve bürokrasidir. İktidar yönetme erkini seçimle halktan alırken, bürokrasi ise yönetme erkini iktidardan alır. Halkın tercihiyle iş başına gelen iktidar, makro ve/veya mikro düzeyde halkın taleplerini ve sunacağı hizmeti belirler. İktidarın bu talep ve hizmetlerinin icra edicisi bürokrasidir. Bürokrasi, iktidarın hizmet arzu ve emirlerinin uygulayıcısıdır.
İktidar ile bürokrat ilişkisi, tarihî, sosyal ve ekonomik etkenler içermektedir. Bu etkenler kültürel yapıyla harman olarak şekil almakta ve zamanla farklılaşabilmektedir (Ülker, 1985: 187).
Teorik olarak böyle yazılsa da bu durum her zaman düşünülen çizgide devam etmez. Özellikle muğlak ve takibi zor konularda bürokrasi, kolaylıkla iktidarın emrinden çıkabilmektedir. Özellikle bürokrasinin kendini devletin sahibi, milletin de efendisi saydığı durumlarda işler daha da karışık hâle gelmektedir. Genel bir ifadeyle “kamu yönetimi” olarak da adlandırılan bürokrasi, iktidarın yönetme erki çerçevesinde hükümetin ve devletin yapacağı çalışmaları gerçekleştiren mevki, makam ve kişilerden oluşan bir teşkilatlanma şeklidir (Göküş, 2000: 36). Bu teşkilatlanma, bürokratı, yönetime dair birçok teknik bilgi ve donanıma sahip kılmaktadır. Bu noktada elini güçlendiren bürokrasi, oligarşik bir yapı oluşturabilmektedir. Bu yapı ortaya çıkınca, “güç” kelimesi ile aynı anlamı taşıyan iktidar, gücünü kaybetmektedir. Bu durumun dışa vurumu, tipik bir güç mücadelesi şeklindedir. Bu noktadan sonra Weberyan bürokrasi modeline göre tarafsız ve bağımsız olması gereken bürokrasi, iktidar erkini eline geçirmeye çalışan bir kurum hâline gelmektedir.
Devlet olgusu içinde, kamu yönetimi olarak bakıldığında bürokrasi ve siyasetin yakın ilişki içinde olduğu ve birbirini tamamladığı görülecektir. Siyasetin eylem plânı içinde var olan iş ve eylemler, bürokrasi marifetiyle gerçekleştirilmektedir. Buradaki önemli incelik, yönetim erkinin siyâsî iktidarın elinde olduğu ve bürokrasinin de kendisine belirlenmiş olan sınırlar dâhilinde siyâsî iktidara bağlı olarak hareket ettiğidir.
Bu mekanizma, bu ince ayrıntı, siyâsî iktidarın yönetme erkinde eksikliği ve fakat bürokrasinin uzmanlaşmış kamu yönetimi becerisi ile karşı karşıya gelindiğinde bürokrasi lehine dönen bir çark hâline gelmesinde yatmaktadır. Siyaset yasama, yürütme ve yargıyı ayrı tutmak suretiyle yapılanırken, bürokrasi bu güçlerin hepsini birleştirebilmektedir. Çünkü bu güçlerde yer alanların tamamı bürokrasi içindedir.
Halkın iradesini temsil eden siyaset, onun talimatlarını yerine getirmekle yükümlü olan bürokrasinin direncine boyun eğmekte ve adeta onun talimatlarını yerine getirir hâle gelmektedir.
Hâl böyle olunca, siyaset erki bürokrasiye yön veren bir kurum olmaktan çıkmakta ve bürokrasi, siyaseti yönetmektedir. Başka bir ifadeyle siyaset tanımlayıcı ve belirleyici olmaktan, bürokrasi de uygulayıcı olmaktan çıkmaktadır. Çatışma da bu noktadadır. Halkın iradesini temsil eden siyaset, onun talimatlarını yerine getirmekle yükümlü olan bürokrasinin direncine boyun eğmekte ve adeta onun talimatlarını yerine getirir hâle gelmektedir.
Geçmiş yıllarda, bir Başbakan’ın, basın açıklamasında sorulan bir soru üzerine cevap vermek yerine o konuyla ilgili engelin silahlı bürokrasi tarafından çıkarıldığı anlamında apolet göstermesi manidardır.
Esas soru tam olarak buradadır; halkın oylarıyla iş başına gelmekte olan iktidar, halkın iradesini temsil etmektedir; onun emrinde olması gerekirken onun emrinde olmayan, onu çalıştırmayan ve hatta devrilmesi için iş birliği yapan bürokrasi, kimin ve neyin iradesini temsil etmektedir? İşte bu sorunun cevabı çok basit, kabullenmesi ise çok zordur. Bu sorunun cevabı, halkın iradesini temsil eden siyâsî iktidara karşı direnen bürokrasi, halkın iradesi hangi kurum ya da devletin işini bozuyorsa onun iradesini temsil etmektedir.
Bir ülke düşünün; anayasaya aykırı davrandığı gerekçesiyle darbe yapıp başbakanı başta olmak üzere bakan ve milletvekillerini tutuklayarak düzmece mahkemeler ve düzmece gerekçeler marifetiyle idam cezaları alıp uyguluyor ama aynı zamanda da yeni anayasa hazırlayabiliyor. 1960 Darbesi’nin özü, böyle bir trajikomik temele dayanmaktadır.
“Anayasaya aykırı davranıyor” diye siyasiler idam edilirken, darbe yapanlar o siyasetçilerin aykırı davrandığı anayasayı tamamen kaldırıp yeni bir anayasa yapmaktadır. Yani darbeyi yapanların temel gerekçeleri asılsızdır. Ama bunun anlaşılması için uzun zaman gerekmektedir. Bu durum sadece askerî bürokrasi için değil, sivil bürokrasi için de geçerlidir. Kaldı ki, askerî darbelerin tamamında bazen gizli, bazen aşikâr bir sivil bürokrasi vardır.
Nitekim 28 Şubat 1997 Darbesi’nde askerî bürokrasinin güç devşirmek için düzenlediği tüm toplantılarda sivil bürokrasi eksiksiz olarak arz-ı endam etmiştir. O dönem sivil bürokrasinin askerî bürokrasinin bu saçma sapan toplantılarına karşı hiçbir tepki vermemesi manidardır.
Osmanlı’nın son döneminde en üst düzey bürokratlardan olan vezir-i azamların ve alt bürokratlarının İngiliz ve Fransız yanlısı olmaları geleneği Osmanlı’dan Cumhuriyet bürokrasisine tevarüs etmiş midir? Bu komprador anlayış Cumhuriyet döneminde de bürokrasiye hâkim olmuş mudur? Her hâlükârda halkın iradesine karşı çıkan duruşların millî olmadığı düşünülmelidir. Öyleyse bürokrasi komprador ya da oligarşik değil, millî olmalıdır. Nasıl?
Şöyle: 1853 yılında Amerikan Amiral Matthew Calbraith Perry, savaş gemileriyle Japonya’ya Tokyo Limanı’na dayanmış ve Japonlardan Amerika Birleşik Devletleri’ne (ABD) ticaret yapmaları için limanlarını açmalarını istemiştir. Japonların olumsuz cevap vermeleri üzerine, bir yıl sonra bu sefer daha güçlü bir donanmayla gelmiş ve liman şehirlerini bombalamıştır. Bu kez Perry, Japonlardan hem limanlarını ticarete açmalarını, hem de konsolos bulundurma yetkisini istemektedir. Çünkü Batılı güçlerin yurtdışındaki mamul malları için yeni pazarlar ve sanayiye hammadde tedarik edecek yeni ülkeler bulmaları gerekmekteydi. Başlangıçta direnen Japonlar, kendilerini savunacak donanma güçleri olmadığı için Perry’nin taleplerini kabul etmek zorunda kaldılar. Bu sadece bir başlangıçtı ve ardından Rusya, İngiltere, Fransa ve Hollanda da Perry'nin örneğini izleyerek savaş ve ticaret filolarını, Japonya’yı düzenli ilişkiler ve ticaret vaat eden anlaşmalar imzalamaya zorlamak için kullanmıştır. Japonlar, Perry’ye karşı daha fazla dayanamamış ve Japonya ile ABD arasında diplomatik ilişkilerin kurulmasını ve Japon limanlarının ticarete açılmasını sağlayan Kanagawa Antlaşması’nı imzalamak zorunda kalmışlardır (Embel, 2013). Sonrasında Japonya’yı yönetenler, kendilerine bu kadar uzaktan gelen bu gücü tanımak ve o gücün gücüyle güçlenmek için ne yapmak gerektiği sorusunu sormuşlardır. Batı’nın teknolojik üstünlüğünün Japonya’yı antlaşma yapmaya mecbur bıraktığı doğrudur. Öyleyse sorun, bu teknolojik gücün nasıl elde edileceği noktasındadır. Böyle bir teknoloji transferini kurmaz ve zeki olan ticaret insanları (tüccarlar) sağlayabilirlerdi.
Osmanlı’nın son döneminde en üst düzey bürokratlardan olan vezir-i azamların ve alt bürokratlarının İngiliz ve Fransız yanlısı olmaları geleneği Osmanlı’dan Cumhuriyet bürokrasisine tevarüs etmiş midir? Bu komprador anlayış Cumhuriyet döneminde de bürokrasiye hâkim olmuş mudur? Her hâlükârda halkın iradesine karşı çıkan duruşların millî olmadığı düşünülmelidir. Öyleyse bürokrasi komprador ya da oligarşik değil, millî olmalıdır…
Japon toplum yapısının en tepesinde imparator ve ondan sonra hem imparator, hem de Japonya için gözünü kırpmadan can vermeye hazır olan samuraylar bulunmaktaydı. Diğer gruplar bunun altındaydı ve en altta tüccarlar vardı. Samuraylar vatan için canını vermeye hazırlarken Japon tüccarlar kadar pratik değillerdi. Diğer tarafta da Japon tüccarlar samuraylardan daha pratiktiler ancak vatan sevgileri samuraylar kadar değillerdi. Japonya, samurayları tüccar yapmaya karar verdi. Samuraylık kaldırıldı ve on bine yakın samuraya ticaret öğretildi. Bütün samuraylar tüccar yapıldı. Bu samuraylar Batı’nın teknolojisini almak ve kendi ülkelerine getirmek için yollara düştüler. Bu samuraylardan sadece hastalanıp ölenler geriye dön(e)medi. Geriye kalanların hepsi heybelerinde teknolojik bilgilerle Japonya’ya geri döndüler. Bugünkü Japonya sanayiinin temeli bu şekilde atılmış oldu. Toprağında demir madeni olmayan bir ülkenin otomotiv sanayiinde dünya devi olması işte böyle başladı. Başarısız olan ve ülkesine zarar veren bürokratın harakiri yapması da işte böylece başlamış oldu.
Türkiye’nin bürokraside böyle bir dönüşüme acilen ihtiyacı olduğu her türlü izahtan vareste değil mi?
Kaynakça
Abadan, N. (1959). Bürokrasi. 1. Baskı, Ankara: Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları.
Ahmad, F. (1995). Modern Türkiye’nin Oluşumu. İstanbul: Sarmal Yayınları.
Akpolat, Y. (2010). Mekteb-i Mülkiye ve Mülkiyeliler. Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, 52, 10(45), 2010, 109-111.
Baransel, A. (1979). Çağdaş Yönetim Düşüncesinin Evrimi. 1. Baskı, İstanbul: İstanbul Üniversitesi İşletme Enstitüsü Yayınları.
Cangir, M. (1999). Tarihsel, Siyasal, Kültürel Yönleriyle Türkiye’de Bürokrasi. Ankara: Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi (Yönetim Bilimleri) Ana Bilim Dalı, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi.
Durgun, Ş. (2002). Türk Kamu Yönetiminde Bürokratik Siyaset. Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 23, 4(2).
Embel, E. (2013). Emperyalizmin Yükselişi Ve Sonuçları. (Ed.: Esra YAKUT ANADOLU ve Çağrı ERHAN), İçinde Siyasi Tarih, Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Yayınları.
Eryılmaz, B. (1993). Bürokrasi. 1. Baskı, İzmir: Anadolu Matbaacılık.
Eryılmaz, B. (1997). Bürokrasi Ve İktidar. Yeni Türkiye, 28, 3(14), 1356- 1365.
Eryılmaz, B. (2004). Bürokrasi Ve Siyaset: Bürokratik Devletten Etkin Yönetime. 4. Baskı, İstanbul: Alfa Yayınları.
Eryılmaz, B. (2017). Kamu Yönetimi Düşünceler-Yapılar-Fonksiyonlar– Politikalar. 10. Baskı, İstanbul: Umuttepe Yayınları.
Fleischer, H. C. (1996). Tarihçi Mustafa Ali. 1. Baskı (Çev.: Çeviren; : Ayla ORTAÇ), İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları.
Gökçe, O. Ve Şahin, A. (2002). 21. Yüzyılda Türk Bürokrasisinin Sorunları Ve Çözüm Önerileri. Selçuk Üniversitesi İktisadi Ve İdari Bilimler Fakültesi Sosyal Ve Ekonomi Araştırmalar Dergisi, 22, 2(3), 1-27. 275
Göküş, M. (1999). Demokrat Parti Döneminde Bürokrasi Siyasi İktidar İlişkileri. İzmir: Dokuz Eylül Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kamu Yönetimi Ana Bilim Dalı, Basılmamış Doktora Tezi.
Heper, M. (1983). Kamu Bürokrasisi. 1. Baskı, İstanbul: TÜSİAD.
Heper, M. (2006). Türkiye’de Devlet Geleneği. 1. Baskı, Ankara: Doğubatı Yayıncılık
İpşirli, M. (2006). Müderris. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt 31, 248-470
Özbudun, E. (1995). Türkiye’de Devlet Seçkinleri Ve Demokratik Siyasal Kültür. İçinde: Türkiye’de Demokratik Siyasal Kültür (Ed.: Ergun Özbudun, Ersin Kalaycıoğlu, Levent Köker), Ankara: Türk Demokrasi Vakfı Yayınları, 16-30.
Özer, N. (2006). Küreselleşme Ve Bürokratik Seçkinler. 1. Baskı, Ankara: Lotus Yayınevi.
Öztürk, N. K. (2017). Bürokrasi-Siyaset İlişkileri Ve Türkiye. 1. Baskı, Ankara: Siyasal Yayınevi.
Tataroğlu, M. (1997). Türkiye’de 12 Eylül 1980 Sonrası Siyasi İktidar-Bürokrasi İlişkileri, İzmir: Dokuz Eylül Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kamu Yönetimi Anabilim Dalı, Basılmamış Doktora Tezi.
Ülker, H. (1995). Siyasi İktidar Bürokrasi İlişkisi. Kamu Yönetimi Disiplini Sempozyumu Bildirileri Kitabı, 1. Baskı, Cilt 2, Ankara: TODAİE Yayını.
Weber, M. (1986). Sosyoloji Yazıları. 1. Baskı (Çev.: Taha PARLA), İstanbul: Hürriyet Vakfı Yayınları.