Burkulan neydi?

İsyan dedikodularına kulak verin, bir çocuk sesi duyacaksınız. Vaktinde bastırmaya çalışmayın. Ancak daha da büyütmekten başka bir işe yaramayacak. Yazın bunu pirinçten yapılma tabaklarınıza altın yaldızla. Taleplere aldıran yok. Aldıran yok çaresizliğe. Yalnızca daha etkili baskı plânları, daha ucuza satın alma ve dahası…

ZAMAN, Einstein’in bir lâfıyla bükülecek şey değil. Newton’un kafasına düşen elma da sebep olmadı insanın tökezlemesine. Arşimet olmasaydı yine suyun üstünde kalırdı can yelekleri. Kör bir adam için hiçbir anlamı yoktur lâmbanın icadının. Tek bir gerçekle ilgilenir o, karanlık. Demagojinin bir kaldırım sanatı olmaktan öteye gidemediği mahallemizde duyar, yalnızca Facebook profillerinde sergilenebilecek bir eserdir. Dünyanın kaç santim burkulduğunu matematikle hesaplamaksa her çağda rağbet bulan güçlü bir sav.

“Biz”den “ben”e geçerken büküldü zaman. Evet, insanı diğerlerinden ayıran, yaptığı işin sonucu ne olursa olsun, başlangıç noktasında kalmamasıydı. İyi de, kötü de bir yerlerde birikirdi. Açlıkta ortaya konulan, “bendeki yemek” değil, “bizdeki yemek”ti. Gece bastırınca üşüyen bebeklerin üstüne örtülen “bizdeki yorgan”dı.

Fakat sonra bir şeyler oldu. Dünyanın bir kısmı diğer kısmını satın aldı. Parayı veren kimdi, kim sattı onca emeği, bu alışveriş nerede gerçekleşti, bilen gören olmadı. Ama o günün sabahında battaniye de, yemek de kaybolup gitti. Ne “ben”, ne de “biz” kaldı ortalıkta. Yalnızca o ve onun sahip oldukları… Bir şey daha; korku… Yokluğun büyüttüğü, çaresizliğin perçinlediği, bi’ uyansa her şeyi darmaduman edecek bir güç. Körün karanlığı bittiğinde onu ışıksız bırakanlar sağ kalmışsa, asıl o zaman kendini gösterecek olan korku… Toprak sahipleri mutlu mesut yaşıyorken “açlık” nidaları susmuşsa, o an ne yapılırsa yapılsın, damarda kalmayacak olan… Çünkü ezilip bastırılan her hareket, insanın başlangıç noktasında kalmadığının işaretidir.

Sahipler emin olmalılar ki, gerçekten korkulacak olan, insanın bir ülkü uğruna acı çekmekten, direnmekten ya da ölmekten vazgeçmesidir. Asıl o zaman gerçek korkunun ne olduğu okunur yüzlerden. “Biz” eğer halis “biz” ise, yegâne sıfatı bu gerçekliktir.

Sevginin parayla, “biz”inse faizle inceldiği, küflendiği o sabah herkes satıcı oldu. Ortada bir mal yoktu, aşk karın doyurmuyordu çünkü. Fakat olmayan ürünün bile bir satıcısı vardı. Alıcıyı kim umursardı? Değirmenlerin her an taze ve güçlü sularda dönme arzusu gibi, bu devran da hep aynı istikamette dönemezdi ya… Zaman geçti ve büyük balık, küçük balığı yedi. Ufak tüccarlar piranalara av oldular. Ansızın yok ettiler onları. Toprağı işlerken ne kadar bereketperver ya da ikramsever olduklarına bakılmadı. Para yoktu para, toprak karın mı doyururdu sanki?!

Toprağın, suyun, havanın bir lûtuf gibi bağışlanıyor olması aklın alabileceği şey değildi dışarıdan bakıldığında. El mi mecburdu, yoksa ele mi mecburdu herkes kapısının önünde üretebileceği şeyleri satın almak için? Neresinden bakılırsa bakılsın, basit bir akıl yürütmeyle çözülecek mesele değildi bu. Akıl da, fikir de satın alınmıştı belki de.

Anlık bir nefretle yakılan, tarumar edilen topraklardan sürülmediyse insanlar, özgürlüklerini de bir çuvala doldurup sattıkları içindi. İyi para ederdi; üç ekmek ve bir bardak su hiç de fena değildi.

Bir koku yayılıyordu tüm bu satılanlardan; bebekli annelerden, işsiz babalardan… Kan değil, pas tutmuş demir değil, parayla karışık çuvallanan un değil, her gün büyüyen, büyüdükçe keskinleşen isyanın kokusu… İnsanların çoğu aç ve çıplaksa, elbet bir gün koparıp alacaklardır ihtiyaç duydukları şeyi. Baskı ya da korku altındakilerin büyüyüp kenetlenmesine hiçbir devirde mani olamamıştır tezgâh sahipleri.

İsyan dedikodularına kulak verin, bir çocuk sesi duyacaksınız. Vaktinde bastırmaya çalışmayın. Ancak daha da büyütmekten başka bir işe yaramayacak. Yazın bunu pirinçten yapılma tabaklarınıza altın yaldızla. Taleplere aldıran yok. Aldıran yok çaresizliğe. Yalnızca daha etkili baskı plânları, daha ucuza satın alma ve dahası… Ve dahanın da dahası… Karanlıkla birlikte hiç durmadan büyüyen başkaldırı nedenlerine bir aldıran hâlâ yok!

Peki, bunca olan bitenin arasında “biz” nerede? Elinde bir zarf, ağzı mumla mühürlenmiş. Ne merakına mani olabiliyor, ne de kilidi görmezden gelebiliyor. Fakat emin, tuttuğu bir infaz mektubu. Bilimi, ajitasyonu ve onu öldüren mal sahiplerinin sonunu getirecek, filizlerinden bir darağacı büyütecek olan mektup… Duâya duruyor günün birinde iyi yüreklilerin tümü yoksul olmasın diye. Devam ediyor: “Bir gün çocuklarımız yiyecek bulabilsinler!” Çünkü adı kadar emin, bu duâlar bir gün bitecek ve yumruklar alacak hepsinin yerini. Asıl son, bu olacak!