HATIRLAYALIM; 2009 yılının son
ayında, gazete ve televizyonlarda flaş haber olarak yer alıp yıllarca ülkenin
gündemini işgal eden bir olay oldu. İddiaya göre, isimsiz bir ihbar üzerine Başbakan
Yardımcısı Bülent Arınç’a suikast yapmak amacıyla Ankara Çukurambar’daki evini gözetleyen
iki kişi, polis ekibi tarafından suçüstü yakalanmıştı.
Yakalama
ânında şüphelilerden birisi küçük bir kâğıt parçasını yutmaya çalışırken,
uyanık birkaç polisin hamlesiyle buna engel olunmuş, ele geçirilen bu kâğıt
parçasında Bülent Arınç’ın ev adresinin yazılı olduğu belirlenmişti. Yapılan
kimlik kontrolünde zanlıların aslında Özel Kuvvetler Komutanlığında görevli
Albay Erkan Yılmaz Büyükköprü ve Binbaşı İbrahim Göze olduğu anlaşılmıştı.
Subayların
Özel Kuvvetler Komutanlığında görevli olmaları, işin ciddiyetini daha da
arttırıyordu. Çünkü bu birimin, yurtiçi ve yurtdışında icra edilecek terörle
mücadele harekâtına destek vermek, ülkenin işgali hâlinde sivil mukavemeti
örgütlemek, düşmanın derinliklerine inmek gibi çok özel gizli görevleri vardı.
Konu
hâliyle savcılığa intikal etti. Özel Yetkili Savcı Mustafa Bilgili, söz konusu
askerî kurumun üzerine giderek soruşturmayı genişletti, en yükseği albay olmak
üzere toplam sekiz askeri gözaltına alıp sorguladı, üstlerini, odalarını ve
gece yarısından sonra evlerini arattırdı. Bilâhare hâkim karşısına çıkarılan
sanıklar tutuklanarak cezaevine konuldular.
Ondan
sonraki en önemli mesele, Özel Kuvvetlerdeki Kozmik Oda’ya girilmesiydi. Kozmik
Oda’da, muhtemel bir savaş hâlinde uygulanacak plânlar ve benzeri çok özel
gizli doküman bulunuyordu. Savcı Mustafa Bilgili’nin bütün ısrarlı taleplerine
rağmen, devlet sırrı olduğu gerekçesiyle odaya girmesine izin verilmemiş, ancak
daha sonra Özel Yetkili Hâkim Kadir Kayan’ın kararı üzerine bu izin verilmişti.
Hâkimin
arama yapmak üzere Özel Kuvvetlere arabayla gidiş dönüşlerini günlerce
televizyonlardan takip ettik. Gazeteler olayı “Özel Harbin Kalbine Girildi”,
“Kozmik Binada Gladio Takibi”, “Özel Harbe Arınç Baskını” gibi ifadelerle
manşetten verdiler.
Bu
olayın olduğu günler, Ergenekon soruşturmalarının zirve yaptığı çok sıcak
günlerdi. Bir gün bakıyordunuz Poyrazköy’de toprağa gömülü çeşitli silahlar bulunuyor,
bir diğer gün Deniz Kuvvetleri Komutanlığının bir biriminde “vatansever bir
Türk subayının” yazdığı bir ihbar mektubu sayesinde oda zemininin altına
gizlenmiş ihanet belgeleri ortaya çıkarılıyor, bir başka günse bir binbaşının
annesinin evinde silah deposu bulunuyordu. Polisler bütün bunları “ihbarlar
sayesinde” elleriyle koymuş gibi kolayca buluveriyorlar, sorumlu tutulan,
içlerinde yüksek rütbeli generallerin de bulunduğu bir sürü subay, önce savcı
Zekeriya Öz tarafından gözaltına alınıp sorgulanıyor, arkasından da mahkemece
tutuklanıp cezaevine konuluyordu.
Hemen
her gün Ordumuzun bünyesinden ortaya çıkan bu “ihanet unsurlarını” bizler
dehşetle ve heyecanla izliyorduk. Silahlı Kuvvetlerimizin öteden beri sağ
iktidarlar, özellikle de AK Parti iktidarlarına karşı lâiklik ve irtica
üzerinden takınmış olduğu hasmane tutum ve kendi aslî görevi olan vatan
savunması konusundaki noksanlığı dururken Müslümanların namazı niyazı ve
başörtüsüyle uğraşıyor olması yüzünden ben ve benim gibi birçok vatandaşımız Ordumuza
karşı zaten olumsuz duygu ve düşünceler beslemekteydi. Başbakan Yardımcısı
Bülent Arınç da medyaya verdiği beyanatta “Biliyorum ve inanıyorum ki, hedef
alınmış bir insanım. Bunları görmek için MİT’e bile ihtiyaç yok. Olayı MGK’ya
götüreceğim” diyordu.
Bu
şartlar ve ortam muvacehesinde yapılan operasyonlarda elde edilen delillerden,
iktidara karşı bir darbe hazırlığı olduğuna inanılmıştı. Dolayısıyla Özel
Kuvvetlerde yapılmakta olan operasyon da bu çerçevede değerlendirilmekteydi.
Olay
uzadıkça uzuyor, hâkim Kadir Kayan her gün Özel Kuvvetlere gidip geliyor fakat
beklenen vahim belgeler bir türlü açıklanmıyordu. “Arınç Suikastı” yahut “Kozmik
Oda” olarak bilinen bu soruşturma yıllarca sürdü ve zaman içinde ilk baştaki
önemini ve vatandaşlar nezdindeki heyecanını kaybetti. Bu arada sanırım 3-4
sene sonraları Bülent Arınç, “Suikast olduğunu sanmıyorum” gibi lâflar etti.
Bu
çok önemli soruşturmanın sonucu ne oldu, neye bağlandı acaba? Âdeta unutulup
gitti. Ben şahsen bunu bilmiyordum. Birçok vatandaşımızın da aynı şekilde
olduğunu sanıyorum. Sonuçta bir şey çıkmamış olduğu anlaşılıyor da, bu kadar
olay neyin nesiymiş, Kozmik Oda’daki devlet sırrı olan bilgiler ne olmuş,
kimlerin eline geçmiş? Yahut birilerinin eline geçmiş mi?
Aslında
olan nedir?
Tahmin
edileceği gibi olay bir FETÖ kumpasından ibarettir. FETÖ’nün âdilikte,
zalimlikte, dinsizlikte nasıl sınır tanımadığını hepimiz biliyoruz. Bu olayın
aslını öğrenince, insan, bunların içinden nasıl oluyor da hiç olmazsa bir
tanesinin kalbinde en küçük bir insanlık kırıntısının olmayışına şaşıp kalıyor.
Olayın
başlangıcında “Bülent Arınç’ın evini gözetlerken” yakalanan olayın merkezindeki
iki subaydan birisi olan Albay Erkan Yılmaz Büyükköprü, 2020 yılında emekli
olmuş ve ilk iş olarak olayı baştan sona en ince ayrıntısına kadar anlatan
“Kozmik Albay” adında bir kitap telif etmiş ve Kasım 2020’de yayınlamış. Ben
olayın iç yüzünü bu kitaptan öğrendim. Çünkü kitapta ifade ve iddia edilen her
şeyin orijinal belgesi kitaba konulmuş. Dolayısıyla ifadelerin gerçekliği
konusunda şüpheye düşecek bir durum söz konusu değil.
2008’in
Aralık ayında Özel Kuvvetler Komutanlığı bünyesinde bulunan Ankara Seferberlik
Bölge Başkanlığında dışarıya bilgi sızdırıldığından şüphelenilen bir albayın
takip edilerek kimlerle temas ettiğinin tespit edilebilmesi için aynı başkanlıkta
görev yapan Albay Erkan Yılmaz Büyükköprü ile Binbaşı İbrahim Göze, şifahi olarak
görevlendirilmişler. Takip edilen albayın evi Bülent Arınç’ın evinin bulunduğu
Çukurambar Mahallesi’ndeymiş. Bu iki subay bir yıl süreyle aralıklı olarak
görevlerini ifa etmişler. Fakat takip sırasında kendilerinin de takip
edildiğini belirlemişler ve bu sebepten zaman zaman takibe ara vermişlerse de
her seferinde gene takip edilmişler.
Nihayet
bir gün arabalarını bir sokakta park ettikleri sırada otuz kadar sivil giyimli
polis tarafından enterne edilip elleri arkadan bağlanmış, üstleri aranmış.
Sonra subay olduklarını söyleyince elleri çözülmüş ve kendilerine su ikram
edilmiş. O sırada Albay, soğuktan korunmak için cebinden beresini çıkarırken
bir küçük not kâğıdı düşmüş. Albay bir elinde su şişesi, eğilip kâğıdı almış ve
ne olduğunu anlamaya çalışırken birkaç polis birden “Yutacak!” diye bağırarak albayın
üzerine atılıp kâğıdı elinden almışlar. Kâğıtta Bülent Arınç’ın ev adresi
yazıyormuş.
Bütün
4 buçuk yıl süren soruşturma boyunca Arınç’a suikast iddiasına en önemli
delillerden birisi bu kâğıt parçasıymış. Albay bu kâğıt parçasının ve
üzerindeki yazının kendisine ait olmadığını söylemiş, yazının adlî tıpta
inceletilmesini talep etmişse de bir türlü bu talebi kabul edilmemiş. Nihayet
beş sene sonra hâkim ve savcı değişince bu talebi kabul edilmiş, yazınının
kendisine ait olmadığı belirlenmiş. “Demek
ki” diyor Albay, “Üzerimizi,
ceplerimizi ararlarken o kâğıdı polisler cebime sokuşturmuşlar”.
Subayların
takip ve kovuşturulmasına sebep, sahte olduğu ancak beş sene sonra yeni savcı
ve hâkimin göreve gelmesiyle tespit edilen birçok ihbara istinaden yapılan
telefon dinlemeleriymiş. İlk ihbarı yapan ve sözde Özel Kuvvetlerde çalışan bir
uzman çavuş, nasıl akıl ettiyse (!) İstanbul Emniyet Müdürlüğü Organize
Suçlarla Mücadele ve ve … Müdürlüğüne bir elektronik postayla akıl almaz
suçlamaları havi bir ihbarda bulunuyor. Fakat ilgili müdürlük ihbarla ilgili
hiçbir araştırma yapmıyor. Ancak gene hâkimin değişmesinden sonra 2016 yılında
ihbarın Amerika-Mişigan-Port Huron bölgesinden yapıldığı tespit ediliyor.
Tabiatıyla
4 buçuk yıl süren fakat bir iddianame dahi hazırlanmayan bu savcılık
soruşturması hikâyesinde insanı hayretler içinde bırakan, Şeytan’ın bile aklına
gelmeyecek ihanetler, rezillikler var. Masum oldukları ancak beş yıl sonra
belirlenen mağdurların çekmiş olduğu, insanın yüreğini burkan mânevî ıstıraplar
var. Şimdi bunları bir yana bırakarak şu soruyu soralım: FETÖ’nün amacı ne idi?
Olayın
kahramanı Erkan Yılmaz Büyükköprü’nün ifadesine göre FETÖ’nün amacı, birisi
Ordumuzu yıpratmak, diğeri de Kozmik Oda’daki devlet sırrı niteliğindeki bilgi
ve belgeleri ele geçirmekmiş. “Ergenekon” kapsamında yürütülmüş olan bu
soruşturmayla FETÖ, amaçladığı birinci hedefine lâyıkıyla ulaşmış. İkinci
meseleye gelince…
Yukarıda
bahsettiğimiz gibi savcı Mustafa Bilgili’nin Kozmik Oda’ya girmesine izin
verilmemiş, ancak bilâhare Genelkurmay Başkanı’nın Başbakan Erdoğan’la
görüşmesinden sonra hâkim Kadir Kayan’a bu izin verilmiş oluyor. Hâkim Kadir
Kayan gizli odaya girmiş ama Başkanlığın Komutanı olan Tümgeneral Selahattin
Kısacık, hâkimin tepesine dikilerek, onun bütün ısrarına rağmen soruşturma
konusuyla ilgili olmayan dosyalara el sürdürmemiş, bilhassa ısrarla talep ettiği
birtakım imaj harddiskleri teslim etmemiş, bilakis bunları iki ayrı odadaki çelik
kasalara kilitleyip mühürlemiş.
Aradan
üç yıl geçmiş. Savcı Mustafa Bilgili şansını bir daha denemiş. Tabiî bu durup
dururken olmuyor, içeriden bir yeşil ışık geliyor. O sırada Genelkurmay Adlî
Müşaviri olan Albay Muharrem Köse ilgili binanın başka bir kuruma
devredilmesini bahane ederek oradaki bilgi, belge ve kayıtların suç olgusuna
ilişkin olanların Cumhuriyet Savcılığınca teslim alınmasını talep eden bir yazı
yazmış. O sırada Başkanlıkta komutan olarak artık Selahattin Kısacık yok, Tuğgeneral
Abdullah Baysar var. Onun da, doğal olarak Genelkurmay Başkanı Necdet Özel’in
de onayıyla Savcı Bilgili gelip harddiskler dâhil her şeyi alıp elini kolunu
sallayarak çıkıp gitmiş.
Büyükköprü,
“Aradan üç yıl geçtikten sonra, kanunlarda hiçbir değişiklik olmadığı hâlde, ne
olmuştu da Genelkurmay harddiskleri savcılığa teslim etmişti?” diye soruyor ve
ekliyor: “Bunu anlamak için TSK’da 2010 ve 2013 yıllarında kimlerin işbaşında
olduğuna bakmak gerekir!”
Arkasından
da harddiski teslim etmeyenlerin başına neler geldiğini, teslim edenlerin ise
nasıl terfilerle ödüllendirildiğini isim isim sayarak anlatıyor.
17/25
Aralık olaylarından sonra rüzgâr tersine dönüyor, bu olayda rol alan FETÖ’cü
savcı, hâkim, subay, polis ne kadar hain varsa, hâkim Kadir Kaymaz dâhil 8-10
kişi firar etmeyi başarıyor, kalanların hepsi müebbet dâhil ağır cezalara
çarptırılıyorlar yahut hâlen mahkemeleri devam ediyor. Mağdurlar tazminat dâvâları
açıyorlar ve hepsi kazanıyorlar; ancak tazminatları az buldukları için temyiz
etmişler.
Hainler cezalarını bize göre yeteri kadar bulmuş olmasalar da -çünkü vatana ihanetin cezası idam olmalıdır- gene de iyidir. Fakat devlet sırrı niteliğindeki en gizli bilgi ve belgeleri muhtevi harddiskler maalesef düşmanlarımızın eline geçmiştir.