Bulantı

Kalktı oturduğu yerden. Ne kiraz ağacına, ne kediye, ne de kokusunu aldığı çiçeğe dönüp baktı. Xay... Evin hiçbir yerinde ışık yanmıyordu. Lâmbaları kapalı tutmayı sürdürdü. Kaybolmak… Vücudunun sıcak suya ihtiyacı vardı. Işıkları açmadan suya girdi. Kir…

“BOŞLUĞA dalmak… Boşluğa bakmak… Kaybolmak ve var olmak…”

Basit kelimelerdi. Her ânı yoğun duygularla yaşayan biri olsaydı, böylesi basit görünmeyecekti tüm bu sözcükler. Her ânın abartılarla yaşanmasına anlam veremezdi. Özüne bakılacak olursa, onu rahatsız eden şey, insanların abartılı davranışları sergilemelerinden abartılı bir keyif duymasıydı.

Abartılı… Abartılı... Ne çok kullanmıştı şu kelimeyi! Kelimenin ilk iki hecesini hızla söylüyor, kalan iki heceyi ise tek tek vurguluyordu. Bir kelimeyi çokça tekrarladığında anlamsızlaşıyordu: Abartı…

Takıntıları vardı. Yıllar önce böyle değildi. İnsanlarla birlikte olmayı severdi. Yeni insanları tanımaktan keyif duyardı. Lâkin adını koyamadığı bir vakit geçti ki ömründen, her şey tam zıddına evirildi ağır ağır. Yeni olandan ürker olmuştu. Eskisinden daha çok düşünür olmuştu. Çevresindekilerin ufacık bir hareketinden tiksinir hâle gelmişti. Bu hâl kendini beğenmişlikten gelmiyordu. Kir...

Sıkılmıştı onlardan; en çok da kendinden. Hayatın yapaylığından, yaşamın zorunluluklarından, insanların rollerinden… Kimse olduğu gibi değildi. Herkes kendine bir kaftan biçmiş, kendi elleriyle biçtiği kaftanın içine sığmaya çalışır hâldeydi. Hemen hemen kimseninki kendine uymuyordu. Hep bir “daha” vardı. Dahalar kaftanın içerisinde birikip sert bir doku oluşturuyor, uydurulmaya zorlanınca da insana zarar veriyordu. Daha samîmi, daha resmî, daha entelektüel, daha asil, daha saygın, daha bilgili, daha güzel, daha soğuk, daha itici, daha mutlu... Daha, daha, daha…

Öyle herkes iyi olmaya çalışmıyordu. Kimileri şaşırtıcı bir biçimde daha kötü anılmaktan mutluluk duyuyordu. Peri masalından bir sayfa değildi bu dünya. Aksine kiriyle, pasıyla vardı.

Baktı şöyle bir etrafına. Bir çiçek gördü önce. Bu güzel kokuyu yaratan O’ydu. Sonra sofanın üzerine kıvrılmış olan kedisini gördü. Bu güzel yumuşacık tüyleri yaratan O’ydu. Ardından bahçedeki meyve ağacına bakındı. Kiraz… Bu güzelim kırmızı rengi yaratan O’ydu. Sonra işittiği sesle sol yanına döndü. Bahçe çitinin ötesinden geçen, kırklı yaşlarında biriydi. Tok bir sesle öksürüyordu. Kirli gözlerini, güven vermeyen ellerini gördü. Huzursuz oldu. Çevirdi kafasını başka bir yana. İçindeki ses yarıda kesildi. Kir, insana ait bir şey miydi? Kir… Öyleydi. Üzerinde bir hâlsizlik hissetti. Takıntı…

Çenesi kaşınmaya, kaşıntı boğazından aşağı doğru artmaya başladı. Sonrasında kollarına yayıldı. Hassas cildi kızarmaya yüz tuttu. Pek çok şey için hassas olduğunu düşünmeye başlamıştı son birkaç aydır. Sonrasında böyle olmadığına dair bir antitez sundu kendine. Bir yanı hassasiyet barındırıyor, bir diğer yanıysa dayanıklı olduğunu söylüyordu. İllâ birinden biri olmak zorunda mıydı? İllâ bir adı olmalı mıydı hissettiklerinin, inandıklarının, düşündüklerinin?

Ne kendine bir kaftan biçmek istiyor, ne de o kaftana sığmak istiyordu. Abartı… Son tekrarlayışında midesinde bir bulantı hissetti yeniden.

Boşluğa dalmak, son zamanlarda ona en iyi gelen şeylerden biriydi. Boşluğa bakmak… Gördüğü her tabelâyı istemsizce okuyan, döndüğü her yüze bakıveren birinin birikmiş yorgunluğunu dindiren bir şeydi bu. Şey… Ne insanın kiri, ne de kendi omuzlarının yükü kalıyordu. Karanlık bir odada kalıp sessizliği dinlemek… Sessizliği dinleyebilir miydi? Çoğu kez…

Kalktı oturduğu yerden. Ne kiraz ağacına, ne kediye, ne de kokusunu aldığı çiçeğe dönüp baktı. Xay... Evin hiçbir yerinde ışık yanmıyordu. Lâmbaları kapalı tutmayı sürdürdü. Kaybolmak… Vücudunun sıcak suya ihtiyacı vardı. Işıkları açmadan suya girdi. Kir…

X. x, insanın bilinmezliği… Var olmak… İnsanın karmaşası… Abartı…