Bugün, daha dün “gelecek”ti

Fıtrata bakmak, en büyük öğretmendir. Artık kendi zanlarımızdan ve modellerimizden kafamızı kaldırıp en sade haliyle fıtratımıza göz atma zamanı gelmiştir! Ayrıca bu görev, bu zamana has ve geçici bir görev de değildir. Ânın bilincinde olmak, bizzat insan olmanın iktizası ve kemalatın belki de yegâne giriş kapısıdır.

BU yazıyı okumaya başladığınızdaki “siz” ile yazıyı bitirdiğiniz andaki “siz”, aynı kişiler olmayacaksınız. Bu durum, yazının muhteşem yahut şok edici özellikte bir içeriğe sahip olmasıyla ilgili değil, hepimizin ortak bir özelliğiyle ilgili: Deneyim kazandıkça, öğrendikçe, yaşadıkça, hatta sadece düşündükçe bile değişiyoruz.

Duyduğumuz her söz, okuduğumuz her cümle, işittiğimiz her melodi, gördüğümüz her yüz, aklımıza günde on binlercesi üşüşen düşüncelerimizden her biri beynimizi ve beynimizin hücreleri arasındaki bağlantıları değiştiriyor. Beynimizin değişmesi demek, her an, her birimizin aslında hafif farklarla da olsa başka bir zihne doğru evrilmemiz, dönüşmemiz demek. Tüm deneyimlerimiz bizi hafifçe de olsa farklılaştırıyor ve hem bedenen, hem de zihnen farklı insanlara dönüşmemizi sağlıyor.

Zaman hızlı akıyor. Bunu hep söylüyor, çoğu zaman bundan şikâyet ederken buluyoruz kendimizi. Beynimiz ve zihnimiz, zamanın akışını algılarken yine “bilgi işleme” sistemini kullanıyor. Belli bir zaman süresinin uzunluğunu, o zaman içinde aklımıza yerleşen anı ve tecrübelerin bir sonucu olarak uzun yahut kısa algılayabiliyoruz. Hiçbir şey yapmadan oturduğumuz bir on dakika bile bize oldukça uzun ve sıkıcı gelirken, sürükleyici bir roman okur yahut film izlerken saatlerin nasıl aktığını bile anlayamayabiliyoruz. Fakat bunun psikolojik olarak ilginç bir yönü de var.

İçinde yaşayıp maruz kalırken bize çok uzunmuş gibi gelen o “sıkılma” zamanları, daha sonraları hatırlandığında, belleğimizde çok ufak bir zaman dilimi olarak hatırlanıyor. Anı biriktirmediğimiz süreçler, zihnimiz tarafından sanki yaşanmamış, sadece içinde bulunulmuş ve geçilmiş minik dilimler gibi hatırlanıyor. Hâlbuki roman okumak, film izlemek yahut yeni insanlarla tanışmak gibi deneyimler ve tecrübe açısından yoğun zaman dilimleri, daha sonraları “olduğundan bile daha uzunmuş gibi” hatırlanıyorlar. Psikolojik araştırmaların gösterdiği bu gerçek, tecrübenin, birebir yaşamanın, “ömür” dediğimiz bu sürecin zihinsel kayıtlarının miktarını ve derinliğini ne düzeyde etkilediği üzerinde düşünmeye zorluyor bizleri.

Neden hızla akıyor zaman? Etrafımızdan bilgiler, haberler, dedikodular, -miş’ler, -mış’lar akıp duruyor; şehirli insanın etrafı da, kafası da istiap haddinin üzerinde kalabalık… Neredeyse günlük zihinsel faaliyetlerimizin hiçbirinin üzerinde birkaç saniyeden fazla durup düşünecek zamanımız kalmıyor. İçselleştiremediğimiz, tadına varamadığımız, künnüne vâkıf olamadığımız milyonlarca an dizisini hızla yaşayıp geçmek zorundayız. Daha sonra dönüp geriye baktığımızda ise zihnimizdeki kayıtların ekserîsinin hatırı sayılır iz bırakmamış saatler, günler, aylar ve yıllardan ibaret olduğunu fark ediyor ve neticede zamanın ne kadar hızlı geçip gittiğine hayıflanırken yakalıyoruz kendimizi.

Dönüşmeden iz bırakamayız

Ömür süremiz, bize verilmiş en kıymetli emanet. Süresi belirsiz o süreç içerisindeki aslî görevimiz, bana sorarsanız olabildiğince dönüşmek, olgunlaşmak ve bize verilen benzersiz fırsat ve imtihanlardan olabilecek azamî tecrübeyi devşirmek. Buna “kemalat yolculuğu” da diyebilirsiniz. Yaşamımızın en iyi koşullarda neredeyse üçte birini “eğitim” denen süreçle geçiriyoruz. Aslında her biri “benzersiz” ve “yegâne” olan biz insancıklar, yığınlar halinde sınıflara bölünüp, birkaç meslek grubuna sığalım diye tüm yeteneklerimizden, müşahhas özelliklerimizden, çocukluk arzularımızdan ve heveslerimizden itinayla “budanıyoruz” bu süreçte. Tepkilerimiz, zevklerimiz, arzularımız, korkularımız, hedeflerimiz otomatikleştiriliyor, aynılaştırılıyor. Bize verilen kutunun dışındaki ihtimalleri düşünme yeteneğimizi tamamen kaybedene kadar “eğitiliyoruz”.

Sistemin kaza ve kaçaklarını bir kenara koyarsanız, insana bahşedilmiş sanat, yaratıcı düşünce, aykırı fikir, yeni düşünceler üretme ve yeni ufuklara açılma gibi tabiî yeteneklerimiz olabildiğince halının altına süpürülüyor, unutturuluyor. Komplo teorilerindeki gibi “muktedir ve gizli örgütler” değil bunu yapan, biz bunu bizzat kendi kendimize yapıyoruz. Zira insanız, konforu severiz ama “bildiğimiz rahat yoldan saparak” daha iyi bir yola girme riskini almayı çoğumuz pek sevmiyoruz. İşe yaramadığını bile bile böyle eğitmeye, böyle çalışmaya, böyle telaşlarla ömür geçirmeye ve böyle ölüp gitmeye sesimizi pek çıkartamıyoruz.

İlham

İnsanı insan eğitir. Evde aile, okulda öğretmen, üniversitede profesör, marangoz atölyesinde usta (ila ahir) yenilerini yetiştirir. İşi, aslında “boynuza kulağı geçirtmek”tir. Sadece bildiğini göstermek veya öğretmek değil, bilinmeyeni keşfetmesi için talebesine, çırağına, yamağına ufuk açmaktır işi. Ama hepsinden esası “ilham” vermektir. Çocukluktan başlayarak, aslında bir “öğrenme canavarı” olan insanın öğrenme sürecinin motoru merak ve ilhamdır. Sebebi ve motivasyonu verebilirseniz, sizin bir şey öğretmenize bile hacet kalmaz. Her koşulda, her imkânsızlıkta öğrenebiliriz. Yeter ki kâfi itiş gücümüz, kâfi adanmışlığımız oluşsun.

Eğitimin hangi safhasında, hangi devresinde verebiliyoruz acaba böyle bir itme gücünü? Ufak tefek “kazalar” dışında, maalesef bu tabiî yeteneğimizi kaybetmiş gibi görünüyoruz.

Geleceğin mimarları

Geleceğimizi çok düşünür gibi görünürüz. Aslına bakarsanız, insan aklı şu andan ziyade, geçmişin muhasebesi ve geleceğin endişesi arasında uçup duran telaşlı bir güvercin gibidir. Şu âna odaklanmamızın en temel nedenlerinden biri de budur aslında! Şurada, şu anda kalamayız. Âna odaklanmayınca ise, ânın getirdiklerinden bîhaber, hayatımızın her saniyesine saçılmış “fırsat” tohumlarının üzerine bilinçsizce basıp geçerek ne olacağı meçhul bir geleceğe doğru toplu bir akışla yuvarlanmaktan başka çaremiz kalmaz. Durup düşünecek, lezzetine varacak, ilham devşirecek zamanımız yoktur artık. İlhamsız, iz bırakmayan, ezbere çekilip zihnin derinliklerindeki dosya dolaplarına istiflenen sası, tatsız tuzsuz deneyimlerle dolu bir yaşam, gelecek için bize nasıl ilham verecek?

Geleceğimiz için gerçekten endişeleniyor, bir şeyler yapmak istiyorsak, ne yapıyor olursak olalım, biraz durup elimizdeki âna, şu âna, şu anda elimizde olana dikkat kesilmemiz ilk büyük gereklilik! Geçen zamanı unutulmaz deneyimlere, dolu dolu yaşanmış bir ömrün paha biçilmez anılarına dönüştürmenin tek yolu, kafamızı toplayıp elimizdeki tecrübenin keyfine varmaktır. Bir başka görevimiz daha var: Bu alışkanlığı yeni nesillerimize hızla vermemiz de gerekiyor. Daha doğrusu, onların elinden bu paha biçilmez ve fıtrî yeteneği almaktan vazgeçmeliyiz artık. Oyun oynarken gelecek endişesi yahut geçmiş pişmanlığı ile ânını zehreden kaç çocukla tanıştınız? Bulamazsınız! Zira onlar henüz yeterli “eğitim” almamışlardır ve içinde yaşadıkları ânın sonsuzluğu içinde, zihinlerinin evi olan beyinlerini değiştirmenin, dönüştürmenin keyfini alabildiğine yaşamaya programlanmışlardır.

Fıtrata bakmak, en büyük öğretmendir. Artık kendi zanlarımızdan ve modellerimizden kafamızı kaldırıp en sade haliyle fıtratımıza göz atma zamanı gelmiştir! Ayrıca bu görev, bu zamana has ve geçici bir görev de değildir. Ânın bilincinde olmak, bizzat insan olmanın iktizası ve kemalatın belki de yegâne giriş kapısıdır.