“Bugün Ayasofya Camii yeniden cami olduysa bunu millet olarak Atatürk’e borçluyuz!”

Neymiş efendim, Mustafa Kemal olmasaymış bugün ne Ayasofya, ne Sultan Ahmed, ne de Süleymaniye olurmuş. Hepsinin birer kilise olmasının önüne o geçmiş… Bunu gerçek kabul ediyorsanız (ki bence değil), otomatikman bizim Ayasofya’yı cami yapmamızın da hakkımız olduğunu ikrar etmiş oluyorsunuz!

BENİ yazılarımdan tanıyan herkes anlamıştır başlığa taşıdığım cümlenin bir ironi olduğunu. Bu müthiş tespit bana değil, kardeşim A.Halil Akar’a ait.

Ayasofya Camii’nin tekrar ibadete açılması sürecinde beni en çok etkileyen iki cümleden biriydi bu. Diğerini ise dergimiz için yazdığım makalede kullandım; meraklısına…

Eğer Erdoğan’ın ifadesiyle, “1934’te tarihe ihanet eden” bu kararın altına Mustafa Kemal imza atmamış olsaydı, biz bugün Ayasofya’nın yeniden cami yapılmasının gururunu nasıl yaşayacaktık?

Başta Erdoğan olmak üzere bize bu gururu yaşatan herkese teşekkür ederken, (şaka yollu da olsa) Mustafa Kemal’i de anmadan geçmek olmazdı elbette.

Beklenen oldu, Danıştay, Kariye Camii’ni emsal kabul ederek Ayasofya Camii hakkında “beraat” kararı verdi ve Başkan Erdoğan, aynı gün yayınladığı kararnâmeyle Ayasofya Camii’ni Diyanet İşleri Başkanlığı’na devrederek ibadete açılması yönünde iradesini gösterdi.

Bundan böyle, kararın alındığı 10 Temmuz ve ilk uygulama tarihi olan 24 Temmuz, tarihimizde ayrı bir yer teşkil edecek, hiç kuşkunuz olmasın.

Senelerdir dile getirildiği hâlde bir türlü icra imkânı bulunamayan bu konu muhalefet için de bir korku kaynağıydı aslında: “Ya Erdoğan bunu da yaparsa?”

Ama defansları hazırdı, kutsal değerleri iç siyaset malzemesi yapmakla suçlayacaklardı Erdoğan’ı. Bunun iç siyaset için alınmış bir karar olduğunda yoğunlaşacaklardı.

Karar siyâsî mi?

Her ne kadar sosyal ihtiyaçları ve talepleri karşılayacak olsa da bu karar elbette siyâsîdir. Ancak herkesin anladığı gibi bir siyasetten bahsetmiyoruz. Yani Ayasofya meselesine iç siyasetin dengeleri açısından bakmak bizi kısır döngüden çıkarmaz. Gerçeği anlamaz ve göremezsek, bir gün CHP iktidarı yaşamak zorunda kaldığımızda cami-müze tartışmalarını yeniden yaşamamız kaçınılmaz olur.

Ayasofya, 1930’da “restorasyon” adı altında ibadete kapatıldığında, Kemalistlere göre, siyaseten çok güçlü bir pozisyondaydık. Bütün dünya bizim gelişmemizi hayranlıkla izliyor, kendi kararlarımızı kendimiz alırken kimse müdâhil olamıyordu. Biz özgürdük ve kimse dilimizi, dinimizi, giyim kuşamımızı bize dayatmıyordu. Olanların hepsi Mustafa Kemal’in “ulu” fikriydi.

Bunların her birinin doğru olduğunu varsayalım. O hâlde 5 yılı tadilatta geçirdikten sonra tekrar ibadete açılmayan Ayasofya hakkındaki kararın ardında ne olabilir? İslâm’a ve Osmanlı’nın mîrasına olan hazımsızlık mı? Vaat edilmiş iktidarın diyeti mi? Birilerinin bugün dillendirdiği gibi güçlü olmanın gereği olarak sembollere gerek duyulmaması mı? Bu neyin özgüvenidir ki vatandaşını bedbaht etmiş, gâvuru güldürmüştür?

Sebep her ne olursa olsun, karar o gün siyâsî idi ve bu siyaset özellikle uluslararası düzeyde kabûl görmüştü. Bugün alınan karar da elbette siyâsîdir. Ama bu defa millî bir karar verilmiş, bu kararın uluslararası tepkileri ölçülüp biçilmiş, zamanı özenle tayin edilmiş, dünya siyasetindeki gücümüz tartılmıştır.

Bu kararın iç siyasete etkilerinin olmayacağını düşünemeyiz tabiî ki. Muhafazakâr seçmenin, kalmakla gitmek arasında kararsız kalan bölümü için Ayasofya Camii’nin kalma tercihi olacağı şüphesizdir. Ancak bu kararı AK Parti’nin sadece oy devşirmek için verdiğini düşünmek cehâletten öteye gidemez!

Birincisi, Danıştay’a başvuran AK Parti değil, Sürekli Vakıflar, Tarihî Eserlere ve Çevreye Hizmet Derneği olmuştur. Derneğin başvurusunun, Kariye Camii’nin emsâl gösterilmesi sebebiyle olumlu sonuçlanma ihtimâli güçlenince Hükûmet de olayı sahiplenip sonuca göre adım atacağını duyurmuştu.

İkincisi ise, bu karar, Ayasofya konusunda açılan ilk dâvâda alınmış değildir. Öncekiler olumsuz sonuçlanmış, Hükûmet ise yargıdan dönme ihtimâli olan bir karar için temkinli davranarak konuyu gündemine almamıştır.

Yani eğer sadece oy kaygısıyla Ayasofya Camii’ni ibadete açma kararı verilecek olsa bunun için daha ehven zamanlar ve seçim süreçleri yaşanmıştı. O hâlde bu kararın iç siyâsî sebeplerle alındığı söylenemez ama iç siyasete etki edeceği de görmezden gelinemez.

İşte bu “iç siyaset penceresi”, muhalefet için daha cazip geldi ve itirazlar Ayasofya üzerinde değil, Erdoğan üzerinde yoğunlaştı.

Gerçi Meral Akşener, bir televizyon programında Ayasofya için, “Ama bakın, buradan iddia ediyorum, Sayın Erdoğan onu açamaz!” dedikten sonra 10 Temmuz’daki kararnâmeyi müteakiben, “Sayın Erdoğan'ın kararları konusunda ilk defa yanıldım. Bir televizyon programında, ‘Ayasofya açılır mı?’ denildiğinde ‘Sayın Erdoğan açmaz’ demiştim. ‘Çünkü o manivelayı seçmen konselidasyonu için elinde tutar’ demiştim. Burada yanılmışım. Hayırlı olsun, uğurlu olsun diyorum, Sayın Erdoğan’ı da tebrik ediyorum” şeklinde bir ifadeyle olayın hakkını verdi. Ama üyelerinin bir kısmı, sosyal medya aracılığı ile karara karşı çıkmaktan geri durmadılar.

Davutoğlu, daha Haziran ayının başında Hükûmet’e Ayasofya konusunda “tutarsızlık” eleştirisi getirmişti. Erdoğan’ın, “Sultan Ahmet’i doldurmadan Ayasofya’nın ibadete açılmasını talep etmek abestir!” anlamındaki sözünü alıp, “Her şeyin bir zamanı var, Ayosafya’nın cami olmasının da günü gelecek. Ancak bunun dışarıdaki yansımalarını bertaraf etmeliyiz” ifadesini görmezden gelmişti.

Davutoğlu’nun dediği gibi, “kutsal değerleri siyasete malzeme yapmak” yerine o değerlerin tekrar tartışma konusu olmaktan çıkıp kalıcı olarak hizmet etmesinin yolunu arıyordu Erdoğan.

Aynı Davutoğlu’nun, 10 Temmuz günü yayınlanan Cumhurbaşkanlığı Kararnâmesi’nden sonra Erdoğan’ın halkın çoğundan gördüğü teveccüh üzerine yaptığı paylaşım ise suya sabuna dokunmama ihtiyacının sonucuydu: “Ayasofya’nın ibadete açılması, on yıllardır beklenen özlemin gerçeğe dönüşmesidir. İktidar ve muhalefetin takındıkları tavır takdire şayandır. Fethin sembolü, Fatih’in emaneti olan ve İstanbul’un tüm medeniyet birikimini barındıran Ayasofya Camii hayırlı olsun.”

Babacan ise vizyonsuzluğunun göstergesi bir açıklamada bulundu. Babacan, Yöneticilerin içerideki ve dışarıdaki yansımalarını, sonuçlarını hesap ederek bu kararı aldıklarını ümit ediyorum. Sonuçlarını hep birlikte göreceğiz. Ayasofya’nın ibadete açılmasının hayırlı olmasını diliyorum” dedikten sonra iktidarın tutarsızlığından dem vurdu.

Buna rağmen, meselâ Deva Partisi’nin Kurucu Yönetim Kurulu üyesi Deniz Karakullukçu, kararı reddetmekte kendini özgür hissetti.

Ayasofya için söyleyecek sözü olmayanların ya da akıllarından geçeni söylemekten korkanların ifadesi bunlar. Yakıştıramasak da alıştık artık!

Her şeye rağmen 10 Temmuz itibariyle CHP, İyi Parti ve SP de kurumsal olarak karara destek vermek zorunda kaldı. Haziran başında konuyla ilgili “tuzak” kanun teklifi reddedilen İyi Parti’nin, Ayasofya’nın cami statüsüne dönmesi konusunda bir reddiyesi olamazdı tabiî.

Rahmetli Erbakan’dan dolayı SP de aynı kabullenmeye mecbur. Ancak CHP’nin olumlu tavrı tamamen bir ittifak mecburiyetinden ibaretti. Kendi seçmeninin bile yüzde 40 oranında destek verdiği Ayasofya Camii kararına karşı çıksa, oyuna talip olduğu HDP dışındaki kitlenin tepkisine sebep olur, hattâ belki de senelerdir üzerine titredikleri Millet İttifâkı çatırdayabilirdi.

Öyle ya, temkinli açıklamalara rağmen, ittifaktaki iki resmî ortağı da Ayasofya’yı cami olarak görmek istiyordu. CHP’ye bu konuda tek muhalefet kozu kalmıştı, o da Mustafa Kemal’i koruma görevi…

Ayasofya konusundaki muhalefeti ise sosyal medya temsilcileri vâsıtasıyla yürütmeye devam ettiklerini görüyoruz.

Mustafa Kemal’i korumak

Peki, neydi bu Ayasofya konusunda Mustafa Kemal’i koruma gayreti?

Erdoğan, kararı açıkladığı o tarihî konuşmada, 1934’te Ayasofya Camii’ni müzeye dönüştürme kararını alanları ihanetle suçlamış, gün itibariyle bu yanlışın düzeltildiğini, Fatih’in vasiyetini uygulayarak tarihimize olan borcumuzun ödendiğini vurgulamıştı.

İşte CHP, bu “ihanet” vurgusu üzerinden eteğindeki taşları dökmeye başladı!

Neymiş efendim, Mustafa Kemal olmasaymış bugün ne Ayasofya, ne Sultan Ahmed, ne de Süleymaniye olurmuş. Hepsinin birer kilise olmasının önüne o geçmiş…

Bunu gerçek kabul ediyorsanız (ki bence değil), otomatikman bizim Ayasofya’yı cami yapmamızın da hakkımız olduğunu ikrar etmiş oluyorsunuz!

Ben sizin gibi muhalefet yapmak istesem, “İstanbul’da kalsa İngilizler bile Sultan Ahmed’e, Süleymaniye’ye dokunmazdı” diyerek eleştirirdim kararı. Neyse ki CHP’de değilim!

Şu günlerde İstanbul tekfurundan da bir açıklama bekledim ama henüz kendine gelememiş olacak ki ben bu yazıyı yazarken hâlâ sessizliğini bozmamıştı. Muhtemelen kanı dondu, çok üzüldü, “Böyle bir şey olabilir mi?” diye haykırdı dağa taşa… Belki de kendisine çok yakışan tatile Yunanistan’a gidip özür dilemenin yollarını düşünmeye daldı… Ama kaybetmek de ona çok yakışacak, inanıyorum…

Kalın sağlıcakla…