Bugün 27 Şubat

Çevremizde “Bize ne?” diye soracağımız bir coğrafya kalmayınca bir sonraki sorumuz ne olacak? Lâik, aydın, Kemalist, ulusalcı, çağdaş, yurtsever kafa, sınırdaki beton blokların yenmiyor olduğunu çevremizdeki son devlet de yıkılınca mı anlayacak? Sonrasında “Bize ne Diyarbakır’dan, Hakkâri’den?” diye sormaya da sıra gelir mi dersiniz? Biz birbirimizin burnunu kırarken, birbirimizi bıçaklarken, kendi suçlumuza kol kanat gerer, onu kutsarken, bırakalım da kırılmaya devam mı etsin bardaklar?

“EYVALLAH” dedi Musa, “Mevzuyu anladık Baba. Lâkin anlamadığım, rahmetliyi öldürmeden, ipi elinden alamazlar mıydı? Bir cana kastın sebebi nedir?”.

Hüsnü Baba, sağ tarafına dönüp çimlerin arasından küçük bir taş aldı. Musa’nın hasırı üzerinde duran çay bardağına attı. Herkesin şaşkın bakışları arasında bardak kırıldı ve içindeki çay hasıra döküldü.

“Eyvallah Baba.”

“Kasıt bardak kırmaksa, bardak çok evlat. Kasıt çayı içilmez kılmaksa, bardağı kırmak şart. Bardak dediğin, çayı taşıyan araç. Çay fikirse, bardak beyin.”

“Anladım Baba.”

“Anlamadın evlat.”

Baba, son sözünü söyledikten sonra elini bardağa götürdü ve bir yudum çay içti. Halkadakiler de Baba’yla birlikte çay yudumladılar. Yaşlı adam, bardağı yere koyup sağ tarafından büyük bir taş daha aldı. Elini kaldırıp taşı bardaklara atacakmış havası verdiğinde, halkadakiler bardaklarını hızla yere bıraktılar. Ellerini de aynı hızla bardaklardan çektiler; Sevban hariç. Halkanın yaşça en küçük ismi, sağ elini bardağının üstüne koydu. Bardağın gövdesini parmaklarıyla kapattı, başını kalbinin üstüne eğdi.

“Eyvallah Sevbanım” dedi Hüsnü Baba, “Eyvallah evlat!”.

“Anlamadın Musa! Ben, ipin diğer ucunu tutanın harekete geçtiğini söylüyorum. Amacının bardağı kırmak değil, çayı içtirmemek olduğunu anlatıyorum. Az evvel kırdığım bardak senin aracın, döktüğüm çay senin amacındı. Sen Özal’dın evlat. Sen’i yok ederken, aslında senden geriye kalanlara idi mesajım. Ben, ipin ucunu tutan adam; ikinci kez hareket ettiğimde, bardağı kırmadan bütün çayları teslim aldım. Gözlerimin içine bakarak ne yapacağımı izlediniz ve teslim oldunuz. Şükürler olsun, Sevban evladım içimi ferahlattı.”

(Selman Kayabaşı’nın “Teşkilat” adlı romanından alıntıdır.)

***

Yıl 1997… Pakistan Başbakanı Navaz Şerif, darbeyle iktidardan uzaklaştırıldı. Bangladeş Başbakanı Şeyh Hasina darbeyle devrildi. Endonezya Başkanı Suharto da askerî darbeyle koltuğundan indirildi. Nijerya Enerji Bakanı cinayete kurban gitti. Malezya Devlet Başkanı’nın hükümeti, ekonomik kriz sonrası devrildi. Mısırlı Bakan Kemal Ganzuri, Devlet Başkanı Mübarek tarafından görevinden alındı. İran Cumhurbaşkanı Rafsancani iktidarını kaybetti. Ve… Necmettin Erbakan… “Post-modern” bir darbeyle Başbakanlık koltuğunu terk etmek zorunda bırakıldı.

Bu “şanssız” devlet adamlarının ortak özelliği, 1997 yılında G-8 ülkelerine karşı bir güç oluşturmak için D-8 birliğine imza atmak üzere aynı masaya oturmuş olmalarıydı. Masa lânetli değildiyse, geniş bir sahnede sergilenmekte olan ciddî bir oyun vardı.

Görünen oydu ki, birileri, bir daha asla bu ülkelerin bir araya gelmesini istemiyordu. Bardaklar kırılmıştı. Hem de kimilerine göre Türkiye’deki bardak “bin yıl” kırık kalacaktı.

Türkiye açısından, kırılan bardak daha da trajik sonuçlara gebeydi. Türkiye kurumlar arasındaki sürtüşmelerle meşgul olurken, bardağı kıranlarsa Ortadoğu’nun hedeflenen ülkelerini işgal ediyor, bu bölgeleri kan gölüne çeviriyorlardı. Türkiye’nin inisiyatif kullanmasının önüne başarıyla geçildiği bu dönemde, Mîsak-ı Millî sınırlarımız içinde bulunan Musul, Kerkük ve Telafer’deki soydaşlarımız katledilmekteydi. Oyun sonunda perde kapanırken, Fadime Şahin, Ali Kalkancı, Müslüm Gündüz ve ellerinde sopa, sırtlarında cüppe, başlarında sarık olan adamlardan oluşan dekor da toparlanıyordu sahneden.

***

Yıl 1980… Güneş ışığının bile zor girdiği bodrum kattaki rutubetli evimizin siyah perdeler çekilmiş penceresinden, kurşun girme ihtimaline karşılık uzak durduğumuz ve duvar diplerine sinip dışarıdan gelen kurşun seslerini dinlediğimiz günler, geceler…

Bir gün babam işten gelmişti de sokağın başında yeğenlerini gördüğünü anlatmıştı. Onlara orada ne yaptıklarını sorduğunda, yeğenlerinin gelen geçene otuz iki farzı saydırdıklarını, sayamayanları dövdüklerini söylediklerini de… Bunun üzerine kendisi yeğenlerinden otuz iki farzı saymalarını istemişti de yeğenleri sayamamış ve onları tokatlayıp “Aklınızı başınıza alın” diyerek evlerine göndermişti.

O karanlık günlerde birbirine kurşun sıkan gençler, ancak yıllar sonra (hatta kimisi ancak bir TV dizisi sayesinde) öğrenebilecekti her iki tarafa da bu silahları, kurşunları, bombaları aynı karanlık elin verdiğini. Ve yıllar sonra anlayabileceklerdi kendileri ve ülke bu kirli oyunla meşgul edilirken karanlık güçlerin perde gerisinde çevirdikleri oyunları.

16 yaşındaki çocuklar, bir gecede mahkeme kararı ile yaşları büyültülüp boyunlarına ip geçirildiğinde nasıl bir oyunun içerisinde olduklarını anlayamadan gittiler üstelik bu dünyadan. Arkalarında ailelerine bile teslim edilmeyen son mektuplarını bırakarak…

Bardak yine kırılmıştı. 1960 ve 1971’de yaşananlara hiç girmiyorum bile yazı uzamasın diye.

***


Bu “şanssız” devlet adamlarının ortak özelliği, 1997 yılında G-8 ülkelerine karşı bir güç oluşturmak için D-8 birliğine imza atmak üzere aynı masaya oturmuş olmalarıydı. Masa lânetli değildiyse, geniş bir sahnede sergilenmekte olan ciddî bir oyun vardı.


Yıl 2024… Tam da Türkiye’nin, bölgesinde inisiyatif almaya, küresel güçlere karşı kendi oyununu kurmaya başladığı bir zamanda (1997 gibi), yönetmen koltuğundaki küresel patronlar, sahnede sergilenmekte olan tiyatroyu keyifle izliyorlar ellerini ovuşturarak. Oyunu yazdıkları, dekoru kurdukları ellerini…

Ha gayret çocuklar, bu sefer oluyor mu ne?

Filmi yirmi beş yıl geriye doğru sardığımızda, ülke olarak birçok karanlık dehlizden geçtiğimizi, badireler atlattığımızı, sınamalar yaşadığımızı görüyoruz. Hablemitoğlu cinayeti ile başlayan bu uzun soluklu tiyatrodan Cumhuriyet mitingleri, 27 Nisan e-muhtırası, 367 krizi, Danıştay saldırısı, Rahip Santoro olayı, Hrant Dink cinayeti, “411 elin kaosa kalkması”, İnönü Stadyumu ve Ankara Garı saldırıları, Gezi Kalkışması, 17/25 Aralık operasyonları, 7 Şubat MİT krizi, MİT tırlarının durdurulması ve 15 Temmuz darbe girişimi bir solukta aklıma gelenler sadece. Biraz arşiv taraması yapsam bir bu kadar, hatta çok daha fazla suni kriz daha bulur çıkarırım.

Çevremiz ateş çemberi ve çember sürekli daralıyor. Kuzeyimizde iki yıldır Rusya-Ukrayna Savaşı devam ederken, şimdi de Gazze’de üç aydır süregelen İsrail soykırımı… Irak ve Suriye’de iç karışıklıklar, kontrol noktalarımıza yapılan saldırılar, verdiğimiz şehitler… Bu halkaya eklenen İran-Pakistan gerginliği… Gazze’deki vahşi saldırıların Lübnan ve Suriye’ye doğru genişlemeye başlaması… Eş zamanlı olarak Lübnan’da HAMAS liderlerinden Aruri’ye yapılan suikast ve İran’daki bombalı saldırıda onlarca sivilin katledilmesi… Bu olaylardan sadece bir gece önce, MİT tarafından düzenlenen operasyonla ülkemizde paketlenen 34 MOSSAD ajanı ve belki de önlenmiş olan bir büyük saldırı söz konusu. Bölgesel bir gerilimin ardından savaşa doğru evrilmekte olan bir kaos plânı…

Önceki yazılarımda da sıklıkla söylemiştim; Gazze’de tutuşturulan fitil Lübnan, Ürdün, Suriye ve Irak’tan sonra Türkiye’ye doğru geliyor.

İsrail ve İsrail’in ağababası ABD, bizim bölge ile ilgilenmemizi istemiyor. Bölgede genişlemekte olan bu ateş çemberi sınırlarımıza gelip dayanana kadar, hatta sınırlarımızdan içeri girse bile suni gündemlere gömülmemizi, birbirimizi yememizi murat ediyorlar. Bunu göremiyor muyuz sahiden? Hayret!

***

Havada fena hâlde 28 Şubat kokusu var. İçeriden de bu süreci itekleyen kullanışlı aparatlar… Filistin’e Destek Mitingi’nden sonra evine giden bir vatandaşa, elinde Tevhid bayrağı taşıdığı için yapılan saldırı… Bu saldırının ardından suça ve suçluya serdedilen methiyeler… Daha o vatandaşımızın kırılan burnunun kanı kurumamışken Fatih Camii imamına ve onun talebesine yapılan bıçaklı saldırı ve her iki vatandaşımızın ölümden kıl payı dönmüş olmaları… Her iki saldırganın arkasından ortaya çıkan Ümit Özdağ ve Zafer Partisi’nin parmak izleri… Ne idüğü belirsiz birinin Anıtkabir’de sloganlar atması…

Hayırdır? Nereye gidiyoruz biz? “Cambaza bak” mı oynayacağız yine?

Biz enerjimizi ve vaktimizi içimizde böylesi saçma sapan gündemlere harcarken, çevremizde yanan yangının sınırlarımıza kadar gelip dayanmasını mı bekleyeceğiz? Öyle ya, “Bize ne Irak’tan, bize ne Suriye’den, bize ne Filistin’den, Gazze’den, bize ne Lübnan’dan, bize ne Yemen’den”… Peki, ya sonra?


Çevremizde “Bize ne?” diye soracağımız bir coğrafya kalmayınca bir sonraki sorumuz ne olacak? Lâik, aydın, Kemalist, ulusalcı, çağdaş, yurtsever kafa, sınırdaki beton blokların yenmiyor olduğunu çevremizdeki son devlet de yıkılınca mı anlayacak? Sonrasında “Bize ne Diyarbakır’dan, Hakkâri’den?” diye sormaya da sıra gelir mi dersiniz? Biz birbirimizin burnunu kırarken, birbirimizi bıçaklarken, kendi suçlumuza kol kanat gerer, onu kutsarken, bırakalım da kırılmaya devam mı etsin bardaklar?

Bu sefer oluyor muydu ne? Ha gayret çocuklar!

Şahsen ben de isterdim İsviçre gibi, Hollanda gibi çevresi sütliman bir coğrafyada yaşamayı. En önemli gündemimizin karaya vurmuş balinalar, küresel ısınma ve yenilenebilir enerji sistemleri olmasını…

Atalarımızın kanlarıyla, canlarıyla emanet ettikleri bu coğrafya kaderimizse, kaderimize uygun şekilde hareket etmek de o ecdadın torunları olarak bizim vazifemizdir. Damarlarımızdaki asil kanda mevcut olan muhtaç olduğumuz kudretimizi birbirimizi yemek için mi harcamamız gerekiyor illâ?

Meselâ uzaya çıkan ilk Türk için bile hep birlikte, tek yürek olarak sevinip bundan gurur duymayalım mı? Uzun bacaklı İngiliz ne kadar da güzel iş çıkarmış bu memlekette arkadaş!

LGBT bayrağı sallamayı özgürlük, lâkin Tevhid bayrağı taşımayı ülke için tehdit kabul eden kafayı ne de güzel ve hangi ara formatlamışlar? Dağ başını duman alınca yürüyen arkadaşlar, ülkenin çevresi yangın yeriyken nelerle uğraşıyorlar böyle? Yakında güneşin doğacağı bir ufkumuz kalmayacak, farkında değiller. Bu kadar gaflet, lâiklik ve çağdaşlığın, Kemalizm ve ulusalcılığın yan etkisi ya da sonucu olabilir mi dersiniz?

Arz-ı Mev’ud ile Mîsak-ı Millî, Hilâl ile Haç (hatta Davut yıldızı), hak ile bâtıl savaşı başladı. Biz “Yurtta sulh, cihanda sulh” pankartı yüzünden bir bardak suda fırtına koparırken, üçüncü dünya savaşı çoktan başladı bile. Uyanınız!

Hâsılı; hava puslu, sahne karmaşık, çakallar iş başında. Elimizdeki bardağa dikkat etmenin tam zamanı!

Zaman, Sevban olabilmek zamanı! Gün batıdan doğmadan…

Kalınız sağlıcakla efendim.