Buğu

Oysa aslolan, elini eteğini çekip dış dünyadan nü kalmak değildi elbet. Aslolan, insan olduğunun farkında olarak, karşı tarafı düşman bellemeden ve Allah’ın verdiği sevgiyi unutmadan yaşayabilmekti. Aslolan, “gâyeyi” kavrayabilmek ve bu anlamsız yarıştan koşar adım uzaklaşabilmekti. Aslolan bütündeydi!

İNSANOĞLUNA üflenen rûh idi her şeyin başlangıcı. Cennet’te başlayan serüven, dünyada devam ediyordu. “Hani Rabbin meleklere, ‘Ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım’ demişti.” (Bakara, 30)

Yasak ağaç yalnızca bir imtihandı ilk insan için ve bu imtihana en uygun yer Cennet’ti. Çünkü yeryüzünün halîfesi olarak yaratılan insanoğlunun en güzel dönüş yeri burasıydı ve iblisin sözlerine inanırsa, buradan mahrum kalacağını görmeliydi.

Havvâ, Hıristiyan inancında yasak ağacın meyvesini yiyen ve Âdem’i buna zorlayan kadın olarak tanındı. Havvâ dayanıksızdı, şeytanla işbirliği yapmıştı, ağacın meyvesinden kendisi yediği gibi Âdem’e de yedirmiş ve Cennet’ten kovulmalarına sebep olmuştu. İlk günahın failiydi. Kadının doğum sancıları, bu ilk günahın cezasıydı. Dünyada insanlığın başına gelen tüm felâketlerin sebebi yine “kadın”dı.

Yahudi geleneğinde kadın, yalnızca erkeğin hizmetkârı olarak görülürdü. Tekvin kitabında Tanrı’nın şöyle dediği kabul edilir: “Âdem’in yalnız kalması iyi değil, ona uygun bir yardımcı yaratacağım...”

Antik Yunan ve Orta Çağ’da kadın, insan olarak kabul edilmezdi. O, mal gibi alınıp satılan, kocası öldüğünde başkasına mîras kalan, yalnızca çocuk doğurmaya ve erkeğin ihtiyacını tatmin etmeye yarayan bir varlıktı. Kadın zayıf ve duygusaldı. Genç yaştaki erkek çocuklar annelerinden alınarak başka bir erkeğin yanına verilir, böylece ilk günahın faili kadının zayıf taraflarının erkeğe geçemeyeceğine inanılırdı.

Orta Çağ’da yapılan cadı avlarının kurbanları yine kadınlardı. Bu dönemde cadı olduğu iddia edilen kadınlar, çoğunluğun yüzde 75-85’ini oluşturuyordu. Arap toplumunun da durumu çok farklı değildi. Alınıp satılabilen, mîras olarak birinden diğerine geçen bir varlıktı kadın. Erkek istediği kadar kadınla evlenebilir, istediği eşini istediği vakit boşayabilirdi. Kız çocuğu olanlar toplumdan utanır, insan içine çıkamaz, çocuklarını ya toprağa gömer veya yüksek bir uçurumdan atarak şereflerini koruduklarına inanırlardı.

“İçlerinden birine bir kızı olduğu müjdelendiği zaman, içi gamla dolarak yüzü simsiyah kesilir. Kendisine verilen kötü müjde yüzünden halktan gizlenmeye çalışır. Onu utana utana tutsun mu, yoksa toprağa mı gömsün? Ne kötü hükmediyorlar.” (Nahl, 59)

İslâm’la birlikte kirli su berraklaştı. Allah’ın âyetleri ve Efendimizin Sünneti, kafalardaki ve gönüllerdeki pası sildi. “Allah ‘Ol’ der ve olur” âyeti uyarınca, yaratmaya Kâdir olan Allah, insanlık serüvenini Cennet’te başlattı. Ona “yeryüzünün halifesi” sıfatını verdi. Allah, Âdem ile Havvâ’yı aynı hamurdan yarattı.

Sınav birdi. “O hanginizin daha güzel işler yapacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O üstündür, bağışlayandır.” (Mülk, 2)

Ödül birdi. “Allah mümin erkeklere ve mümin kadınlara altlarından ırmaklar akan cennetler vaat buyurdu. Orada ebedî kalacaklardır. Hem de Adn cennetlerinde hoş meskenler vaat etmiştir. Allah’ın rızâsı ise hepsinden büyüktür. İşte asıl kurtuluş da budur.” (Tevbe, 72)

Ve ceza birdi. “Allah erkek münafıklara, kadın münafıklara ve (bütün) kâfirlere, içinde ebedî kalmak üzere cehennem ateşini vaat etti. Bu onlara yeter...” (Tevbe, 68)

Modern dünya ise kadına hepsinden daha başka bir bakış açısıyla yaklaştı. İddia ettiği amacı, onu güçlü kılmak ve kimseye boyun eğdirmemekti. O, erkekten daha dirayetliydi ve yaşamak için kimseye ihtiyacı yoktu; kendi ayakları üzerinde durabilirdi. Ve denge, hiçe sayıldı!

“Kendileriyle huzur bulasınız diye sizin türünüzden eşler yaratması ve aranızda sevgi ve merhamet var etmesi de O’nun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için elbette ibretler vardır.” (Rûm, 21)

Kadın ve erkeğin yapboz parçaları gibi birbirini tamamladığı, resmin bütününü ikisinin birlikte oluşturduğu yine göz ardı edildi. Allah’ın aralarına koyduğu sevgi, nefrete dönüştü. Yaşamak, yarış hâlini aldı. “Bizim onlardan ne eksiğimiz var?” nâraları kalplere yerleşti. İki cinsin dünyadaki yeri tam kavranamadığı içindir ki görevler, sorumluluklar, duygular ve nicesi karıştı, allak bullak oldu.

Karşı cinsin güç gösterisi, erkeğin işine geldi. Artık kimse onu suçlamıyor, kadın kendiliğinden onun isteklerini yerine getiriyordu aslında. Erkeğe ise iştahla izlemek kalıyordu sadece. Seyirlik nesne yerine koydu önce kendisini kadın. Ev, araba, elbise, hattâ dondurma reklâmlarında, dizilerde, podyumlarda bedeninin kullanılmasına izin verdi. Modern dünyanın “eş-anne-çalışan kadın” üçgeninde kimi zaman kimlik kargaşası içinde boğulma durumuna geldi.

Oysa aslolan, elini eteğini çekip dış dünyadan nü kalmak değildi elbet. Aslolan, insan olduğunun farkında olarak, karşı tarafı düşman bellemeden ve Allah’ın verdiği sevgiyi unutmadan yaşayabilmekti. Aslolan, “gâyeyi” kavrayabilmek ve bu anlamsız yarıştan koşar adım uzaklaşabilmekti. Aslolan bütündeydi!

“Allah’ın kiminizi kiminize üstün kılmaya vesîle yaptığı şeyleri (haset ederek) arzu edip durmayın. Erkeklere kazandıklarından bir pay vardır. Kadınlara da kazandıklarından bir pay vardır. Allah’tan, O’nun lütfunu isteyin. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir.” (Nîsa, 32)