“Bu vatan benim!”

Sabah yapılan tespitlere göre, cami içerisinde iki yüz kırk üç kişi yanarak can vermişti. Üç kadına tecavüz edilmiş ve karınları yarılmış, sokak aralarında on dokuz kişi mızraklanarak, kırk iki kişi de kurşunlanarak katledilmişti. Çoğu ev ve içinde hayvan bulunan ahırlar da ateşe verilmişti.

HASAN semaverlerin ateşlerini harlarken, Rus subayı Dimitri’nin, atının üzerinde hana doğru yaklaştığını gördü. Avuçlarını öfkeyle sıktığında tırnaklarının etine gömüldüğünü hissetmiyordu.

Hana varan Dimitri atından indi, içeriye girerek bir iskemle çekip “Çay!” diye seslendi. Başındaki uşankası, üstünde arkası yırtmaçlı, yakaları kürklü uzun kaşe paltosu, ellerinde koyun yününden örme eldivenleriyle bir asilzâde gibi bu topraklarda dolaşması, Hasan’ı her defansında öfkelendirmeye yetiyordu. Dimitri’nin “Çay!” komutuyla her kez bir anda öfkeli yüzünü ona çevirdi. Hasan göğsünü tam ileriye doğru kabartmışken, Hacı Muştak, bu cesur bedenin kolundan tuttu ve bir adım geri çekti. “Çay bitti efendi!” diye keskin bir tavırla cevap verdi.

Rus subayı, yanan semaverlere, küçük ahşap masalardaki dolu bardaklara imalı bakışlarını gezdirdikten sonra emir erine, “Mihayl, atı getir!” diye emir verdi. Küçük çay ocağındaki öfkeli bakışların arasından süzülerek atını mahmuzladı ve gözden kayboldu.

Hasan, on beşinde bir deli tay, hırçın bir rüzgâr, coşkun akan bir nehir... Sıbyan Mektebi’nden sonra babası onu Rüştiye Mektebi’ne yazdırmıştı. O, hep bir Harbiyeli olmayı hayâl ediyor, bu hayâllerini arkadaşı İbrahim’le paylaşıyor, o da, “Vay be! Hasan, ne yani, Kazım Paşa gibi mi olacaksın sen de?” diye şakaya alıyor, o ise “He! Tıpkı onun gibi…” derken o ruh hâline bürünüyordu.

Okuldan çıktıktan sonra babasının akrabası yetmiş beşindeki Hacı Muştak’ın Kars Kapısı’nın girişindeki hanında çaycılık yapıyordu. Ağabeyi Yusuf, iki ay önceki celple Çanakkale cephesine gönüllü gitmişti. Hasan ise bu durumun gururunu yaşarken kendisini, cisminin iki misli büyüklükte hissediyor, bunun övüncünü her fırsatta anlatarak yaşıyordu.

Babası ise kalaycıydı. Sabahları at arabasına yüklediği büyük körüğü ve malzemeleriyle köy köy dolaşır, kimi zaman üç beş gün eve gelmediği olurdu. Yetim büyümüştü babası. Dedesi Osmanlı-Rus Harbi’nde şehit düşmüştü. Zaten o gün bugündür de Rusların gölgesi bu toprakların üzerinden hiç eksilmemişti.

Hasan’ın bir de Sariya’sı vardı. Can dostunun kardeşi Sariya… On dördünde daha… Yer yer kızarmış yaz elması gibiydi yanakları. Hele bir de Hasan’ı gördü mü iyice belirirdi yanaklarının tombul ve renkli görüntüsü. Fakat Hasan hiç belli etmezdi Sariya’ya kendi rengini. Olur muydu? Puslu günlerde insan güneş arar mıydı etrafta? Şimdi ilk sevda da, ilk kavga da vatan için olmalıydı. Düşman çizmelerinin topraklarında gezinmesi, gününü gecesine perde yapmaz olmuştu. Halk çaresizdi, yorgundu, yıllık hasatlarının yarısından fazlasını cephedeki askere kumanya gönderiyor, kalanıyla idare ederken dahi bunu nefislerine fazla görüyordu. Üstüne hastalık ve bir de namus korkusuyla gözlerinin teki açık uykuya gidiyorlardı. Veba her tarafta kol geziyor, cepheye giden askerlerin çoğu, daha yolda bu hastalığa yenik düşüyordu. Anaların yüreği buruk, gelinlerin kınası soluktu.

Ermeni Taşnak ve Hınçak çetelerinin yaptığı zulümler halkın üzerinde korkunun en zalim hâlini yaşatıyor, bu çetelere direnemeyen halk, göç yollarına düşmüş hâlde kendisine emin yerler arıyordu. Daha dün meydanda, Hasankale ve Horasan’da Agop’un adamlarının köyleri ateşe verip yüz elli masum insanı yakarak, süngüleyerek ve de kazığa oturtarak katledilişleri anlatılmıştı.


Hacı Muştak’ın çay ocağında akşamları erkekler toplanır, örgütlenme yaparlardı. O gün babası ocağa giderken, Hasan da işini bitirmiş eve dönüyordu. Sokaklar karanlık, her köşe başından bir korku nefesi vuruyordu insanın yüzüne. Hızlı adımlarla ilerleyen Hasan’ın, duvarları uçmuş, tomruklardan yapılmış tavanı göçerek iç kısmını yarıya kadar toprakla doldurmuş virane bir ahırın yanından geçerken karanlığın da etkisiyle kulağına birtakım sesler geldi. Usulca ahıra doğru ilerledi ve çökmüş tavanın engebe oluşturan yığınlarından bir iki adım ilerleyerek iyice kulak verdi. Haklıydı. Burada birileri vardı. Sesleri iyice dinleyince bunların Ermeni çetecileri olduğunu anladı. Kesik kesik duyduğu konuşmaları iyice anlamaya çalıştı.

-Erkekler camideyken siz de evleri basacaksınız. Agop’un adamlarının da eli kulağında, yakında varırlar. Şimdi Rosdom, sen Rus dostlarımızın verdiği silahları kiliseden gelen adamlara dağıt. Yeremyan, sen de birkaç adam al, caminin kapısını tut. Herkes duydu, değil mi? Devletimizin temellerini kanla atacağız ve bu kanla hürriyetimizi yazacağız!

Hasan’ın duyduklarından nutku tutulmuş, var gücüyle ocağa doğru koşmaya başlamıştı. Dilsiz duâlarını arka arkaya sıralarken, sokak aralarından gelen seslerle bir an durakladı. Bu sesler her saniyede biraz daha yaklaşıyor, çocuk ve kadın feryatları sokak aralarından gökyüzüne çarpıp boşluğa yayılıyordu. Bir köşeye gizlendi ve ne yapabileceğini düşündü. Her yer tutulmuştu. “K’aylel, k’aylel” (“Yürü!”) diyen öfkeli bağırışlar, buna cevaben “Allah! Allah!” sesleri karanlığı ve tüm eşyayı yalayarak etrafa dağılıyordu.

Bir şey yapmalıydı, birine haber vermeliydi. Sıkışmıştı. Her sokakta yanan meşaleler, çekilmiş süngü ve silahların gölgesinde grup grup insanlar itile kakıla, öfke naralarının eşliğinde camiye doğru sürükleniyorlardı. İki üç yaşında çocuklar, gelinlik kızlar, bıyığı terlemiş delikanlılar, güçten düşmüş yaşlılar… Bir ihtiyarcık yanındakine tutunmuş, “Lâ ilâhe illâ-Allah” diyerek yürümeye gayret ediyor, arada bir düşünce de süngü yememek için gayretle ayağa kalkıyordu. Yanındaki genç adam ise “Dayan!” diyerek onu toparlamaya çalışıyordu. Dizinin mecâli kesilip sendeleyince, arkadan bir süngünün vücuduna saplandığını gördü yanındaki. “Allah!” dedi yaşlı adam. Ne olduğunu henüz anlamamışken, ikinci darbenin de kendi sırtını hedef almasıyla o da yanına yığıldı. “Gebereceksiniz! Srank mern yen!” (“Buralar bizim”) haykırışlarıyla âdeta bir zafer hazırlığı yapıyorlardı.

Hasan anasını ve nenesini düşündü. “Allah’ım, onlar da buradadır, ben ne yapayım?” diye çaresiz bir hâlde babasına ulaşmanın yollarını düşünüyordu. Bunun imkânsızlığı ise soluğunu iyice kesiyordu. Camiye çok yakındı. En iyisi oraya doğru ilerlemekti.

Herkesi camiye sokmuş, kapısını tutmuşlardı. Biraz önce geceyi titreten çığlıklar şimdi derin bir sükûta dönüşmüştü. Belki de Yaratan’ın evinde, O’na olan teslimiyetin huzuruydu bu sessizlik. Hasan pencerede anasını ararken, bir anda Sariya gözüne ilişti. Küt dedi yüreği. Korkudan yaprak gibi titreyen Sariya, anasının koltuğuna sokulmuş, ölü gözlerle aynı noktayı seyrediyordu. Bir Ermeni içeri girdi, rastgele birkaç el ateş ettikten sonra içeriyi bir tur dolaştı. Yaşları on altı ile on sekiz arasında değişen üç genç kıza “Gelin siz!” derken, herkes bunun sebebini anlamıştı. İçeridekiler buna var güçleriyle direnmiş, fakat süngü ve bıçak darbeleriyle oldukları yere yığılmışlardı. Sürüklenenlerden biri, “Allah’tan korkun, yüklüyüm!” dese de onlar bunu duymuyor, hatta keyif alıyorlardı.

Dışarıda çaputlara mandalardan elde edilen bezir yağlarını sürüyor, ateşledikten sonra caminin içine atıyorlardı. Camdan alevi gören Hasan’ın artık yüreği örs, aklı çekiç olmuştu; tüm cesaretini kuşanarak caminin giriş kapısına doğru koşmaya başlamıştı. Anası, bacısı ve bir de Sariya’sı vardı. Eğer onu görürse, kurtarırsa söyleyecekti bağıra bağıra sevdasını. Çetecilerin yanına gelince alevlerin iyice yayıldığını, buna rağmen hınçlarının şiddetiyle yeni çaputları tutuşturarak etraftaki boş evlere ve dolu ahırlara savurduklarını gördü.

Hasan’ı gören Yeremyan, “Dur bakalım, nereye?” derken süngüsünü boğazına dayamıştı bile. Hasan, “Allahsızlar sizi, kitapsızlar! Öldürseniz de, yaksanız da buralar size yurt olmayacak. Bu vatan bizim!” diye haykırırken, süngüden değil korkmak, ucundan tutarak iyice üzerine çekiyordu. Bu sözleri duyan Rosdon, Yeremyan’a, “Gebert şunu!” dedi.

Ateşin çatırtılarına yanan insanların çığlığı karışıyor, buna Taşnakların kahkahası eşlik ediyordu. Arka arkaya basılan tetikten çıkan kurşunlar Hasan’ın genç gövdesini kana bularken, bu genç adam, yeni dikilmiş fidan gibi toprağa düşüyor, karanlığı geceye nispet yapan gözleri, yukarıdan kendisine selâm veren bir yıldızın ışıltısıyla yavaş yavaş kapanıyordu. Son sözü, “Bu vatan benim!” oldu ve başını camiye çevirerek semaya son soluğunu uğurladı.

Sabah yapılan tespitlere göre, cami içerisinde iki yüz kırk üç kişi yanarak can vermişti. Üç kadına tecavüz edilmiş ve karınları yarılmış, sokak aralarında on dokuz kişi mızraklanarak, kırk iki kişi de kurşunlanarak katledilmişti. Çoğu ev ve içinde hayvan bulunan ahırlar da ateşe verilmişti. Artık burada yaşanan bu vahşete ağlayacak, buranın yasını tutup acılarına ağıt yakacak bir tek canlı dahi kalmamıştı.

Yıllar sonra Kazım Karabekir Paşa, Erzurum’a geldiğinde, gördüklerini şöyle anlatıyordu: “Erzurum’a o kadar yaklaşmışım ki, artık insanların dişlerini görecek kadar yakınlarındayım… Gülerek beni karşılıyorlar. Biraz daha yaklaştığımda, orada bir gayr-i tabiîlik hissettim. Bu insanlar hiç kımıldamıyordu. Daha yaklaştığımda ıstırapla gördüm ki, her biri canlı canlı birer kazığa oturtulmuştu. Istıraptan kasılmıştı yüzleri, gülmüyorlardı!”