
HASAN semaverlerin ateşlerini
harlarken, Rus subayı Dimitri’nin, atının üzerinde hana doğru yaklaştığını
gördü. Avuçlarını öfkeyle sıktığında tırnaklarının etine gömüldüğünü
hissetmiyordu.
Hana
varan Dimitri atından indi, içeriye girerek bir iskemle çekip “Çay!” diye
seslendi. Başındaki uşankası, üstünde arkası yırtmaçlı, yakaları kürklü uzun kaşe
paltosu, ellerinde koyun yününden örme eldivenleriyle bir asilzâde gibi bu
topraklarda dolaşması, Hasan’ı her defansında öfkelendirmeye yetiyordu. Dimitri’nin
“Çay!” komutuyla her kez bir anda öfkeli yüzünü ona çevirdi. Hasan göğsünü tam
ileriye doğru kabartmışken, Hacı Muştak, bu cesur bedenin kolundan tuttu ve bir
adım geri çekti. “Çay bitti efendi!” diye keskin bir tavırla cevap verdi.
Rus
subayı, yanan semaverlere, küçük ahşap masalardaki dolu bardaklara imalı
bakışlarını gezdirdikten sonra emir erine, “Mihayl, atı getir!” diye emir
verdi. Küçük çay ocağındaki öfkeli bakışların arasından süzülerek atını
mahmuzladı ve gözden kayboldu.
Hasan,
on beşinde bir deli tay, hırçın bir rüzgâr, coşkun akan bir nehir... Sıbyan Mektebi’nden
sonra babası onu Rüştiye Mektebi’ne yazdırmıştı. O, hep bir Harbiyeli olmayı
hayâl ediyor, bu hayâllerini arkadaşı İbrahim’le paylaşıyor, o da, “Vay be!
Hasan, ne yani, Kazım Paşa gibi mi olacaksın sen de?” diye şakaya alıyor, o ise
“He! Tıpkı onun gibi…” derken o ruh hâline bürünüyordu.
Okuldan
çıktıktan sonra babasının akrabası yetmiş beşindeki Hacı Muştak’ın Kars Kapısı’nın
girişindeki hanında çaycılık yapıyordu. Ağabeyi Yusuf, iki ay önceki celple
Çanakkale cephesine gönüllü gitmişti. Hasan ise bu durumun gururunu yaşarken
kendisini, cisminin iki misli büyüklükte hissediyor, bunun övüncünü her
fırsatta anlatarak yaşıyordu.
Babası
ise kalaycıydı. Sabahları at arabasına yüklediği büyük körüğü ve malzemeleriyle
köy köy dolaşır, kimi zaman üç beş gün eve gelmediği olurdu. Yetim büyümüştü
babası. Dedesi Osmanlı-Rus Harbi’nde şehit düşmüştü. Zaten o gün bugündür de Rusların
gölgesi bu toprakların üzerinden hiç eksilmemişti.
Hasan’ın
bir de Sariya’sı vardı. Can dostunun kardeşi Sariya… On dördünde daha… Yer yer
kızarmış yaz elması gibiydi yanakları. Hele bir de Hasan’ı gördü mü iyice
belirirdi yanaklarının tombul ve renkli görüntüsü. Fakat Hasan hiç belli
etmezdi Sariya’ya kendi rengini. Olur muydu? Puslu günlerde insan güneş arar mıydı
etrafta? Şimdi ilk sevda da, ilk kavga da vatan için olmalıydı. Düşman çizmelerinin
topraklarında gezinmesi, gününü gecesine perde yapmaz olmuştu. Halk çaresizdi, yorgundu,
yıllık hasatlarının yarısından fazlasını cephedeki askere kumanya gönderiyor, kalanıyla
idare ederken dahi bunu nefislerine fazla görüyordu. Üstüne hastalık ve bir de
namus korkusuyla gözlerinin teki açık uykuya gidiyorlardı. Veba her tarafta kol
geziyor, cepheye giden askerlerin çoğu, daha yolda bu hastalığa yenik düşüyordu.
Anaların yüreği buruk, gelinlerin kınası soluktu.
Ermeni Taşnak ve Hınçak çetelerinin yaptığı zulümler halkın üzerinde korkunun en zalim hâlini yaşatıyor, bu çetelere direnemeyen halk, göç yollarına düşmüş hâlde kendisine emin yerler arıyordu. Daha dün meydanda, Hasankale ve Horasan’da Agop’un adamlarının köyleri ateşe verip yüz elli masum insanı yakarak, süngüleyerek ve de kazığa oturtarak katledilişleri anlatılmıştı.
Hacı
Muştak’ın çay ocağında akşamları erkekler toplanır, örgütlenme yaparlardı. O
gün babası ocağa giderken, Hasan da işini bitirmiş eve dönüyordu. Sokaklar
karanlık, her köşe başından bir korku nefesi vuruyordu insanın yüzüne. Hızlı
adımlarla ilerleyen Hasan’ın, duvarları uçmuş, tomruklardan yapılmış tavanı göçerek
iç kısmını yarıya kadar toprakla doldurmuş virane bir ahırın yanından geçerken karanlığın
da etkisiyle kulağına birtakım sesler geldi. Usulca ahıra doğru ilerledi ve çökmüş
tavanın engebe oluşturan yığınlarından bir iki adım ilerleyerek iyice kulak
verdi. Haklıydı. Burada birileri vardı. Sesleri iyice dinleyince bunların Ermeni
çetecileri olduğunu anladı. Kesik kesik duyduğu konuşmaları iyice anlamaya
çalıştı.
-Erkekler
camideyken siz de evleri basacaksınız. Agop’un adamlarının da eli kulağında,
yakında varırlar. Şimdi Rosdom, sen Rus dostlarımızın verdiği silahları
kiliseden gelen adamlara dağıt. Yeremyan, sen de birkaç adam al, caminin
kapısını tut. Herkes duydu, değil mi? Devletimizin temellerini kanla atacağız
ve bu kanla hürriyetimizi yazacağız!
Hasan’ın
duyduklarından nutku tutulmuş, var gücüyle ocağa doğru koşmaya başlamıştı. Dilsiz
duâlarını arka arkaya sıralarken, sokak aralarından gelen seslerle bir an
durakladı. Bu sesler her saniyede biraz daha yaklaşıyor, çocuk ve kadın
feryatları sokak aralarından gökyüzüne çarpıp boşluğa yayılıyordu. Bir köşeye
gizlendi ve ne yapabileceğini düşündü. Her yer tutulmuştu. “K’aylel, k’aylel”
(“Yürü!”) diyen öfkeli bağırışlar, buna cevaben “Allah! Allah!” sesleri
karanlığı ve tüm eşyayı yalayarak etrafa dağılıyordu.
Bir
şey yapmalıydı, birine haber vermeliydi. Sıkışmıştı. Her sokakta yanan meşaleler,
çekilmiş süngü ve silahların gölgesinde grup grup insanlar itile kakıla, öfke naralarının
eşliğinde camiye doğru sürükleniyorlardı. İki üç yaşında çocuklar, gelinlik
kızlar, bıyığı terlemiş delikanlılar, güçten düşmüş yaşlılar… Bir ihtiyarcık yanındakine
tutunmuş, “Lâ ilâhe illâ-Allah” diyerek yürümeye gayret ediyor, arada bir
düşünce de süngü yememek için gayretle ayağa kalkıyordu. Yanındaki genç adam
ise “Dayan!” diyerek onu toparlamaya çalışıyordu. Dizinin mecâli kesilip
sendeleyince, arkadan bir süngünün vücuduna saplandığını gördü yanındaki.
“Allah!” dedi yaşlı adam. Ne olduğunu henüz anlamamışken, ikinci darbenin de kendi
sırtını hedef almasıyla o da yanına yığıldı. “Gebereceksiniz! Srank mern yen!”
(“Buralar bizim”) haykırışlarıyla âdeta bir zafer hazırlığı yapıyorlardı.
Hasan
anasını ve nenesini düşündü. “Allah’ım, onlar da buradadır, ben ne yapayım?”
diye çaresiz bir hâlde babasına ulaşmanın yollarını düşünüyordu. Bunun imkânsızlığı
ise soluğunu iyice kesiyordu. Camiye çok yakındı. En iyisi oraya doğru
ilerlemekti.
Herkesi
camiye sokmuş, kapısını tutmuşlardı. Biraz önce geceyi titreten çığlıklar şimdi
derin bir sükûta dönüşmüştü. Belki de Yaratan’ın evinde, O’na olan teslimiyetin
huzuruydu bu sessizlik. Hasan pencerede anasını ararken, bir anda Sariya gözüne
ilişti. Küt dedi yüreği. Korkudan yaprak gibi titreyen Sariya, anasının
koltuğuna sokulmuş, ölü gözlerle aynı noktayı seyrediyordu. Bir Ermeni içeri
girdi, rastgele birkaç el ateş ettikten sonra içeriyi bir tur dolaştı. Yaşları on
altı ile on sekiz arasında değişen üç genç kıza “Gelin siz!” derken, herkes
bunun sebebini anlamıştı. İçeridekiler buna var güçleriyle direnmiş, fakat
süngü ve bıçak darbeleriyle oldukları yere yığılmışlardı. Sürüklenenlerden biri,
“Allah’tan korkun, yüklüyüm!” dese de onlar bunu duymuyor, hatta keyif
alıyorlardı.
Dışarıda
çaputlara mandalardan elde edilen bezir yağlarını sürüyor, ateşledikten sonra caminin
içine atıyorlardı. Camdan alevi gören Hasan’ın artık yüreği örs, aklı çekiç
olmuştu; tüm cesaretini kuşanarak caminin giriş kapısına doğru koşmaya
başlamıştı. Anası, bacısı ve bir de Sariya’sı vardı. Eğer onu görürse,
kurtarırsa söyleyecekti bağıra bağıra sevdasını. Çetecilerin yanına gelince alevlerin
iyice yayıldığını, buna rağmen hınçlarının şiddetiyle yeni çaputları tutuşturarak
etraftaki boş evlere ve dolu ahırlara savurduklarını gördü.
Hasan’ı
gören Yeremyan, “Dur bakalım, nereye?” derken süngüsünü boğazına dayamıştı
bile. Hasan, “Allahsızlar sizi, kitapsızlar! Öldürseniz de, yaksanız da buralar
size yurt olmayacak. Bu vatan bizim!” diye haykırırken, süngüden değil korkmak,
ucundan tutarak iyice üzerine çekiyordu. Bu sözleri duyan Rosdon, Yeremyan’a, “Gebert
şunu!” dedi.
Ateşin
çatırtılarına yanan insanların çığlığı karışıyor, buna Taşnakların kahkahası eşlik
ediyordu. Arka arkaya basılan tetikten çıkan kurşunlar Hasan’ın genç gövdesini
kana bularken, bu genç adam, yeni dikilmiş fidan gibi toprağa düşüyor, karanlığı
geceye nispet yapan gözleri, yukarıdan kendisine selâm veren bir yıldızın ışıltısıyla
yavaş yavaş kapanıyordu. Son sözü, “Bu vatan benim!” oldu ve başını camiye
çevirerek semaya son soluğunu uğurladı.
Sabah
yapılan tespitlere göre, cami içerisinde iki yüz kırk üç kişi yanarak can
vermişti. Üç kadına tecavüz edilmiş ve karınları yarılmış, sokak aralarında on
dokuz kişi mızraklanarak, kırk iki kişi de kurşunlanarak katledilmişti. Çoğu ev
ve içinde hayvan bulunan ahırlar da ateşe verilmişti. Artık burada yaşanan bu
vahşete ağlayacak, buranın yasını tutup acılarına ağıt yakacak bir tek canlı
dahi kalmamıştı.
Yıllar
sonra Kazım Karabekir Paşa, Erzurum’a geldiğinde, gördüklerini şöyle
anlatıyordu: “Erzurum’a o kadar yaklaşmışım ki, artık insanların dişlerini
görecek kadar yakınlarındayım… Gülerek beni karşılıyorlar. Biraz daha
yaklaştığımda, orada bir gayr-i tabiîlik hissettim. Bu insanlar hiç kımıldamıyordu.
Daha yaklaştığımda ıstırapla gördüm ki, her biri canlı canlı birer kazığa
oturtulmuştu. Istıraptan kasılmıştı yüzleri, gülmüyorlardı!”