Bu savaş bitmez!

AK Parti ve Erdoğan var olduğu sürece bu millî düzenin çok daha sağlam temeller üzerinde büyüyeceğinin farkındalar. O yüzden, Erdoğan’dan kurtulma çabalarına devam edecekler. Bir plânda çuvallayacak, bir yeni plâna geçecekler. İşte Sedat Peker de bu plânlardan birinin figüranı olmayı kendine yedirebilmiş bir zavallıdır; Akşener gibi, Gül gibi, Babacan ve Davutoğlu gibi…

SON yüzyıldaki savaşlar ekonomik sebepler içerse de kâğıt üzerindeki sebepleri hep farklı olmuştur. Ekonomik çıkar savaşlarının ekseriyetini güçlü ülkeler zayıflara karşı çıkarmış, verimli topraklar, değerli madenler, su kaynakları gibi zenginlikler yine zengin ülkelerin dünyaya yavaş yavaş hâkim olmasını sağlamıştır.

Önceleri yerinde yönetimlerle sindirilen zayıf ülkeler, zamanla sömürge düzeninin birer parçası olup çıkmış, dillerini, dinlerini, örflerini karın tokluğuna satmak zorunda kalıp birer tabelâ devleti hâline gelmiştir.

Savaşmak için bahane üretmenin zorunlu hâle geldiği bu son yüzyıldan önce ise dünya tarihi net sebeplere dayalı savaşlarla doludur. Amacın toprakları genişletmek, artan nüfusu besleyecek tarım ve hayvancılığa alan açmak, iktidar hanedanlarına vergi yoluyla daha çok gelir kazandırmak için yapılan savaşlar ile dinler arasında çıkan savaşlar, amaçları açısından daha mert savaşlar olarak değerlendirilebilir belki.

Son yüzyıla kadar yapılan savaşlar, haritaları değiştirmekte zorlanmamış olsa da yakın tarih, güç dengelerinin dağıldığı, dolayısıyla sınırların masa başında sanal olarak çizildiği savaşlara sahne olmuştur.

Anadolu’nun fethiyle başlayan dünyadaki Türk egemenliği gerçeğine karşı yürütülen savaşlar, kaybedilen verimli toprakları geri almak ve İslâm’ı ortadan kaldırmak amacı gütmektedir. O zamana kadar yerel savaşlarla genişleyen ve Hıristiyanlar için genel bir endişe oluşturmayan İslâm Medeniyeti, Türk’ün İslâm’ın kılıcı oluşundan itibaren ortak bir düşman kazanmıştır.

Osmanlı’nın Viyana kapılarına kadar dayanmasındaki amaç, Türk’ün dünyaya hâkim olmasından ziyade İslâm ve adaletini hâkim kılmak, Haçlı ordularını Anadolu’dan uzak tutmak olmuştu. Ancak bunu yaparken, bugün birilerinin bas bas bağırıp işlerine gelmeyince etrafından dolaştığı insan haklarını yüzyıllar öncesinden idaresinin merkezine oturtmuştu. Fethettiği hiçbir yerde ahalinin diliyle, diniyle, örfüyle uğraşmamış, aksine bu konuda sınırsız denebilecek özgürlükler tanımıştı.

Devletler de doğarlar, büyürler ve ölürler. En azından sınırların kolay değiştiği 20’nci yüzyıla kadar böyle olmuştu. Osmanlı Devleti de bu ömürden nasibine düşeni yaşadı, en uzun ömürlü Türk Devleti olma sıfatına, gittiği her yerde adaleti ile kabul görmesine rağmen İslâm’a karşı ortak bir hedefte birleşenlerin topyekûn saldırılarına karşı daha fazla dayanamadı. Osmanlı’nın amacı, İngiliz ve Fransız gibi sömürmek olsaydı, bugün hâlâ dünyanın süper gücü olarak anılıyor olurdu.

Batı, Osmanlı Devleti’ni kıskaca aldı. Anadolu dışında kalan topraklarına el koydu. Eğer Osmanlı’yı yendiklerini zannedenlerin tek hedefi toprak kazanmak olsaydı, dönemin şartlarında Anadolu’yu almaları da işten bile değildi. Ancak paylaşım konusunda aralarına giren şeytan, onlara İslâm’dan arındırılmış bir devlet kurulmasına izin verme yolunu gösterdi. Gerçi onlar da biliyordu ki Türk devletsiz olmazdı ve yıkılan bir devletin yerine bir yenisi muhakkak gelirdi. Türk’ün temsil ettiği öyle ulvî bir değerdi ki onu tarihten silip atmak mümkün olamazdı.

İşte bu sebeple olması gereken, Türk’ü yok etmek değil, Türk’ün temsil ettiği değerleri yok etmekti. Bunun için yapılması gereken belliydi: Haçlı güdümünde, sözde medenî ölçülerde, İslâm’a sırtını, Batı’ya yüzünü dönmüş bir Türk devleti kurmak… Bunu defalarca yazdım, bu defa uzatmayacağım.

1800’lerin ortalarından itibaren devleti içten yıkma gayretleri ile sonuca ulaşan düşman, 1923’ten itibaren devleti kendi yönetme imkânına ulaştı. 1980’lerin ortasına kadar, Kıbrıs meselesi hariç, Batı’yla neredeyse hiç sorun yaşamayan Türkiye, bu tuzağı fark edemediği için, bağımsızlık sloganları altında sömürge düzenine girmekten kurtaramadı kendisini. Her fırsatta arkasında durduğumuz, saygıyla yâd ettiğimiz merhum Menderes’in bile İngiltere’den kurtulmak adına ABD’ye köle olma yönündeki siyasetini de unutmamak gerekir. Ki kendisine kurulan darbe tuzağı, aslında -bence- İngilizlerin Türkiye’yi kaybetmemek üzerine kurduğu bir oyundur. Kurulan devlet düzeni o kadar İngilizci olunca darbeyi ve de idamı önlemeye o zamanki ABD’nin gücü bile yetmemişti.

Oyunlar 1983’te bozulmaya başladı. Darbe yönetimine rağmen, tek başına iktidara gelmeyi başaran Turgut Özal, Türkiye’nin makûs talihini değiştirmenin mümkün olduğunu gösterdi bize. Zincirleri bir anda kırabilmek, bağımsız Türkiye’yi üç beş senede inşâ edebilmek mümkün olmasa da kendinden sonra geleceklere açtığı ekonomik vizyon çok önemliydi. Onu da yok etmeye çalıştılar. Yakın çevresi ve ailesini kullanarak siyâsî hayatını bitirmeyi beceremeyince hayatına kastettiler. Ancak onun özel hayatında korkmadan yaşadığı İslâmî çizgi Erbakan’a da yol açtı. Dindar siyasetçi profili önce belediyelerin, sonra da Türkiye’nin zirvesine oturacak kadar normalleşmişti. Ne oyunlar kurdular, ne tuzaklara çektiler, 28 Şubat’ta nasıl terlettiler rahmetliyi… Sonunda, 1923’te kurulan sistem Erbakan’dan da kurtulmanın yolunu buldu. Ya da öyle zannettiler. Erdoğan’ın gelişi, Erbakan’ın kurduğu düzenin kendi içinden bozulması gibi algılandığı için Batı’nın alkışlarıyla desteklendi.

Hesap yanlıştı! Erdoğan, en az Erbakan kadar dindar, en az onun kadar sanayi hedefli, en az o kadar milliyetçiydi. Ve bu defa Erbakan’dan çok daha büyük bir güçle, tek başına gelmişti iktidara. Her ihtimâle karşı yanına bir şeytan yerleştirdiler; dindar görünümlü, hizmet kılıflı FETÖ… Tam “Her şey yoluna girdi, zincirlerimizi kırdık” derken giriverdi devreye. Gezi’dir, 17/25 Aralık’tır, MİT tırlarıdır derken 15 Temmuz gelip çattı. Artık iş o kadar içinden çıkılmaz hâle gelmişti ki FETÖ’nün yanına, yıllarca İslâm’a küfredenleri, dindarları hakir görenleri, Kemalizm’i din belleyenleri de monte ediverdiler 15’temmuz’da.

Bütün bunlar birkaç yıl durdurdu, hatta belki de geri attı bizi. Fakat yüz yıl önce kurulan İngiliz düzeni o kadar yerinden oynamış, yerine millî bir düzen monte edilmeye başlanmıştı ki o badireden de çıkmak çok zor olmadı.

Artık Birinci Dünya Savaşı öncesinde ve sonunda olduğu gibi topyekûn bir saldırı ihtiyacı hâsıl oldu ülkemizi kendi döşedikleri rayda yürütebilmek için. Bu ortak saldırı, farklı konularda farklı ülkelerden dışişleri konulu hamlelerle yürütülmeye başlandı. Kıbrıs’ı, Irak’ı, Suriye’si, Mısır’ı, Libya’sı, Azerbaycan’ı derken Türkiye’nin millî menfaati olan her yerde önümüze uluslararası güçlerle engeller çıkardılar. Akdeniz’deki petrol ve doğalgaz hakkımızı gasp etmeye çalıştılar. Ekonomimiz üzerinde akla hayâle gelmeyecek oyunlar oynadılar. Çok şükür ki her birini atlatmayı, kendi kurallarımızla oyunlara devam etmeyi becerdik.

Ancak durmayacaklar. AK Parti ve Erdoğan var olduğu sürece bu millî düzenin çok daha sağlam temeller üzerinde büyüyeceğinin farkındalar. O yüzden, Erdoğan’dan kurtulma çabalarına devam edecekler. Bir plânda çuvallayacak, bir yeni plâna geçecekler. İşte Sedat Peker de bu plânlardan birinin figüranı olmayı kendine yedirebilmiş bir zavallıdır; Akşener gibi, Gül gibi, Babacan ve Davutoğlu gibi…