SON yüzyıldaki savaşlar ekonomik sebepler içerse de kâğıt
üzerindeki sebepleri hep farklı olmuştur. Ekonomik çıkar savaşlarının
ekseriyetini güçlü ülkeler zayıflara karşı çıkarmış, verimli topraklar, değerli
madenler, su kaynakları gibi zenginlikler yine zengin ülkelerin dünyaya yavaş
yavaş hâkim olmasını sağlamıştır.
Önceleri yerinde yönetimlerle sindirilen zayıf
ülkeler, zamanla sömürge düzeninin birer parçası olup çıkmış, dillerini,
dinlerini, örflerini karın tokluğuna satmak zorunda kalıp birer tabelâ devleti
hâline gelmiştir.
Savaşmak için bahane üretmenin zorunlu hâle geldiği bu
son yüzyıldan önce ise dünya tarihi net sebeplere dayalı savaşlarla doludur. Amacın
toprakları genişletmek, artan nüfusu besleyecek tarım ve hayvancılığa alan
açmak, iktidar hanedanlarına vergi yoluyla daha çok gelir kazandırmak için
yapılan savaşlar ile dinler arasında çıkan savaşlar, amaçları açısından daha mert
savaşlar olarak değerlendirilebilir belki.
Son yüzyıla kadar yapılan savaşlar, haritaları
değiştirmekte zorlanmamış olsa da yakın tarih, güç dengelerinin dağıldığı,
dolayısıyla sınırların masa başında sanal olarak çizildiği savaşlara sahne
olmuştur.
Anadolu’nun fethiyle başlayan dünyadaki Türk
egemenliği gerçeğine karşı yürütülen savaşlar, kaybedilen verimli toprakları
geri almak ve İslâm’ı ortadan kaldırmak amacı gütmektedir. O zamana kadar yerel
savaşlarla genişleyen ve Hıristiyanlar için genel bir endişe oluşturmayan İslâm
Medeniyeti, Türk’ün İslâm’ın kılıcı oluşundan itibaren ortak bir düşman
kazanmıştır.
Osmanlı’nın Viyana kapılarına kadar dayanmasındaki
amaç, Türk’ün dünyaya hâkim olmasından ziyade İslâm ve adaletini hâkim kılmak,
Haçlı ordularını Anadolu’dan uzak tutmak olmuştu. Ancak bunu yaparken, bugün
birilerinin bas bas bağırıp işlerine gelmeyince etrafından dolaştığı insan
haklarını yüzyıllar öncesinden idaresinin merkezine oturtmuştu. Fethettiği
hiçbir yerde ahalinin diliyle, diniyle, örfüyle uğraşmamış, aksine bu konuda
sınırsız denebilecek özgürlükler tanımıştı.
Devletler de doğarlar, büyürler ve ölürler. En azından
sınırların kolay değiştiği 20’nci yüzyıla kadar böyle olmuştu. Osmanlı Devleti
de bu ömürden nasibine düşeni yaşadı, en uzun ömürlü Türk Devleti olma
sıfatına, gittiği her yerde adaleti ile kabul görmesine rağmen İslâm’a karşı
ortak bir hedefte birleşenlerin topyekûn saldırılarına karşı daha fazla
dayanamadı. Osmanlı’nın amacı, İngiliz ve Fransız gibi sömürmek olsaydı, bugün
hâlâ dünyanın süper gücü olarak anılıyor olurdu.
Batı, Osmanlı Devleti’ni kıskaca aldı. Anadolu dışında
kalan topraklarına el koydu. Eğer Osmanlı’yı yendiklerini zannedenlerin tek
hedefi toprak kazanmak olsaydı, dönemin şartlarında Anadolu’yu almaları da
işten bile değildi. Ancak paylaşım konusunda aralarına giren şeytan, onlara
İslâm’dan arındırılmış bir devlet kurulmasına izin verme yolunu gösterdi. Gerçi
onlar da biliyordu ki Türk devletsiz olmazdı ve yıkılan bir devletin yerine bir
yenisi muhakkak gelirdi. Türk’ün temsil ettiği öyle ulvî bir değerdi ki onu
tarihten silip atmak mümkün olamazdı.
İşte bu sebeple olması gereken, Türk’ü yok etmek değil,
Türk’ün temsil ettiği değerleri yok etmekti. Bunun için yapılması gereken
belliydi: Haçlı güdümünde, sözde medenî ölçülerde, İslâm’a sırtını, Batı’ya
yüzünü dönmüş bir Türk devleti kurmak… Bunu defalarca yazdım, bu defa
uzatmayacağım.
1800’lerin ortalarından itibaren devleti içten yıkma
gayretleri ile sonuca ulaşan düşman, 1923’ten itibaren devleti kendi yönetme
imkânına ulaştı. 1980’lerin ortasına kadar, Kıbrıs meselesi hariç, Batı’yla
neredeyse hiç sorun yaşamayan Türkiye, bu tuzağı fark edemediği için,
bağımsızlık sloganları altında sömürge düzenine girmekten kurtaramadı
kendisini. Her fırsatta arkasında durduğumuz, saygıyla yâd ettiğimiz merhum
Menderes’in bile İngiltere’den kurtulmak adına ABD’ye köle olma yönündeki
siyasetini de unutmamak gerekir. Ki kendisine kurulan darbe tuzağı, aslında
-bence- İngilizlerin Türkiye’yi kaybetmemek üzerine kurduğu bir oyundur.
Kurulan devlet düzeni o kadar İngilizci olunca darbeyi ve de idamı önlemeye o
zamanki ABD’nin gücü bile yetmemişti.
Oyunlar 1983’te bozulmaya başladı. Darbe yönetimine
rağmen, tek başına iktidara gelmeyi başaran Turgut Özal, Türkiye’nin makûs
talihini değiştirmenin mümkün olduğunu gösterdi bize. Zincirleri bir anda
kırabilmek, bağımsız Türkiye’yi üç beş senede inşâ edebilmek mümkün olmasa da
kendinden sonra geleceklere açtığı ekonomik vizyon çok önemliydi. Onu da yok
etmeye çalıştılar. Yakın çevresi ve ailesini kullanarak siyâsî hayatını
bitirmeyi beceremeyince hayatına kastettiler. Ancak onun özel hayatında korkmadan
yaşadığı İslâmî çizgi Erbakan’a da yol açtı. Dindar siyasetçi profili önce
belediyelerin, sonra da Türkiye’nin zirvesine oturacak kadar normalleşmişti. Ne
oyunlar kurdular, ne tuzaklara çektiler, 28 Şubat’ta nasıl terlettiler
rahmetliyi… Sonunda, 1923’te kurulan sistem Erbakan’dan da kurtulmanın yolunu
buldu. Ya da öyle zannettiler. Erdoğan’ın gelişi, Erbakan’ın kurduğu düzenin
kendi içinden bozulması gibi algılandığı için Batı’nın alkışlarıyla
desteklendi.
Hesap yanlıştı! Erdoğan, en az Erbakan kadar dindar,
en az onun kadar sanayi hedefli, en az o kadar milliyetçiydi. Ve bu defa
Erbakan’dan çok daha büyük bir güçle, tek başına gelmişti iktidara. Her
ihtimâle karşı yanına bir şeytan yerleştirdiler; dindar görünümlü, hizmet
kılıflı FETÖ… Tam “Her şey yoluna girdi, zincirlerimizi kırdık” derken
giriverdi devreye. Gezi’dir, 17/25 Aralık’tır, MİT tırlarıdır derken 15 Temmuz
gelip çattı. Artık iş o kadar içinden çıkılmaz hâle gelmişti ki FETÖ’nün
yanına, yıllarca İslâm’a küfredenleri, dindarları hakir görenleri, Kemalizm’i
din belleyenleri de monte ediverdiler 15’temmuz’da.
Bütün bunlar birkaç yıl durdurdu, hatta belki de geri
attı bizi. Fakat yüz yıl önce kurulan İngiliz düzeni o kadar yerinden oynamış,
yerine millî bir düzen monte edilmeye başlanmıştı ki o badireden de çıkmak çok
zor olmadı.
Artık Birinci Dünya Savaşı öncesinde ve sonunda olduğu
gibi topyekûn bir saldırı ihtiyacı hâsıl oldu ülkemizi kendi döşedikleri rayda
yürütebilmek için. Bu ortak saldırı, farklı konularda farklı ülkelerden
dışişleri konulu hamlelerle yürütülmeye başlandı. Kıbrıs’ı, Irak’ı, Suriye’si,
Mısır’ı, Libya’sı, Azerbaycan’ı derken Türkiye’nin millî menfaati olan her
yerde önümüze uluslararası güçlerle engeller çıkardılar. Akdeniz’deki petrol ve
doğalgaz hakkımızı gasp etmeye çalıştılar. Ekonomimiz üzerinde akla hayâle
gelmeyecek oyunlar oynadılar. Çok şükür ki her birini atlatmayı, kendi
kurallarımızla oyunlara devam etmeyi becerdik.
Ancak durmayacaklar. AK Parti ve Erdoğan var olduğu sürece bu millî düzenin çok daha sağlam temeller üzerinde büyüyeceğinin farkındalar. O yüzden, Erdoğan’dan kurtulma çabalarına devam edecekler. Bir plânda çuvallayacak, bir yeni plâna geçecekler. İşte Sedat Peker de bu plânlardan birinin figüranı olmayı kendine yedirebilmiş bir zavallıdır; Akşener gibi, Gül gibi, Babacan ve Davutoğlu gibi…