BİZİM köklerimizi Osmanlı medeniyeti, onun da köklerini Kur’ân-ı
Kerim, Hadis ve bu iki temel kaynağa dayalı ilim, irfan ve sanat gibi unsurlar
meydana getirir. Bu medeniyetin bir “aşk medeniyeti” olduğu söylenir.
Bugünlerde kullanmakta olduğumuz “aşk” kelimesine
baktığımda şu cümleyi söylemekten kendimi alamıyorum: “Aşk kelimesinin bugünkü
anlamına bakınca ya ‘aşk medeniyeti’ dedikleri o geçmiş medeniyetimiz çok
dandik yahut aşkı bu hâle getiren şu anki medeniyetimiz!”
İstanbul’un Küçükçekmece ilçesindeki bir imam-hatip
lisesinde beni konuşmaya çağırdılar. Konuşmam esnasında “işporta” kelimesini
kullandım. Çocukların tepkisizliği ilginç geldi. Nereden aklıma geldi
bilemiyorum, çocuklara, “İşportacı ne demektir?” diye sordum. Duruma
inanamadım, salonda tık yoktu. Meğer çocuklar “işporta” kavramını bilmiyorlarmış.
Üzülsem mi, sevinsem mi? Bu çocuklar, içinde “işporta” kelimesi geçen cümleleri
anlamayacak ve sözlüğe bakacaklar.
Müdür ve öğretmen arkadaşlarla bu durumu konuştuk.
Ekonomik olarak çok da iyi şartlarda yaşamayan çocukların ikâmet ettikleri
yerlerde, okul yolu üzerinde bu işi yapan kimsenin kalmadığını anlattılar.
Demek ki çocuklar görmeyince, rastlamayınca, yaşamayınca öğrenmemişler.
Sosyal medyada, “Çevrenizdekileri sadece işiniz
düştüğünde aramak olmaz” diyor. Peki, “Yarın bir gün işim düşebilir” diye bir
arama davranışı, size hiç yabancı geliyor mu? Ne yalan söyleyeyim, bu şekildeki
davranışları gözlemlediğim oluyor. Bir başka ifadeyle, o kişiyi özlediğim, sıhhatini-afiyetini
merak ettiğim, hâlini hatırını sormak için değil, sadece bana sunacakları eksilmesin
veya bir başka sefer bana menfaat sunmasını kolaylaştırayım diye aramak, (aslında
biraz daha acısı) “dostmuş” gibi rol yapmak…
Derdi dinlemenin adına “psikoloji seansları” deniyor. Bu,
dürüstçe… Psikoloğun bir mesleği var, ilân ettiği ücreti var. “Dostmuş” gibi
görünmek hangi meslek ola ki? Karşılığında beklenen ücret makul mü acaba? Ticaretse
bu, ona göre fiyatını falan belirleyelim. Değilse, ona göre davranalım.
Aslında anlaşılıyor ki, bizim bildiğimiz geçmiş
medeniyetimizdeki “dost” kelimesi, içerik olarak anlam değiştirmiş. Bizim
medeniyetimizde bir dost “Haydi gidelim!” dediğinde, diğeri “Nereye?” diye
sormazdı. Şu anki anlamını kasteden başka bir kelime bulun, bizim “dost”
kelimemizi rezil etmeyin! Kelimeye lâyık olan olur veya olmaz, ama o anlamda
bir kelime şöyle bir kenarda dursun, gün gelir, birisi anlamına uygun dost
olmak veya dost bulmak ister…
Bizim “diğerkâm” diye bir kelimemiz var. Bugünlerde pek
rastlamıyorum. Kelimeye pek rastlamadığım gibi, kelimeyi kullandıracak olaylara
da pek rastlayamıyorum. Rastlayamadığım için bir yandan üzgünüm, diğer yandan
da sevinçliyim. Üzgünüm, çünkü diğerkâmlık erdemde en üst seviyelerden biridir.
Düşünebiliyor musunuz, birisi, kendisi açken, yemeğini size uzatıyor. Kendisi
işsizken, bırakın torpili, hileyi, rüşveti, kayrılmayı, kendisi işe girmektense
sizin daha çok ihtiyacınız olduğunu anlıyor ve sizin lehinize geri çekiliyor…
Hatırlar mısınız, bir savaş sonrası yaralı bir asker su
istiyor da, elinde su olan kişi tam ona su içirecekken, bir başka asker su
istiyor ve suyu içmek üzere olan asker, su veren kişiye, diğerine suyu
götürmesini işaret ediyor; tam diğer askere su verecekken bir başka asker su
istiyor, o da ötekine götürmesini işaret ediyor… Bu şekilde, elinde su olan
kişi 7-8 askeri dolaşıyor. Sonunda son su isteyen askere su verecekken, asker
şehit oluyor. Sonra başa dönüyor, tüm askerleri tek tek geziyor. Ama hepsi
şehit olmuş. Son nefesinde bile yudumlayacağı suyu, kendine tercih ettiği bir
başkasına sunabilmek… İşte bu şekilde bir davranış, insanlığın huzur, afiyet ve
saadet içinde mevcudiyetini devam ettirmesini temin eder!
“Diğerkâm” kelimesine pek rastalamayışıma ayrıca
seviniyorum. Çünkü az önce bahsettiğim “dost” kelimesinin başına gelenlerin bu
kelimenin başına da gelmesini istemem. Gerçi diğerkâm kişi durumunu ifşâ etmez
yani “Ben diğerkâmım” demez. Demediği gibi, bilinmesini de beklemez. Sadece kendisi
bilir, bir de Rabbi. Böyle kişiler var mıdır? İnşallah vardır.
***
Sizler gibi ben de SMS, WhatsApp mesajları alıyorum. Her
Cuma, her bayram, her kandil veya her millî bayramlar ve ulusal günlerde… Bir
kısmı “Allah’ım!” diye başlıyor. Bana gelen bir mesajın bu şekilde başlamasına
anlam veremiyorum. Meselâ, “Allah’ım, tüm insanları doğru yola ilet!” diyor.
İyi de, o zaman bu mesaj bana niçin gönderiliyor? Allah’la kendisi arasında
benim mesaj iletimine katkıda bulunmamı istediğini düşünüyorum. Fakat benim
öyle bir fonksiyonum yok. Allah’la onun arasındaki mesafe neyse, benimkiyle de
öyle. Belki ve tabiî ki, inşallah o, benden daha yakındır. Bu duayı benim
bilmemin açıklamasını yapamıyorum. “Benim de öyle dua etmemi istiyor” diye
düşünüyorum. Ama bunu başka şekilde de yapabilir, “Dileyelim ki, Rabbimiz tüm
insanları doğru yola iletsin” diyebiliriz pekâlâ.
Dolayısıyla bu şekilde gelen mesajları, “Bana yanlışlıkla
gelmiş, muhatabı ben değilim” deyip siliyorum. Rabbimizle bir iletişim kursak
ve bunu başkası bilmese, kayıp ne olur? Bir başka ifadeyle, bizim Rabbimizle
iletişimimizi, ilişkimizi başkasının bilmesine ne gerek var?
***
Ah aşk ah! Mevlâna’ya sormuşlar: “Aşk nedir?” O da demiş
ki, “Ben ol da bil!”
İnsanı kanatsız uçurtan, tarifi mümkün olamayan şey… Bugünlerde
ayağa düşmüş şey… Fatih’e İstanbul’u aldıran, Ferhat’a dağları deldiren şey… Sevgiyi,
eh, biraz anlarım da şehveti, hazzı, hırsı “aşk”a benzetmeyi anlayamam. İçinde
muhabbet, sevgi, sevda, aşk olmayan hayatlar, yaşanmış hayatlar mıdır acaba?
Aşksız insan, aşksız gönül, aşksız ilim, aşksız sanat, aşksız kültür, aşksız
siyaset, aşksız icraat, olsa olsa bugünün medeniyetleri gibi olur herhâlde.
“İşporta” kelimesi gibi, “gecekondu” kelimesi de gelinen
nokta ve ortaya çıkan durumlar itibarıyla bir dönem kullanılır oldu. Bugünlerde
kullanımı epey azaldı. Çünkü gecekondu kurmayı doğuran faktörler ortadan
kalkıyor. Dolayısıyla olumsuzluk ihtiva eden bu kelime, gündemden ve
kullanımdan yavaş yavaş düşüyor. Bunlar gibi, içi boşalan kavramları, olumsuzluk
ihtiva eden kelimeleri, bizimle ve pek tabiî bizim medeniyetimizle yakından
uzaktan ilgisi olmayan hâl ve fiilleri ortaya çıkaran sebepler ve tesirler
ortadan kalkarsa, her şey o zaman letafetli, nezaketli, bereketli ve insanın
yaratılışına uygun hâle gelir.
Bir medeniyetin tezahürü ve insan hayatına etkisi, şu
aşamalardan geçerek olmaktadır: En temelde inanç bulunur. İnanç, “Niçin?” sorusunun
cevabını verir: “Niçin biz insanlar, hastalıklar, bitkiler, hayvanlar varız?” Sonra
“medeniyet” kavramı gelir. İnanç doğrultusunda ortaya çıkan bilim, sanat,
mimari, şehircilik ve teknoloji, medeniyeti meydana getirir. Daha sonraki
aşamada kültür ortaya çıkar. İnanca dayalı medeniyet ve ona dayalı kültür,
günlük hayatla ilgili algılarımızı şekillendirir. Kültür, “algı dünyamız” da
demektir aynı zamanda. Algı dünyamız yani kültürümüz, bizim tutum ve davranışlarımızı
ortaya çıkarır. Yere düşmüş bir ekmeği almak, inancımız, medeniyetimiz ve
kültürümüz sonucu ortaya çıkmış bir davranıştır.
O hâlde tez elden kolları sıvayıp inancımızla ilgili eksiklerimizi kapatmalı, sonra da inancımız doğrultusunda medeniyet ve kültür şekillenmesinde görev almalıyız. İnsan fıtratına uymayan bugünkü pozitivizm, Darwinizm ve modernizme dayalı medeniyet safsatasından kurtulup, kendi köklerimizden doğacak, güç alacak, beslenecek medeniyetimizi canlandırmalı ve geliştirmeliyiz. İşte o zaman hayat nedir, yaşamak nedir, onurlu yaşamak nedir, insanca yaşamak nedir, görecek ve hissedeceğiz. İnsanlık âleminin tüm hücrelerinin muhtaç olduğu bu medeniyetin teşekkülünde görev alacak ve emek sarf edecek olan herkese selâm gönderiyor, onlara başarılar diliyor, minnetlerimi ve şükranlarımı sunuyorum.