Bu modeller böyle, özel kesim: Meclis’te çözeceklermiş

Kürt sorununu Meclis’te HDP ile birlikte çözecekmiş. Ey azizler, bu cümlenin neresinden düzeltmeye başlamak evladır? Bir defa, Kürt sorunu değil, “terör sorunu” ortadaki. O, parti diye andığı, pırtı bile değil ve çözüme asla ve kat’a yanaşmaz. “Meşru organ” diye tanımladığı parti görünümlü o grup, tam anlamıyla gayrimeşru işlerin odağı. Bugüne kadar en az bin defa kapatılmayı hak ettiği hâlde varlığını sürdürüyorsa, mahkemelerin geçerli kanunları uygulamayışındandır. Evet, sadece bundandır!

KAÇINCI defa olacak bilemiyorum, yine göçmenlerden bahsederek söze başlamak durumundayız.

Osmanlı, Balkanlardan çekilmeye mecbur kalınca, dört beş asır o topraklarda yaşayan insanların büyük kısmı, evini barkını, tarlasını tapanını terk ederek Anadolu ve Trakya’ya gelmekten başka çare bulamadı.

Dönem dönem artan baskılara bağlı olarak, belli zamanlarda göç tekrarlandı.

Eski zamanlarda kağnılarla, at arabalarıyla ve yaya olarak, daha sonra gemiler, trenler ve kara vasıtalarıyla…

Gelenler memleketin belli yerlerine yoğun olarak yerleştirildiyse de, pek çok bölgede göçmenlerin bulunduğunu biliyoruz.

Ayrıca sadece Balkanlardan değildi gelenler; Kafkaslardan Kırım’a, Girit’ten diğer adalara kadar çok geniş bir coğrafyada, birbirine yakın zamanlarda aynı macera yaşandı.

*

Vaktiyle Bulgaristan’dan yola çıkıp Manisa’ya yerleşen göçmenlerden birkaçı, günlerden bir gün kahvede otururken, peş peşe develerin geçtiğini görmüşler.

O güne kadar hayatlarında hiç deve görmedikleri için, şaşkınlıkla bakakalmışlar.

İlk gören, hayretle yanındakini koluyla dürtmüş ve seslenmiş:

“Hişşt… Nelere bak, nelere!”

Öteki, kafasını çevirip bakmış, o da hayrete düşmüş. Neredeyse gözleri çizgi filmlerdeki gibi ileri fırlayacak:

“Uyy! U ne ba?”

Eğri boyun, iri bir baş, uzun bacaklar üstünde yüksek gövde, ucu püsküllü kuyruk, bir de hörgüç.

Böyle garip bir hayvana ilk defa rastlayanların epeyce şaşırmasını anlamak gerek.

Görmedikleri için bilmiyor, bilmedikleri için isimlendiremiyor, o yüzden “Nelere bak” diye sesleniyor.

Kendilerinden birkaç sene önce gelip oraya yerleşmiş olan hemşerileri Üsmen Aga’ya danışma ihtiyacıyla yanına gidip sormuşlar.

O da çayından bir yudum aldıktan sonra, bilgiç bir edayla cevap vermiş:

“A be bunlar ep büle oluya be ya…”

Ne tecrübe ama!

Nasıl da “esaslı” bir açıklama!

Bilgiç edayı ne kadar da hak eden bir bilgelik!

Yahu Üsmen Aga, birkaç sene önce gelmişsin. O güne kadar yörede pek çok deve görmüşsün. İlk rastladığında muhtemelen sen de çok hayret ettin ama artık az çok ne olduğunu biliyorsun. Hiç değilse adını söyleseydin hayvancağızın.

Böyle mi olur tecrübeyi konuşturmak, bu mudur bilgi aktarmak?

*

Kahraman Gündüz’ün târih içindeki yolculuklarında olduğu gibi “fiyuvv fiyuvv” sesleri çıkarmadan, lâkin deverandan kaçmadan dönelim günümüze.

Bizim atalar da kağnıyla gelmişler beş yüz yıl yurt tuttukları topraklardan. Kağnıdan çıkan ses, teker gıcırtısı olur en fazla.

Biz de öyle yapalım.

Yağ olsa yemeğe koyacaklar günler süren yolculukta, tekere sürecek yağ ne mümkün! O sebeple, ara sıra gıcırtı duyan olursa, mazur görsün…

*

Her sözü cevher niteliğinde olan bir Demokrat Amcamız var. Sağlığına duacıyız. Konuştukça mercan saçıyor. (Neylesin malı?)

Son söylediği, bir maden!

Kürt sorununu Meclis’te HDP ile birlikte çözecekmiş.

Ey azizler, bu cümlenin neresinden düzeltmeye başlamak evladır?

Bir defa, Kürt sorunu değil, “terör sorunu” ortadaki.

O, parti diye andığı, pırtı bile değil ve çözüme asla ve kat’a yanaşmaz.

“Meşru organ” diye tanımladığı parti görünümlü o grup, tam anlamıyla gayrimeşru işlerin odağı.

Bugüne kadar en az bin defa kapatılmayı hak ettiği hâlde varlığını sürdürüyorsa, mahkemelerin geçerli kanunları uygulamayışındandır. Evet, sadece bundandır!

Savcılar gerektiği gibi dâvâ açmadı, gevşek davrandı; mahkemeler gerektiği şekilde yargılamadı. Dâvâ açılmayınca yargılama nasıl yapılsın?

Meşru organmış.

Ah be demokrat amca! Herhâlde sen meşru organ görmemişsin. Yahut görmemiş gibi davranıyorsun.

Unutmaktan mı, bilmemekten mi?

Yoksa bu sözün ardında başka bir hesap mı var?

O sıkıntılı fakat maden vasfına sahip sözü duyunca, içine düştüğümüz ufak çaplı sinirlilik, henüz yerini sükûnete bırakmadan, demokrat amcamızın muhatap alacağını söylediği partiden cevap geldi.

Eski eş başkan Sezai Temelli, adres olarak İmralı’yı gösterdi. “Muhatap biz değiliz” dedi.

“Böylece ne oldu?” diyenlere tek cümleyle şöyle cevap verebiliriz:

“Demokrat amca, dostlarından bir tos yedi.”

Aman dikkat! “Tost yedi” şeklinde okumayın. “Tos” dedik. Sözlükte şöyle açıklanır: “Alınla ya da boynuzla vuruş… Argoda, kavga sırasında kafayla vuruş.”

Eğer bir ses geldiyse, gıcırtı sanılmasın, tos sırasında çıkan sestir.

*

İlginç tarzda resimler yapmasıyla nam salmış bir aydınımız ise Temelli’nin o sözünü tevil etmeye çalıştı.

Epey gayret sarf etti.

“Ağzından kaçmıştır” dedi. “Tivit attığını” söyledi.

“Düşündüğünün tersini söylemiş olabilir” demeye getirdi. Târih boyunca öyle düşündüğünü cümle âlem biliyor.

“Spontan mpontan” diye kurtarmaya çalıştı, etrafındakileri ikna edemedi.

Baktı olmuyor, “Üzücü, dev bir hata” diyerek toparladı ve “siyâsî intihar anlamına geleceğini” söyledi.

Zira ortada meşru görünümlü gayrimeşru bir parti var. Neresini düzeltecek, nasıl tevil edeceksin?

*

Terör örgütünün TBMM’deki uzantısı, açıkça “Bizi kapatın” diye çırpınıyor.

Yaptıkları her faaliyet ve söyledikleri her söz, kapanış için yeni bir gerekçe niteliğinde.

“Terör örgütüyle aranıza mesafe koymalısınız” şeklindeki telkinleri alaya alıyor, daha fazla ısrarcı, daha fazla inatçı davranıyorlar.

Bir defa bile öyle bir tavra niyetlenmediler, bir defa bile meyletmediler.

Zerre pişmanlık yok.

Daha önce defalarca parti kapatma yaşandı. Her defasında yeni bir parti kuruldu.

Ne yapacaklar? “Kurduğumuz partiler kapatılıyor, o hâlde parti kurmaktan vazgeçelim” mi desinler?

Gayet tabiî, öyle bir imkân varsa, kullanacaklardır.

Her kapatmadan ayrı bir mağduriyet çıkarmayı ümit ettiler.

Yine öyle bir niyet içinde oldukları görünüyor.

Alfabede harf kalmadı.

*

Kullandıkları sloganlara bakınca, “barış”, en çok tekrar ettikleri kelime.

Savaş içinde olmayı hayat tarzı olarak benimseyenlerin barışa bu kadar çok vurgu yapmasını bir ironi olarak mı görmeli?

Fırsat buldukça, “ırkçılığa şiddetle karşı olduklarını” ve “ırkçılığa en uzak parti olduklarını” ifade ettiklerine de kaç defa şâhit olduk.

Irkçılığı temel almış ve ırk üzerinden siyaset numaraları üretmeye çalışırken, böyle bir söylem geliştirmeleri de ironi herhâlde.

Zaten cümlenin içinde geçen “şiddetle” kelimesi, kendini imha eden mesajları andırıyor.

İmha sırasında kulak tırmalayıcı nice gıcırtı çıkar.

O kadarla kalmaz, gacırtı, gucurtu, takırtı, tukurtu, patırtı da duyulabilir.

*

Şeytanlaştırma-şeytanlaştırmama tartışmasına girmeden fakat akılda tutarak, öyle bir şeye ihtiyaçları olmadığını da bilerek, sözü fazla yormamak maksadıyla alan daraltalım ve tekrar demokrat amcaya dönelim.

Siyaset piyasası şu sıra epey hareketli.

Adaylık pazarlıkları üstü kapalı, altı açık şekilde yürütülüyor.

Bir yanda ülkenin en tepe mâkâmına gelme ihtimâli var, bir yanda genel başkanlık koltuğunu bırakmama arzusu.

Siyasette her sözün bir arka plânı vardır. Gölgesi, hesabı vardır. Söylenen sözlere yalnızca yüzünden değil, bir de “Asıl maksat nedir?” diye bakmak gerekir.

“Ben sizin demokrat amcanızım” diyerek Z kuşağına seslenen zat-ı muhterem, o partinin meşru organ olduğunu söylerken, aslında ne demek istedi?

O partinin istekleri belli.

Tek gizli maddesi yok. Bildiğimiz kadarıyla açık oynuyorlar.

Özerklik istiyor, terörle mücadelenin bitmesini istiyor, içeridekilerin çıkmasını istiyor, adada modada kendilerinden kim varsa salınsın diye konuşuyor ve dağdakilerin direktifleri doğrultusunda hareket ediyorlar.

Nihaî hedefin güneydoğu ve devamında bir terör devleti kurmak.

Bu istekleri Mısır’daki Sisi bile duydu.

Yıllardır çok güçlü destek veren ABD’nin de maksadı bu.

Demokrat amca bunlardan habersiz olabilir mi?

Mars’ta mı siyaset yapıyor, burada mı?

Elbette biliyor.

Teröristlerle kol kola yürürken de biliyordu.

Hendek kazanları “arkadaş” ilân ederken de biliyordu.

Elebaşının hapiste tutulmasına itiraz ederken de biliyordu.

Terör örgütü için “Bize mi saldıracak?” derken de biliyordu.

Görüşlerine göre elde silahla dağda gezenlerin terörist sayılmayacaklarını söylerken de biliyordu.

Darbe gecesi kırmızı kravat takıp koltukta sabahı beklerken de biliyordu.

O hâlde bu çıkış ne anlama gelir?

Tek maksadı var: O partiye oy verenlerin gözüne şirin görünmek elbette!

Bir şans doğar da seçimi kazanırsa, isteklerine karşı çıkmayıp gönüllerince at koşturmaları ve bütün plânlarını gerçekleştirmek için izin vereceği anlamına gelir.

Karar milletindir elbette.

Millet bu tabloyu kabul ederse, kimsenin diyecek sözü olmaz.

Fakat bugün için herkes gönlünden geçeni söylemeli.

Biz de Üsmen Aga’nın sözünü burada tekrar edebiliriz: “Bunlar ep büle oluya be ya…”