
ÖZGÜRLÜK tüm canlıların yaşamlarındaki en temel haktır. Sınırlarının mutlaka olduğu, bireye, topluma ve çevreye karşı mesuliyetlerle çerçevesi belirlenen bu temel hak, hassas ayarlar ve keskin çizgilerle yapısını muhafaza eder.
Aslında çok ezber edilmiş, zaman zaman bağlamının oldukça dışında kullanılmak istenmiş, sırf kabul dairesini genişletmek ve meşrulaştırmak gayretiyle dillere pelesenk edilerek içeriği hafife alınmış bir kavram “özgürlük”. Modernleşen dünyada bu kavram daha çok “düşünce özgürlüğü” tamlamasına yapılan vurguyla öne çıkar oldu. Piyasaya sürülmüş bir ürün gibi reklâmı yapılarak pazarlanmaya başlandı zaman içinde.
İnsan düşünen bir varlıksa, elbette düşüncesi de özgür olmalı. Fakat düşünen bir varlık olduğu gibi, aynı zamanda sosyal de bir varlık insan. Düşünme biçimiyle toplumu dizayn eden, huzur ve asayişine katkı sunan, eksik ve onarılması gereken hususlara fikrî destekte bulunma rolünü de bünyesinde barındırır. Bu sorumluluk bilinciyle kişi, kendi özgürlük alanını, toplumu ve çevreyi göz önünde tutarak oluştururken, devamında ise eylem ve söylemleriyle de düzenin muhafazasına riayet etmeli.
Zaman içinde, çoğunlukla da siyasetin muhitinde bu durumdan dolayı fazlasıyla hak ihlâlleri yaşanmış, “özgürlük” kavramı birçok darbeye maruz bırakılmıştır. Veya tam aksi, ahlâkî, hukukî ve toplumun düzenini tehdit eden tüm durumlar yine bu kavramın içine sıkıştırılarak normalleştirilme gayretine fazlaca düşülmüştür. Böylesi bir örneği geçtiğimiz aylarda gerçekleşen Cumhurbaşkanlığı ve Parlamento Seçimleri için muhalefet kanadının yürüttüğü propaganda sürecinde “özgürlük” kavramına yaptığı vurgu üzerinden seyrettik. Bu kampanya için “bahar” teması seçilmiş, mevsimin “yenilenmek, yeni başlangıçlar sunmak” gibi özelliklerine atıflar yapılmıştı. Fakat ne vahimdir ki, bu kampanyada “özgürlük” söylemleri terör örgütlerinin siyâsî ayağını üstlenen mahkûmlar içindi.
Devlet’in bölünmez bütünlüğünü tehdit eden tüm illegal örgüt aktörlerinin serbest bırakılması adına bu metafor üzerinden verilen mesajlar belli merkezlere ulaştırılmaya çalışılmıştı. Hukuka meydan okuyan vaatler miting alanlarında anayasa ve demokrasi ilkeleriyle devlet yönetmeye talip olmaktan ziyade savaş meydanında esir olan neferlerini geri almak için bilenen bir komutanın hıncını andırır türdendi. Çok şükür ki Türk milleti, iradesini hayata geçirdiği oy verme eyleminde böylesi bir akıl tutulmasına onay vermedi.
Fakat işin vahim tarafı, bu minvâlde yapılan açıklamalar sadece 2023 Seçimlerinin mevzusu değildi. Muhalefeti oluşturan kanat (özellikle Cumhuriyet Halk Partisi), uzun zamandır bu itirazlarını her fırsatta dile getiriyor, Devlet’e Hükümet üzerinden suçlayıcı ve yargılayıcı tavrını sergilemekten geri durmuyordu. Öylesi “piyasa” cümlesi olmuştu ki “özgürlük”, içine ne koysanız alıyor, bozulup deforme edilen tarafların üzerine onu sürünce hasarlar saklanmış oluyordu.
Birçok alana sirayet eden bu içerik sapması, Türkiye’nin teröre karşı verdiği mücadelede “aydın” kimliğiyle bir adım öne çıkanlar tarafından ise genetiğiyle oynanarak gitgide sunileştiriliyordu. İdealler ve ideolojilerin “kırmızı halısı” gibi ayaklar altına döşenerek üzerinde kâh dram pozları veriliyor, kâh gövde gösterisi yapılıyordu. Suçu ve suçluyu ise sıradanlaştırma noktasına taşır bir hâl almanın yolu kat ediliyordu.
Oysa çok değil, yakın tarihte, 80’li ve 90’lı yıllarda “terör örgütü” tanımlamasıyla başlayan tüm cümlelerin mutlaka karşı tarafta ifade ettiği bir anlam ve aynı zamanda refleks olarak takındırdığı bir tavır, çoğunluğun ortak kabulüydü. Zamanla bu duruş, bazı kavramların içinde yoğrularak form değiştirmeye, o kavramların otoritesinden güç alarak yavaş yavaş tolere edilmeye başlandı.
“Demokrasi, düşünce özgürlüğü ve Atatürkçülük”, bu gayeyi güdenlerin en kuvvetli silahlarından oldu. Konumlandıkları yerden illegal oluşumların suçlularına güzelleme yaparak, arkasından uygulanan hukukî süreçlere isyan edenlerin hazırdaki paravanları da yine bu kavramlardı. Örneğin, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni “kimyasal silah” kullanmakla itham eden Türk Tabipler Birliği Başkanı’nın geçirdiği yasal sürece “sanatçı” cephesinden gelen itirazlar “düşünce özgürlüğü”nün asidine atılarak eritilmeye çalışılmıştı. Muhalefet ise daima bu olayların terazisinde ana konunun değil, kavramsal ağırlıkların konulduğu kefede saf tutuyordu.
Gerek TV ekranlarından, gerekse sosyal medyadan izlediğimiz bu minvâldeki haberleri hangi formülün üzerinden çözümlemeye çalışsak asla doğru yanıta ulaşmamız mümkün olmuyordu. Elimizde tek ihtimâl kalıyor, o da “oy” kaygısı. Bu ise ne akıl, ne de vicdanla ortak noktada buluşması mümkün bir şeydi.
Özel bir televizyon kanalının yayın yönetmenliğini yapan bir “gazeteci”, geride bıraktığımız günlerde “düşence özgürlüğü” üst başlığının altına bakın neler yerleştirdi: Türkiye Cumhuriyeti’ni parçalama ideolojisinin mimarı Öcalan’ın mahkûmiyetinin sonlandırılması yönündeki düşüncelerinden bahsetti önce. Arkasından da keskin zekâsından, fazlasıyla kitap okuduğundan bahsederek söz konusu zâta, hakkında “filozof” olmak makamına yükseltecek kadar mühim ve seçkin sıfatlar kullanarak methiyeler dizdi. Kendisine tecrit uygulandığını, fakat bu zâtın bir “onursal başkan” olduğunu Devlet’e hesap sorar gibi tane tane anlattı. O esnada şehit annelerini, eşlerini, kardeş ve çocuklarını aklına dahi getirmediği belliydi. Anlaşılan 20’li yaşlarında fidan gibi evlâtların acıları semtine dahi uğramamış bu cümlelerin sahibinin!
Ne de olsa isimlerinin önünde bir unvan, himayelerine aldıkları bazı kavramlar vardı. Onlar bu sayede hem “vatansever”, hem de “insansever” (!) olabiliyorlardı. Kavramların kılıfı “birilerine” işportacı tezgâhında satışa çıkan karaborsa mallar gibi satılıyor, el altından ha bire alıcı buluyordu. Gördüğümüz ve duyduğumuz ilk örnek değildi bu. Bu plânın temeli yıllar önce atılmıştı ve şimdi üzerine eklemeler yapılarak büyüyordu ne yazık ki.
Bundan birkaç yıl önce, başkanlarının “heykelini dikme” üzerine ant içtiği bir siyâsî parti liderinin eline bağlama verilip halk türküleri söyletilerek algılarımızın farklı merkezine lansmanı yapılmamış mıydı? Bağlamanın tellerinde gezinen mızrap bu toplumun ezgilerini sese dökerken, sahnenin kulisinde yapılan hazırlıkların mahiyetini ona basiretli ve ferasetli bakanlar zaten görüyordu. Fakat o dönemde yine Hükümet’e defans yapmak için çoğu kişi “körebe” oynamayı tercih etmiş, adım atıkları zemini bilmeyenlerin (!) savrularak yürümelerini seyretmiştik. Durum öyle bir hâl almıştı ki, dün meydanlarda Devlet’e parmak sallayan zât, o gün halkların barışı için mücadele veren bir “toplum inşâcısı” kisvesiyle bize sevdirilmeye çalışılmıştı. Siyasetçi, sanatçı, akademisyen ve daha birçok kimliğe sahip insanların duruma dâhil olması ise izaha muhtaç bir yayılmacılıktı.
Şu söz çok manidardır: “Az’ a sormuşlar: ‘Nereye gidiyorsun?’ Cevap vermiş: ‘Çok’a doğru.’” Eğer bizler “miktar” kıymetini doğru değerlendirip başlangıcı “nokta” biriminden ele almaz ve evrenin matematiğinin işlevselliğini ötelersek, kontrol noktasında pasif bir pozisyonda sabitleşir kalırız. Bugün millî, dinî ve ahlâkî değerlerimiz adına ahkâm kesip üzerine yoğun miktarda yansıttıkları ışık kümeleriyle gözlerimizi kamaştıranlara karşı daima teyakkuzda olmak zorundayız. “Az” bir miktarsa, içinde “çok” olma potansiyeli mutlaka vardır. Küçümsemeden, hafife indirgemeden tüm aykırılıklara reaksiyonel bir rolle alan açmamalıyız!
“Özgürlük”, anarşi ruhu ve eylemiyle yaşanan bir hak olmaz, olamaz!