BİR devletin ordusuna
kim saldırır?
En
başta, başka ülkelerin orduları, basını, yöneticileri vesaire…
Tek
kelimeyle söylemek gerekirse, “düşman”.
Mevzu
bitmiştir.
Bundan
sonrası tamamen ayrıntı.
Üç
beş satırdan ibâret bir yazı abes duracağı için, ayrıntıya girmek gerek.
Girelim
bakalım…
CHP’li
bir milletvekilinin, katıldığı bir televizyon programında Ordumuz için
kullandığı kelime, ne yazık ki çok uygunsuzdu.
O
vekilin ağzından çıkan “satılmış” ifâdesini “uygunsuz” diye tanımlamak, ne
kadar hafif duruyor!
Terâzinin
bir kefesine bir deve koyalım, diğerine ise devenin kulağını.
Dengede
durabilir mi iki kefe?
O
terâzi hilebaz bir esnafın olsa ve ayarıyla oynamış olsa bile dengeye gelemez.
Çok
tepki aldı tabiî.
Hükûmet
kanadından, Ordudan, Meclis’ten…
En
yakışıklı ifâdeler MHP lideri Devlet Bahçeli’den geldi:
“Bir CHP
milletvekilinin Türk Ordusuna ‘satılmış’ demesi şerefsizliktir, kepazeliktir!”
Ağır
kelimeleri tercih etmek iyi bir şey değildir ama burada seçilenler, insanın
içini biraz da olsa ferahlatıyor. Fakat inanın, terâzinin bir kefesi hâlâ çok
aşağıda kalmaya mecbur.
Ardından
birkaç soru ile konuya devam etti Devlet Bahçeli:
“Sınırımızda
nöbetçi, gökyüzünde kartal, dilimizde Peygamber Ocağı, kahraman Türk askeri mi
satılmıştır? Ordumuza ‘satılmış’ demek, bedelsiz satılmışlığın, uşaklığın aleni
beyanıdır. Askere düşmanlık, düşmana askerliktir. CHP’nin kaşımadığı,
kanatmadığı, karıştırmadığı geriye ne kalmıştır?”
Ne
kalmıştır?
Bilen
varsa söylesin.
Ben
baktım, geriye kalan pek bir şey görmedim.
Ordu,
bu milletin ordusu. Dışarıdan emanet alınmış, parayla tutulmuş, kiralık bir
ordu değil.
Şanlı,
şerefli...
Dünyanın,
târihi en eskiye dayanan ordusu.
Disipliniyle,
cesâretiyle, donanımıyla, gücüyle, sağlamlığı ve adanmışlığıyla,
teknolojisiyle, başarılarıyla, kimsenin boy ölçüşmeyi göze alamayacağı bir
orduya sâhibiz, şükürler olsun!
“Peygamber
Ocağı” ifâdesinin anlamı ise, bütün sözlerimizden daha derin.
Bu
orduya dil uzatan, şuraya buraya satıldığını söylemeye yeltenen, ya bu orduyu
tanımıyor, ya kendini bilmiyor demektir.
Başka
şık yok!
Olsa
bile hiç şık durmaz.
Şanlı
Ordumuzla kimin derdi olabilir?
Birilerinin
var elbette derdi, tasası.
Onları
tanıyoruz.
“Birilerinin
maşası olan terör örgütleri” deyip özetleyelim.
Yıllar
boyunca ordunun içine sızmak için kaç türlü dolambaçlı gayretler
gösterdiklerini biliyoruz.
Ortalığa
döküldü o bilgiler.
Bütün
ayrıntısıyla…
Artık
işporta malı sayılır, 32 kısım tekmili birden o malûmat.
Kimlerin
senelerdir mücâdele ettiğini, dağlarda ovalarda Ordumuzla çatıştığını da
biliyoruz.
Kimlerin
ülkemizi bölmek isteyen terör örgütlerine tırlar dolusu silâh ve cephâne
gönderdiğine de şâhidiz.
Elindeki
teknolojiyi sattığı hâlde, kimlerin “Bizden
aldığınız silâhları şurada kullanamazsınız, orada kullanamazsınız” diye
şart koştuklarını da hiç unutmadık.
Kimlerin,
parasını çok evvelden ödediğimiz hâlde “malları” teslim etmediğini…
Kimlerin
bakım vakti gelince yan çizdiğini…
Kimlerin
yanlış bilgi verip teröristler yerine boş dağları tepeleri bombalattırdığını…
Kimlerin
düşmanlığa bile sığmaz davranışlar içine girdiğini…
Hepsini
biliyoruz!
Hepsi
hatırımızda!
Hiçbirini
unutmadık!
Ordunun
içine sızan teröristlerin yıllardan beri nasıl temizlendiğini de tâkip
ediyoruz.
Darbecilerin
tek tek ayıklandığını ve Ordumuzun her gün biraz daha temizlendiğini görüyoruz.
Kadronun
azalmasına rağmen her cephede başarıların katlandığını da…
Yaşanan
bunca tecrübeden sonra, bu orduya kalkıp (yahut oturduğu yerden) “satılmış”
demek için -gerçekten- insanın satılmış olması gerekir.
Yahut
kiralanmış…
Hangisi
daha beter, bilinmez.
Bu
edepsizliğin, hâd bilmezliğin hesabı sorulmalıdır.
Mahkeme
soracaktır.
Ancak
mahkemeden önce, kendi partisinin onu kapı dışına bırakması gerekirdi.
Nerdeeee?
Öyle
bir parti, öyle bir anlayış, öyle bir lider nerede sâhi?
“Nerde, nerde, en
son çizgi nerde?”
derdi eski bir şarkı, hatırlarsınız.
Kayahan
eseri…
“Akşam oldu,
penceremde
Yorgun rüzgâr
esiyor geçiyor, renkler suskun
Bir mâsum mor
menekşe, ağlıyor mu ne?
Gölgelerin
kollarında
Hatıralar halka
halka
Ben ona tutsak…
Nerde, nerde, en
son çizgi nerde
Nerde, nerde, çârem
nerde…”
İster
Nilüfer’den dinleyin, ister Kayahan’dan. Fark etmez. Lâkin biz o sorunun
cevabını bilemeyiz, arasak da bulamayız.
O
garip partinin, en son çizgisinin nerede olduğunu kimse bilmez.
Hattâ
öyle bir çizgileri var mıdır, yok mudur, o dahi belli değil!
Belki
eskiden vardı ama şimdi arayan, eli boş döner.
İşte
bu yüzden, bu arkadaşlara gidip sevâbına bir çizgi çizme fikrine kapıldım!
Çok
uzun zamandır bu fikri başımdan atabilmirem.
Bir
aklım, “Git, çiz, gel” diyor.
Bir
aklımsa, “Otur oturduğun yerde”...
Hakikaten,
harekete geçmemek daha anlamlı olabiliyor bazen. Kıymetini bilmezler ki…
Faydasını anlamazlar.
Bu
yüzden, yerinde ve zamanında kullanmayı da beceremezler.
Kıssadaki
gibi, bir horoz, dünyanın en büyük elmasını bulsa ne işine yarar? Götürüp
kuyumcuya da satamaz bir avuç darı karşılığında.
Onun
için bir tane Amasya elması daha değerlidir.