Bu eğitim ileride ne işimize yarayacak Hocam?

İlkokuldan liseye kadar her öğrencinin şakayla karışık sorduğu bir sorudur “Bu dersler ileride ne işimize yarayacak?” şeklindeki soru. Bırakın herhangi bir öğretmenin, sistemin dahi bu soruya cevap verebildiğini, bu gidişle devam ederse hiçbir cevabın da verilemeyeceğini biliyoruz. O hâlde ne dersiniz, sistemi konuşmak yerine, önce kendi putlarımızı yıkmakla başlayalım mı?

ÖYLE bir konu ki, her ne yazarsak yazalım, ardında mutlaka (ve maalesef) tenkidi barındıran cümleler barındırıyor olacak. Öyle bir konu ki, yetişkini de, ergeni de, sabisi de mustarip. Ve öyle bir konu ki, en ideal olanı dahi kaleme alınsa bir yeri eksik, hangi alan doldurulursa doldurulsun, bir köşesi boş kalacak…

“Eğitim” ne büyük bir kitle, ne büyük bir evrensel küme oluşturuyor hayatımızda. Ve bu konunun modern kodlarında boğulduğumuz ne müthiş dalgaları var! Bu boğulmaların çeşitli sebepleri mevcut elbette, ancak çağımız öncesine gittiğimizde karşılaştığımız şifreleri çözmeye yarayacak deşifre yazılımlarına sahip olmamamız, sanırım bu sebeplerin ilk sıralarında yer alıyor.

Odağa yerleştirdiğimiz bir nokta ve bu noktanın etrafını bir daireyle çevreleyen türlü başlıklar var elimizde. Söz konusu bu dairenin bütün alanını eşit şekilde aydınlatmak istiyoruz, fakat bu işi yaparken bin bir tür aksilikle karşılaşıyoruz. Örneğin kimimiz odağı yakalamaya çalışırken, daireyi aydınlatacak lâmbaları bu odağa çeviriyor ve farklı yanlarından konuyu görmeye çalışıyor. Kimimizin bahtına kısa devre düşüyor, lâmbalardan birkaçı patlıyor. Kimimiz “Fazla lâmbaya lüzum yok!” deyip tepeye bir florsan takıyor, çevreye yayılan başlık gölgeleriyle uğraşıyor. Kimimiz de daha estetik olduğu düşüncesiyle lâmbaları yukarı çeviriyor; evet, hoş ve loş bir ortam oluyor, ama hiçbiri dibini aydınlatmıyor.

Bu çerçeveden bakınca, eğitim meselesine bakışımız da genellikle yukarıda verdiğimiz birkaç örnekle yorumlanıyor. Bu yorumlardan en belirgini de, konuya aile ve okul üzerinden bakmak şeklinde gerçekleşiyor. Peki, bu bakışın sonucu nasıl çıkıyor karşımıza?

Leziz mi leziz, temiz mi temiz, enfes bir sofra hazırladınız. Masada yok yok! Misafirlerinizle birlikte bu muazzam sofranın etrafına yerleştiniz. Bu sırada içlerinden biri, dirseklerini masaya koydu. Karşısındakinin önü bir anda yukarı kalktı. Tabiî bu sebepten bazı yemekler çalkalanıp güzelim örtüyü batırdı. Neyse… Beyin bedava! Hemen bir karton parçası bulup katladınız ve kısa olan ayağın altına koydunuz. Yemeğe devam ederken hafif kıpırdanmalar başladı bu kez de. Meğer kısa olan ayağın altına koyduğunuz tampon karton biraz iri olmuş, hemen incelttiniz. Ama olmadı ki… Bu kez de çaprazdaki ayak havada kaldı… Sofra perişan, siz perişan… Şiştiniz mi? Bir soda açalım en iyisi!

Gördüğüm şu ki, “eğitim” meselesine doğrudan ve/veya sadece “aile ve okul” üzerinden bakılınca masanın ayaklarıyla oynamaktan başka bir şeyle meşgul olmuyoruz. Ne yemekten tat alıyoruz, ne de masa örtümüz lekesiz kalıyor.

Boş alanlara kurulan iskeleler

“Öğretmek” fiili ile eşanlamlı yahut da ikiz kardeşmişçesine, birini anmadan diğerini dillendirmekten nedense kaçındığımız “eğitmek” fiilinin aileyle başlayıp okulla sürdüğünü söyleriz hep. Peki, ya başta aile yoksa?

Eğitim konusunda başta aile yok ise, sonrasında hâliyle okul da yok demektir. Yani bir bireye verilecek eğitim aileyle başlamıyorsa, o bireyi okula gönderebilmek de güç! Bu noktada kimsesiz yavrularımızın devlet tarafından yetiştirilip okullu edilmesine dair yapacağınız fikir yürütmelerini iptal etmenizi isterim. Zira sözünü ettiğim birey, koskoca yeryüzünde tek başına “bir insan”…

İnsanda insanî olanı anlayabilmenin en güzel yollarından biri, bebekliğine dair gelişim gözlemleri yapmaktır. Bebeğin en somut davranışlarından ikisi, utanmak ve merak etmektir. İşte ben de bu iki davranıştan ilerlemek istiyorum.

Utanmak ve merak etmek, iki önemli davranış olarak hem yaratılış inancı, hem de seküler yaklaşımlar nazarında insanî detaylar verir. Zira insan, kimle veya ne ile iletişime geçmek istiyorsa istesin, söz konusu başlangıç hissi aksiyonuna karşı evvelâ bu iki davranıştan biriyle karşılık verir. Yani ya utanıp iletişime geçmeyecektir ya da meraklanıp söz konusu iletişimi kurmakta karar kılacaktır. Bu münasebet sırasında karşılaşılan cevap, yani bireyin aldığı his, iletişimin sonucu olarak ortaya çıkar. O şeyden/kimseden korkar, o şeyi/kimseyi sever ve sair…

Korku ve sevgi, insanda iki köklü duygu olarak ayrı ayrı veya birlikte kurdukları iskelelerle farklı mekanizmalar inşa ederler. Korku da, sevgi de insan zihnine, korkulana ve/veya sevilene karşı bilinçli veya bilinçsiz yüceltme kodlamaları yükler. Bu kodlamayı çözümlemiş yazılım ustaları, insanlık üzerine farklı egemenlikler kurgulamayı başarmışlardır.

Uygarlık tarihine baktığımızda karşımıza çıkan despot rejimlerin oluşturdukları algı, “korku” merkezli zihnî yüceltme manipülasyonlarıyla doludur. Amon’dan Zeus’a, Nemrut’tan Ebu Cehil’e kadar tüm korku tandanslı yüceltme kaynaklarının ardında aynı egemenlik düşüncesi yatar. Fakirliğiyle meşhur halka ehram diktirten korkuyla pazar esnafının mallarını gasp ettikten sonra kimseye hesap sordurtmayan korku aynıdır. Bu korku, “Bana zarar verebilir” düşüncesinin karşıya kazandırdığı büyüklükten gelir. Muhtemeldir ki, “Bana zarar verebilir” düşüncesi, zamanla “Beni çarpar!” fikrine evrilir.

Yine aynı tarihe bakıp “sevgi” merkezli zihnî yüceltme manipülasyonlarıyla da karşılaşırız elbette. Ancak söz konusu bu mekanizmanın iki olumsuz geri beslemesi vardır. Horus’tan Hasan Sabbah’a, Robespierre’den F. Gülen’e kadar tüm sevgi tandanslı yüceltme kaynaklarının ardında da aynı egemenlik düşüncesi yatar. Ve bu düşünce, sevgisi kazanılana şu anlayışı yaşatır ve dolayısıyla sözünü ettiğimiz iki olumsuz geri besleme aynı anda yaşanır: “Beni çarpabilir de, cennetine de koyabilir!”

Korku ve sevginin egemenlik iskelesine çıkan ve o iskeleden kurtulamayan kimse, tarih boyunca ya Amon gibisini tanrı edinmiştir, ya Ebu Cehil’in putlarını kendine aracı edinmiştir, ya Robespierre’den özgürlük beklemiştir ya da Sabbah’tan cennet istemiştir.


Hayy: Uyanık bir adam

Yeryüzünde tek başına kalmış “bir insan” bahsini açınca yukarıda, aklıma İbni Tufeyl’in “Hayy bin Yakzan”ı geldi. Hikâyeye göre Hayy, bir adada doğan, bir ceylan tarafından emzirilen ve vahşi hayatta hiçbir toplumsal bağı olmaksızın yaşayan biridir. Başka bir adadan gelen Absal’la karşılaşması Hayy için bir dönüm noktasıdır…

Bu hikâyeyi neredeyse bilmeyenimiz yoktur. Peki, buna rağmen hikâyenin başkarakteri olan Hayy bin Yakzan’ın isminin ne anlama geldiğini düşündük mü? “Yakzan”, Türkçede “uyanık” kelimesiyle eşleşiyor. “Hayy” kelimesini Esma-i Hüsna’dan biliyoruz, ancak insan için kullanılan şekliyle bu kelime, Türkçede “canlı” şeklinde karşılık buluyor. Yani Hayy bin Yakzan, “Uyanık oğlu Canlı” gibi bir anlama geliyor. Yahut “Uyanık Canlı”ya…

Asıl sürpriz, “Hayy bin Yakzan” isminin Latinceye çevirisinde karşımıza çıkıyor. “Philosophus Autodidactus” şeklinde Latinceye çevrilerek yayınlanan İbni Tufeyl’in eserindeki Hayy’ın isminin anlamı, “kendi kendini eğitmiş filozof” şeklini alıyor. “Autodidactus” kelimesi, “auto” (kendi kendine) ve “didactus” (eğitici) sözcüklerinin birleşimiyle meydana geliyor.

İbni Tufeyl’in bu eseri, Aydınlanma Çağı’nı yakalayan Avrupa’nın en önemli kaynaklarından biri oldu, malûm. Daniel Defoe’nin “Robinson Crusoe”si de, J. J. Rousseau’nun “Emile or On Education”u da Hayy’dan esinlendi, hatta kopyalandı. Rousseau’nun kullandığı “education” da, eserin İngilizce çevirisine verilen isim olan “The Improvement of Human Reason” da aynı kavramı işaret ediyor: “Eğitim”…

Peki, bir hikâye üzerinde bile bu kadar fazla “eğitim” kelimesine işaret ediliyorken, biz doğrudan doğruya eğitimi aileyle başlayıp okulla devam eden bir süreç gibi algılamakta haklı mıyız?

Hem yaratılışa, hem seküler anlayışa göre insanın otomatik bir eğitim sürecine başlaması mevcut ve/veya mümkün. Ancak aile ve okul dahlinin bu sürecin daha sonraki aşamaları olmasını ve süreci hızlandırmasını, biz doğrudan eğitimin kendisiymiş gibi algılıyoruz. Seküler anlayış insanın kendi kendini eğitebileceğini göstermeye çalışırken, yaratılış nezdinde, özellikle de Din-i Mübîn-i İslâm’ın ışığında insanın bir biricik eğiticisinin, yani “Rabbinin” olduğu görülüyor.

Bu mevzuya Hayy bin Yakzan ekseninde bakmaya gerek yok, ancak onun hikâyesi üzerinde görülecek durum, bir başınalık izince özgürlüğünü anlatır. Hayy vahşi doğadadır, vahşidir, yabanîdir, ancak özgürdür. Utanır da, merak da eder; korkar da, sever de… Canlılığı ateşte de bulur, suda da; güneşte de bulur, yıldızda da… Ancak bu düşünceleri etrafınca her dem özgürdür. Bu özgürlük, onu ebeveyn ve okul yönergelerinden çok ama çok uzakta bir eğitimle donatır. Bu eğitimin/terbiyenin tek mürebbisi Allah’tır.

Putları devirmek

Kur’an, Âl-i İmran suresinin başındaki beyanıyla “takva sahiplerine” indirilmiştir. Bu “takva” kelimesi, her nedense dilimize özenle “korkmak” şeklinde çevrilir. Ancak Rahman, pek mühim bir tavsiyeyle insana “korku ve ümit arasında yaşamayı” öğütler. Ümit, sevgidendir elbette. Demek ki takva sahipleri, eğitimin nasıl olduğunu bilen kişilerdir. Zira takva sahipleri, akledebilen kimselerdir. Onlara göre uyulacak ilk kural, Rabbin varlığına ve de daha mühimi “tek” oluşuna inanmaktır. Kulun korkusu da, sevgisi de O’nun yüceliğincedir.

Ancak bir diğer taraftan da insan, kendi aklı ölçeğince düşünür. Ufkunca korkar veya ufkunca korkmaz. Ve sadece ufkunca sever. Akıl ölçeği, insanın özgürlüğündedir. Utanmak ve merak etmek aracıyla geçeceği iletişimlerden edineceği bilgi, özgürlük alanının belirleyicisidir. Salt mânâda merak etmek veya salt mânâda utanmak, özgürlük alanının bozulduğuna, tahrip olduğuna işaret eder.

Tarih, insanın bu akıl ölçeğinin ayarıyla defalarca oynandığını bize gösterir. Yukarıda andığımız Amon da, Zeus da yahut Hubel de, Uzza da bu ayarsızlık sırasında kendine egemenlik alanı bulabilmiş yazılımlardır. Bu yazılımların korku kodları, insana özgürlüğünü vaat ve vaaz eden Allah’ın, peygamberleri eliyle insana sunulmuştur. Bu kodların en sonuncusu, Habîbullah-ı Muhammed Mustafa Efendimiz (sav) ve de onunla gelen Kerîm Kitap Kur’an’dadır.

Sadece korku kodlarıyla dolu yazılımları değil, Muhammedî hayatın indeksini taşıyan Kur’an, sevgi kodlarıyla donatılı aşırılıkları da gösterir bize. “Akletmek”, bu yüzden her fonksiyona ilişkin birincil eylemdir. Kendi yaptığı putlardan korkan ve kendi yaptığı putlara meftun olan insana karşı en eğitici ders, Mekke’nin Fethi sırasında yaşanan şu kıymetli hâdisedir: “Putları devirmek”!

Alışmak kudurmaktan beter mi?

Eğitmek, “aile ve okul aracılığıyla sağlanan çeşitli yönergelerle bireyi ıslah etme işlemi” şeklinde formatlanabilir. Ancak burada tanıma katılması gereken önemli detaylar vardır. Zira mevzubahis yönergelerin hangi argümanlar kullanılarak nasıl yapıldıkları önemlidir.

Çok basit bir olaydır; dedesi yavrunuza harçlık verdiğinde şöyle bir tepki verirsiniz: “Paraya alıştırmayın şunu!” Gerçekten de, “alıştırmak” eğitimin kaçta kaçıdır? Alışmak kudurmaktan beter midir hakikaten? Alışmakla ezberlemek arasında nasıl bir illiyet vardır? “Şunu yaparsan şunu veririm/alırım” demenin yararıyla zararı arasındaki ters orantı nedir?   

Din-i Mübin’in en kıymetli tarihî hâdiselerinden biri olan Mekke Fethi’nde yer alan putları devirme olayına, o işi gerçekleştiren Güzeller Güzeli’ne, O’nunla insanlığa insanlığın yol işaretlerini veren Kur’an’a rağmen nedir bu kendi yaptığımız putlar?

Çocuğu ödülle veya cezayla eğitmenin devamı, ileride terfi veya azille kendisini gösteriyor. İşadamı Amon, bürokrat Nemrut, mühendis Zeus, doktor Menat, hoca Sabbah oluyor ve bunlardan korkan veya bunlara karşı sevgi besleyen kim varsa Tek Olanı unutuyor.

“Demezler mi?”

Ülkemizin bir eğitim sorunu var, belli. Bu sorunu eğitimciler “maarif sıkıntısı” şeklinde yorumlarlarken, halk ise “iş güç sahibi olma sıkıntısı” şeklinde yorumluyorlar. Eğitimcilerin tartıştıkları bir yana dursun, biz önce halkın yorumuna odaklanalım…

“Halk” demekle asla alelâde bir kimsecikler topluluğundan bahsetmiyorum. İşadamı da, akademisyen de, doktor da, hâkim de, ressam da, mühendis de bu halkın içinde…

Ülkemizde fen bilimleriyle sosyal bilimlere karşı bariz bir bakış farkı var. Öyle ki bu fark, isimlendirmeye dahi sirayet etmiş. “Fen” bilimleri… “Sosyal” bilimler… Hani “insanüstü” ve “daha insanî” der gibi… “Sosyal” kavramına bakış, bu ülkede “ortalama, averaj, hayattan kareler” nezdinde. Ama “fen” öyle mi? “Sayısalı seçtim” diyen öğrenciye “Aferin!” çeken bir acayip toplumuz!

Neyse… Günümüz lisanıyla eğitimin birinci yönergesi “ünlü olmak” olduğundan, marangozun da, doktorun da, bürokratın da çocuğu ünlü olmak istiyor. Burada sorun yok! Ancak sorun, doktorun oğlunun terzi olmaya heveslenmesiyle hâkimin kızının kuaför olmayı istemesinde… Mühendisin oğlu, derslerinin yanında yüzme derslerine gidebilir ama bunun sonunda yüzücü olamaz. Bürokratın kızı gitar dersleri alabilir ama gönlü hoş olsun işte… Zaten sosyal olmalarına izin vermezlerse çevreleri ne der? “Koskoca Müteahhit Yıldırım Bey’in çocuğu depresyona girmiş” demezler mi? “Malı mülkü satıp bebesini okuttu da, o bebe büyükşehirlerde çürüyüp gitti” demezler mi? “Biricik oğlu vardı da okutmadı” demezler mi? “Koca mimar olmuş, binadan anlamıyor” demezler mi? “Profesör olmuş ama bir şeyden anladığı yok” demezler mi? “İmamın oğlu sureyi bilmiyor” demezler mi?

Eğitimin ilk basamağı, bilmediğini bilmek, bilmiyor olmanın farkında olmaktır. “Demezler mi?” sorusu, insan zihninin en iğrenç korkularından biri. Ve korku, maalesef en baştan bu yana belirttiğimiz üzere Amon’un, Zeus’un, Hubel’in un helvasından yapılanlarını satmak için o kovulmuş satıcısına yeter.

Ve son söz

İlkokuldan liseye kadar her öğrencinin şakayla karışık sorduğu bir sorudur “Bu dersler ileride ne işimize yarayacak?” şeklindeki soru. Bırakın herhangi bir öğretmenin, sistemin dahi bu soruya cevap verebildiğini, bu gidişle devam ederse hiçbir cevabın da verilemeyeceğini biliyoruz. O hâlde ne dersiniz, sistemi konuşmak yerine, önce kendi putlarımızı yıkmakla başlayalım mı?

Bunun için küçük bir tavsiye sunayım: Uyanık olalım!