ÖYLE bir konu ki, her
ne yazarsak yazalım, ardında mutlaka (ve maalesef) tenkidi barındıran cümleler
barındırıyor olacak. Öyle bir konu ki, yetişkini de, ergeni de, sabisi de
mustarip. Ve öyle bir konu ki, en ideal olanı dahi kaleme alınsa bir yeri
eksik, hangi alan doldurulursa doldurulsun, bir köşesi boş kalacak…
“Eğitim”
ne büyük bir kitle, ne büyük bir evrensel küme oluşturuyor hayatımızda. Ve bu
konunun modern kodlarında boğulduğumuz ne müthiş dalgaları var! Bu boğulmaların
çeşitli sebepleri mevcut elbette, ancak çağımız öncesine gittiğimizde
karşılaştığımız şifreleri çözmeye yarayacak deşifre yazılımlarına sahip
olmamamız, sanırım bu sebeplerin ilk sıralarında yer alıyor.
Odağa
yerleştirdiğimiz bir nokta ve bu noktanın etrafını bir daireyle çevreleyen
türlü başlıklar var elimizde. Söz konusu bu dairenin bütün alanını eşit şekilde
aydınlatmak istiyoruz, fakat bu işi yaparken bin bir tür aksilikle
karşılaşıyoruz. Örneğin kimimiz odağı yakalamaya çalışırken, daireyi
aydınlatacak lâmbaları bu odağa çeviriyor ve farklı yanlarından konuyu görmeye
çalışıyor. Kimimizin bahtına kısa devre düşüyor, lâmbalardan birkaçı patlıyor.
Kimimiz “Fazla lâmbaya lüzum yok!” deyip tepeye bir florsan takıyor, çevreye
yayılan başlık gölgeleriyle uğraşıyor. Kimimiz de daha estetik olduğu
düşüncesiyle lâmbaları yukarı çeviriyor; evet, hoş ve loş bir ortam oluyor, ama
hiçbiri dibini aydınlatmıyor.
Bu
çerçeveden bakınca, eğitim meselesine bakışımız da genellikle yukarıda
verdiğimiz birkaç örnekle yorumlanıyor. Bu yorumlardan en belirgini de, konuya
aile ve okul üzerinden bakmak şeklinde gerçekleşiyor. Peki, bu bakışın sonucu
nasıl çıkıyor karşımıza?
Leziz
mi leziz, temiz mi temiz, enfes bir sofra hazırladınız. Masada yok yok! Misafirlerinizle
birlikte bu muazzam sofranın etrafına yerleştiniz. Bu sırada içlerinden biri,
dirseklerini masaya koydu. Karşısındakinin önü bir anda yukarı kalktı. Tabiî bu
sebepten bazı yemekler çalkalanıp güzelim örtüyü batırdı. Neyse… Beyin bedava!
Hemen bir karton parçası bulup katladınız ve kısa olan ayağın altına koydunuz.
Yemeğe devam ederken hafif kıpırdanmalar başladı bu kez de. Meğer kısa olan
ayağın altına koyduğunuz tampon karton biraz iri olmuş, hemen incelttiniz. Ama
olmadı ki… Bu kez de çaprazdaki ayak havada kaldı… Sofra perişan, siz perişan…
Şiştiniz mi? Bir soda açalım en iyisi!
Gördüğüm
şu ki, “eğitim” meselesine doğrudan ve/veya sadece “aile ve okul” üzerinden
bakılınca masanın ayaklarıyla oynamaktan başka bir şeyle meşgul olmuyoruz. Ne
yemekten tat alıyoruz, ne de masa örtümüz lekesiz kalıyor.
Boş
alanlara kurulan iskeleler
“Öğretmek”
fiili ile eşanlamlı yahut da ikiz kardeşmişçesine, birini anmadan diğerini
dillendirmekten nedense kaçındığımız “eğitmek” fiilinin aileyle başlayıp okulla
sürdüğünü söyleriz hep. Peki, ya başta aile yoksa?
Eğitim
konusunda başta aile yok ise, sonrasında hâliyle okul da yok demektir. Yani bir
bireye verilecek eğitim aileyle başlamıyorsa, o bireyi okula gönderebilmek de
güç! Bu noktada kimsesiz yavrularımızın devlet tarafından yetiştirilip okullu
edilmesine dair yapacağınız fikir yürütmelerini iptal etmenizi isterim. Zira
sözünü ettiğim birey, koskoca yeryüzünde tek başına “bir insan”…
İnsanda
insanî olanı anlayabilmenin en güzel yollarından biri, bebekliğine dair gelişim
gözlemleri yapmaktır. Bebeğin en somut davranışlarından ikisi, utanmak ve merak
etmektir. İşte ben de bu iki davranıştan ilerlemek istiyorum.
Utanmak
ve merak etmek, iki önemli davranış olarak hem yaratılış inancı, hem de seküler
yaklaşımlar nazarında insanî detaylar verir. Zira insan, kimle veya ne ile
iletişime geçmek istiyorsa istesin, söz konusu başlangıç hissi aksiyonuna karşı
evvelâ bu iki davranıştan biriyle karşılık verir. Yani ya utanıp iletişime
geçmeyecektir ya da meraklanıp söz konusu iletişimi kurmakta karar kılacaktır. Bu
münasebet sırasında karşılaşılan cevap, yani bireyin aldığı his, iletişimin
sonucu olarak ortaya çıkar. O şeyden/kimseden korkar, o şeyi/kimseyi sever ve
sair…
Korku
ve sevgi, insanda iki köklü duygu olarak ayrı ayrı veya birlikte kurdukları iskelelerle
farklı mekanizmalar inşa ederler. Korku da, sevgi de insan zihnine, korkulana
ve/veya sevilene karşı bilinçli veya bilinçsiz yüceltme kodlamaları yükler. Bu
kodlamayı çözümlemiş yazılım ustaları, insanlık üzerine farklı egemenlikler
kurgulamayı başarmışlardır.
Uygarlık
tarihine baktığımızda karşımıza çıkan despot rejimlerin oluşturdukları algı,
“korku” merkezli zihnî yüceltme manipülasyonlarıyla doludur. Amon’dan Zeus’a,
Nemrut’tan Ebu Cehil’e kadar tüm korku tandanslı yüceltme kaynaklarının ardında
aynı egemenlik düşüncesi yatar. Fakirliğiyle meşhur halka ehram diktirten
korkuyla pazar esnafının mallarını gasp ettikten sonra kimseye hesap
sordurtmayan korku aynıdır. Bu korku, “Bana zarar verebilir” düşüncesinin
karşıya kazandırdığı büyüklükten gelir. Muhtemeldir ki, “Bana zarar verebilir”
düşüncesi, zamanla “Beni çarpar!” fikrine evrilir.
Yine
aynı tarihe bakıp “sevgi” merkezli zihnî yüceltme manipülasyonlarıyla da
karşılaşırız elbette. Ancak söz konusu bu mekanizmanın iki olumsuz geri
beslemesi vardır. Horus’tan Hasan Sabbah’a, Robespierre’den F. Gülen’e kadar
tüm sevgi tandanslı yüceltme kaynaklarının ardında da aynı egemenlik düşüncesi
yatar. Ve bu düşünce, sevgisi kazanılana şu anlayışı yaşatır ve dolayısıyla
sözünü ettiğimiz iki olumsuz geri besleme aynı anda yaşanır: “Beni çarpabilir
de, cennetine de koyabilir!”
Korku ve sevginin egemenlik iskelesine çıkan ve o iskeleden kurtulamayan kimse, tarih boyunca ya Amon gibisini tanrı edinmiştir, ya Ebu Cehil’in putlarını kendine aracı edinmiştir, ya Robespierre’den özgürlük beklemiştir ya da Sabbah’tan cennet istemiştir.
Hayy:
Uyanık bir adam
Yeryüzünde
tek başına kalmış “bir insan” bahsini açınca yukarıda, aklıma İbni Tufeyl’in
“Hayy bin Yakzan”ı geldi. Hikâyeye göre Hayy, bir adada doğan, bir ceylan
tarafından emzirilen ve vahşi hayatta hiçbir toplumsal bağı olmaksızın yaşayan biridir.
Başka bir adadan gelen Absal’la karşılaşması Hayy için bir dönüm noktasıdır…
Bu
hikâyeyi neredeyse bilmeyenimiz yoktur. Peki, buna rağmen hikâyenin
başkarakteri olan Hayy bin Yakzan’ın isminin ne anlama geldiğini düşündük mü? “Yakzan”,
Türkçede “uyanık” kelimesiyle eşleşiyor. “Hayy” kelimesini Esma-i Hüsna’dan
biliyoruz, ancak insan için kullanılan şekliyle bu kelime, Türkçede “canlı”
şeklinde karşılık buluyor. Yani Hayy bin Yakzan, “Uyanık oğlu Canlı” gibi bir
anlama geliyor. Yahut “Uyanık Canlı”ya…
Asıl
sürpriz, “Hayy bin Yakzan” isminin Latinceye çevirisinde karşımıza çıkıyor. “Philosophus Autodidactus” şeklinde Latinceye çevrilerek yayınlanan
İbni Tufeyl’in eserindeki Hayy’ın isminin anlamı, “kendi kendini eğitmiş
filozof” şeklini alıyor. “Autodidactus” kelimesi, “auto” (kendi kendine) ve
“didactus” (eğitici) sözcüklerinin birleşimiyle meydana geliyor.
İbni
Tufeyl’in bu eseri, Aydınlanma Çağı’nı yakalayan Avrupa’nın en önemli
kaynaklarından biri oldu, malûm. Daniel Defoe’nin “Robinson Crusoe”si de, J. J.
Rousseau’nun “Emile or On Education”u da Hayy’dan esinlendi, hatta kopyalandı.
Rousseau’nun kullandığı “education” da, eserin İngilizce çevirisine verilen
isim olan “The Improvement of Human Reason” da aynı kavramı
işaret ediyor: “Eğitim”…
Peki, bir hikâye üzerinde bile bu kadar
fazla “eğitim” kelimesine işaret ediliyorken, biz doğrudan doğruya eğitimi
aileyle başlayıp okulla devam eden bir süreç gibi algılamakta haklı mıyız?
Hem yaratılışa, hem seküler anlayışa göre
insanın otomatik bir eğitim sürecine başlaması mevcut ve/veya mümkün. Ancak
aile ve okul dahlinin bu sürecin daha sonraki aşamaları olmasını ve süreci
hızlandırmasını, biz doğrudan eğitimin kendisiymiş gibi algılıyoruz. Seküler
anlayış insanın kendi kendini eğitebileceğini göstermeye çalışırken, yaratılış
nezdinde, özellikle de Din-i Mübîn-i İslâm’ın ışığında insanın bir biricik
eğiticisinin, yani “Rabbinin” olduğu görülüyor.
Bu mevzuya Hayy bin Yakzan ekseninde
bakmaya gerek yok, ancak onun hikâyesi üzerinde görülecek durum, bir başınalık
izince özgürlüğünü anlatır. Hayy vahşi doğadadır, vahşidir, yabanîdir, ancak
özgürdür. Utanır da, merak da eder; korkar da, sever de… Canlılığı ateşte de
bulur, suda da; güneşte de bulur, yıldızda da… Ancak bu düşünceleri etrafınca
her dem özgürdür. Bu özgürlük, onu ebeveyn ve okul yönergelerinden çok ama çok
uzakta bir eğitimle donatır. Bu eğitimin/terbiyenin tek mürebbisi Allah’tır.
Putları
devirmek
Kur’an, Âl-i İmran suresinin başındaki
beyanıyla “takva sahiplerine” indirilmiştir. Bu “takva” kelimesi, her nedense
dilimize özenle “korkmak” şeklinde çevrilir. Ancak Rahman, pek mühim bir
tavsiyeyle insana “korku ve ümit arasında yaşamayı” öğütler. Ümit, sevgidendir
elbette. Demek ki takva sahipleri, eğitimin nasıl olduğunu bilen kişilerdir. Zira
takva sahipleri, akledebilen kimselerdir. Onlara göre uyulacak ilk kural,
Rabbin varlığına ve de daha mühimi “tek” oluşuna inanmaktır. Kulun korkusu da,
sevgisi de O’nun yüceliğincedir.
Ancak bir diğer taraftan da insan, kendi
aklı ölçeğince düşünür. Ufkunca korkar veya ufkunca korkmaz. Ve sadece ufkunca
sever. Akıl ölçeği, insanın özgürlüğündedir. Utanmak ve merak etmek aracıyla
geçeceği iletişimlerden edineceği bilgi, özgürlük alanının belirleyicisidir.
Salt mânâda merak etmek veya salt mânâda utanmak, özgürlük alanının
bozulduğuna, tahrip olduğuna işaret eder.
Tarih, insanın bu akıl ölçeğinin ayarıyla
defalarca oynandığını bize gösterir. Yukarıda andığımız Amon da, Zeus da yahut
Hubel de, Uzza da bu ayarsızlık sırasında kendine egemenlik alanı bulabilmiş
yazılımlardır. Bu yazılımların korku kodları, insana özgürlüğünü vaat ve vaaz
eden Allah’ın, peygamberleri eliyle insana sunulmuştur. Bu kodların en
sonuncusu, Habîbullah-ı Muhammed Mustafa Efendimiz (sav) ve de onunla gelen
Kerîm Kitap Kur’an’dadır.
Sadece korku kodlarıyla dolu yazılımları
değil, Muhammedî hayatın indeksini taşıyan Kur’an, sevgi kodlarıyla donatılı
aşırılıkları da gösterir bize. “Akletmek”, bu yüzden her fonksiyona ilişkin
birincil eylemdir. Kendi yaptığı putlardan korkan ve kendi yaptığı putlara
meftun olan insana karşı en eğitici ders, Mekke’nin Fethi sırasında yaşanan şu
kıymetli hâdisedir: “Putları devirmek”!
Alışmak
kudurmaktan beter mi?
Eğitmek,
“aile ve okul aracılığıyla sağlanan çeşitli yönergelerle bireyi ıslah etme
işlemi” şeklinde formatlanabilir. Ancak burada tanıma katılması gereken önemli
detaylar vardır. Zira mevzubahis yönergelerin hangi argümanlar kullanılarak
nasıl yapıldıkları önemlidir.
Çok
basit bir olaydır; dedesi yavrunuza harçlık verdiğinde şöyle bir tepki
verirsiniz: “Paraya alıştırmayın şunu!” Gerçekten de, “alıştırmak” eğitimin
kaçta kaçıdır? Alışmak kudurmaktan beter midir hakikaten? Alışmakla ezberlemek
arasında nasıl bir illiyet vardır? “Şunu yaparsan şunu veririm/alırım” demenin
yararıyla zararı arasındaki ters orantı nedir?
Din-i
Mübin’in en kıymetli tarihî hâdiselerinden biri olan Mekke Fethi’nde yer alan
putları devirme olayına, o işi gerçekleştiren Güzeller Güzeli’ne, O’nunla
insanlığa insanlığın yol işaretlerini veren Kur’an’a rağmen nedir bu kendi
yaptığımız putlar?
Çocuğu
ödülle veya cezayla eğitmenin devamı, ileride terfi veya azille kendisini
gösteriyor. İşadamı Amon, bürokrat Nemrut, mühendis Zeus, doktor Menat, hoca
Sabbah oluyor ve bunlardan korkan veya bunlara karşı sevgi besleyen kim varsa
Tek Olanı unutuyor.
“Demezler
mi?”
Ülkemizin
bir eğitim sorunu var, belli. Bu sorunu eğitimciler “maarif sıkıntısı” şeklinde
yorumlarlarken, halk ise “iş güç sahibi olma sıkıntısı” şeklinde yorumluyorlar.
Eğitimcilerin tartıştıkları bir yana dursun, biz önce halkın yorumuna
odaklanalım…
“Halk”
demekle asla alelâde bir kimsecikler topluluğundan bahsetmiyorum. İşadamı da,
akademisyen de, doktor da, hâkim de, ressam da, mühendis de bu halkın içinde…
Ülkemizde
fen bilimleriyle sosyal bilimlere karşı bariz bir bakış farkı var. Öyle ki bu
fark, isimlendirmeye dahi sirayet etmiş. “Fen” bilimleri… “Sosyal” bilimler…
Hani “insanüstü” ve “daha insanî” der gibi… “Sosyal” kavramına bakış, bu ülkede
“ortalama, averaj, hayattan kareler” nezdinde. Ama “fen” öyle mi? “Sayısalı
seçtim” diyen öğrenciye “Aferin!” çeken bir acayip toplumuz!
Neyse…
Günümüz lisanıyla eğitimin birinci yönergesi “ünlü olmak” olduğundan,
marangozun da, doktorun da, bürokratın da çocuğu ünlü olmak istiyor. Burada
sorun yok! Ancak sorun, doktorun oğlunun terzi olmaya heveslenmesiyle hâkimin
kızının kuaför olmayı istemesinde… Mühendisin oğlu, derslerinin yanında yüzme
derslerine gidebilir ama bunun sonunda yüzücü olamaz. Bürokratın kızı gitar
dersleri alabilir ama gönlü hoş olsun işte… Zaten sosyal olmalarına izin
vermezlerse çevreleri ne der? “Koskoca Müteahhit Yıldırım Bey’in çocuğu
depresyona girmiş” demezler mi? “Malı mülkü satıp bebesini okuttu da, o bebe
büyükşehirlerde çürüyüp gitti” demezler mi? “Biricik oğlu vardı da okutmadı”
demezler mi? “Koca mimar olmuş, binadan anlamıyor” demezler mi? “Profesör olmuş
ama bir şeyden anladığı yok” demezler mi? “İmamın oğlu sureyi bilmiyor”
demezler mi?
Eğitimin
ilk basamağı, bilmediğini bilmek, bilmiyor olmanın farkında olmaktır. “Demezler
mi?” sorusu, insan zihninin en iğrenç korkularından biri. Ve korku, maalesef en
baştan bu yana belirttiğimiz üzere Amon’un, Zeus’un, Hubel’in un helvasından
yapılanlarını satmak için o kovulmuş satıcısına yeter.
Ve
son söz
İlkokuldan
liseye kadar her öğrencinin şakayla karışık sorduğu bir sorudur “Bu dersler ileride
ne işimize yarayacak?” şeklindeki soru. Bırakın herhangi bir öğretmenin,
sistemin dahi bu soruya cevap verebildiğini, bu gidişle devam ederse hiçbir
cevabın da verilemeyeceğini biliyoruz. O hâlde ne dersiniz, sistemi konuşmak
yerine, önce kendi putlarımızı yıkmakla başlayalım mı?
Bunun için küçük bir tavsiye sunayım: Uyanık olalım!