DEVLET bürokrasisi
mefluç hâle gelmiş, 2023 ve 2071 hedeflerine kilitlenmiş olan Türkiye’yi
taşıyamıyor. Devlet de sırtına bir yük, ayağına bir köstek hâline gelmiş olan
bu bürokrasiyi artık uzun süre taşıyamaz, bu bürokrasiyle büyük hedeflere
koşamaz. Bunun en müşahhas delilini şu Koronavirüs hâdisesinde yaşıyoruz.
Devletin
kurumları, yasaların kendilerine yüklediği görevleri omuzlayarak sorunların
üstesinden gelmek yerine, tıpkı rakibinin arkasına saklanarak sorumluluktan
kaçan futbolcular gibi, bir bürokratik omuz hamlesiyle sorumluluktan
sıyrılıvermiş oluyorlar, ancak çözüm bekleyen sorunlar olduğu gibi yerlerinde duruyor.
Bilindiği
gibi Covid-19 virüsü insandan insana fizikî ya da yakın temasla geçiyor,
hijyensiz ortam da yayılmayı hızlandırıyor. Onun için Hükûmetimiz vatandaşlara
maske-sosyal mesafe-temizlik ilkelerine uyulması için ısrarlı tavsiyelerde
bulunurken, bu konuda devlet kurumlarına da görevler veriyor.
Esâsen
devletin yasalarında bu konuda kurumlara verilmiş rutin görevler zaten var. Ne
var ki, bu kurumlar rutin görevlerini yapmak bir yana, bu olağanüstü Korona
günlerinde dahi devletin “Acil” kaydıyla yapılmasını emrettiği görevler
konusunda âdeta kös dinliyorlar.
Sözü
fırınlara getirmek istiyorum. Memleketimizdeki fırınların yüzde doksandan
fazlasının imâlât safhasında hijyenden puanı sıfırdır. Fakat daha önemlisi,
fırın görevlisi ile müşteri arasındaki para ve ekmek alışverişi hâlidir. Aynı
kişi hem müşteriden para alır, kasadaki paraları karıştırır, para üstünü verir,
o kirli elleriyle de ekmekleri güzelce elleyerek müşteriye uzatır.
Banknot
ve madeni paralar kaç bin kişinin ellerinden geçerek geliyor? İnsanın en kirli
uzvu, şüphesiz elleridir. Bizim toplumumuz maalesef el temizliğine hiç önem
vermiyor. İslâmiyet temizlik dinidir, ancak camiye namaz kılmak için gelen
Müslümanların dahi, lavaboyu kullandıktan sonra ellerini sabunla yıkayanların
sayısının yok denecek kadar az olduğunu müşahede ediyoruz. Dolayısıyla o
ellerden geçip gelen paralardaki mikroptan hepimiz nasipleniyoruz.
Aslında
kasap, bakkal ve diğer bütün perakende alışverişlerde aynı sorunu yaşıyoruz; fırınlardaki
olay, en çarpıcı olanlardan birisidir.
Fırıncılar
duyarsız, müşteriler bilinçsiz, pekâlâ; bu işleri denetlemekle görevli kamu
kurumu yok mudur? Olmaz olur mu?
Belediyeler,
İl Sağlık Müdürlükleri ve İl Tarım Müdürlükleri bu konuda birinci derecede
doğrudan yetkili ve sorumludurlar, fakat netîce sıfırdan ibarettir. Fırıncılar yine
bildiklerini okuyorlar.
İkâmet
ettiğim ilçenin belediyesine başvurup neden görevlerini yapmadıklarını sordum.
Aslında kendilerine Koronavirüs hâdisesi başladığında bu konuda titizlik
göstermeleri için talimat gönderildiğini, iki tane zabıtayı
görevlendirdiklerini ancak istenen sonucu alamadıklarını söylediler.
Hâlbuki
bunda yapılamayacak bir şey yoktu. Avuç içi kadar ilçede sadece beş adet fırın
vardı.
Şimdi
dikkat buyurun, bu olayda sorumlu olan herkes aslında “görevini yapmıştır”.
İçişleri Bakanı ilgili genel müdürlüğe gerekli talimatı vermek sûretiyle
görevini yapıyor. Genel müdürlük de valiliklere tamim göndererek görevini ifa
etmiş oluyor. Valilik de kaymakamlığa, kaymakamlık da belediyeye ilgili
talimatı iletiyor. Belediye de sözde zabıtayı görevlendiriyor. Fakat netîce fiyasko!
Neden? Çünkü yukarıdan aşağıya bütün bu sorumlu mâkâmların dâvâsı sorunu çözmek
değil, görevlerini ihmâl etmiş olmaktan kurtulmaktır. Bu şekilde meseleyi hâlletmiş
olmanın rahatlığı içinde kulaklarının üstüne yatıyorlar, artık o konu onların
gündeminden çıkmış oluyor.
Bu
tarz, Türk devlet bürokrasisinin yazılı olmayan yerleşik kuralıdır.
Aynı
konu hakkında Tarım İl Müdürlüğünün Kontrol Şube Müdürünü arayıp aynı soruyu
ona da sordum. Çünkü diğer birçok gıda üretilen yerler gibi fırınların
denetlenmesi de bu kurumun görevleri arasındadır. Ziraat mühendisleri ve
veteriner hekimlerinden müteşekkil üç kişilik bir ekiple denetimlerini
yaparlar, gerekli gördükleri takdirde müesseselere para yahut kapatma cezası
uygulayabilirler. Üstelik bu müdürlüklerde gereğinden fazla bomboş oturan bir
sürü eleman ve yeter sayıda araç mevcûttur.
Muhatabım
olan müdür kem küm ettikten sonra, ilçelerdeki denetimleri ilçe müdürlüklerinin
yaptıklarını söyledi. İlçe Müdürlüğünün görevini yapmadığından haberinin olup
olmadığını sordum. Tahmin edilebileceği gibi, adamın bundan haberi yoktu. Ben
kendisine görevini yapmasını söyleyince, “Tamam, söylerim” gibi lâflardan
sonra, bu gibi sorunlar için devletin tesis ettiği “174” numaralı bir müracaat
hattı olduğunu, oraya başvurmamın uygun olacağını söyledi.
O
numarayı aradım, Tarım Bakanlığı bünyesinde oluşturulmuş bir ofismiş. Telefona
çıkan bayana aynen şöyle söyledim: “Kızım, sizin ofisiniz gerçekten sorunları
çözüyor mu, yoksa göstermelik bir şey mi? Benim böyle bir şikâyetim var, bunu
hâlledecek misiniz?”
Kızcağız
ne yapsın, oraya oturtmuşlar, şikâyeti kayda alıyor, ilgili mâkâma
bildiriyormuş. On beş gün sonra bana bilgi verilecekmiş.
Tabiî
bunlar boş şeyler, ne olacağını biliyorum.
On
beş gün sonra bana bir yazı yahut e-posta ile şikâyetimin şu tarih ve şu saatte
bakanlığın ilgili genel müdürlüğüne bildirildiğini, genel müdürlüğün de falanca
tarih ve saatte sorunu il müdürlüğüne intikal ettirdiğini bildirecekler.
Dolayısıyla “görevlerini yapmış olacaklar”.
Bunu
nereden biliyorum? Tecrübemden…
CİMER’i
vatandaş kullanıyor, ya Devlet kullanıyor mu?
Bilindiği
gibi devletin tesis ettiği “BİMER” ve “CİMER” diye iki başvuru hattı bulunuyor.
Bir defasında devlet hastanesinde doktor olarak çalışan tesettürlü kızıma
başhekimliğin yapmış olduğu kötü muameleyi etraflıca izah ederek şikâyette
bulunmuştum. Benim bu başvurudan beklediğim, şikâyetimin araştırılıp haklı
olduğum tespit edildiği takdirde başhekimliğe gerekli talimatın verilmesi,
haklı bulunmamış olmam durumunda ise bunun da açıklanmasıydı.
Oysa
onların bir müddet sonra bana verdikleri tarihli ve saatli cevapta, konunun
ilgili başhekimliğe iletildiği bildiriliyordu.
“CİMER”,
Cumhurbaşkanlığına bağlı bir ofis. Vatandaşların devlet idaresiyle ilgili
faydalı olabilecek görüş ve önerilerini talep ediyor. Gerçekten çok güzel
düşünülmüş, vatandaşlar olarak sık sık kendi kendimize, “Devlet şu işi neden şöyle yapmıyor? Şu işi şöyle yapsa çok daha iyi
olur” diye düşündüğümüz bu görüşlerden faydalanmak için oluşturulmuş bir
merkez. Fakat ne çâre ki, yaptığınız öneri ne kadar değerli olursa olsun, sonuçta
yine bürokrasi canavarının dişlileri arasında yok olup gidiyor.
Ülkemizin
birçok yerinde olduğu gibi, Adana’da da bir cinayet işleniyor. Sadece Türkiye’de
değil, dünyada da emsâli az bulunan Çukurova’nın nâdide, birinci sınıf sulu
tarım arazileri, kanunlar pervasızca çiğnenerek yıllardır yapılaşmaya fedâ
ediliyor. Hâlbuki Tarım Reformu Genel Müdürlüğünden izin alınmadan bu
arazilerin üzerine yapı yapılamaz. Bu nasıl bir iştir ki, işin içine rant
girince ne kanun, ne nizam söküyor!
Bu
günlerde yanan ormanlarımıza üzülüyor, acıyoruz elbette ama esas acımamız,
hattâ ağlamamız gereken, bu talan edilen topraklarımızdır. Yanan ormanın yerine
yenisi inşâ edilebilir ama kaybolan topraklarımızın yerine yenisini kazanmamız
için 1 milyon sene beklememiz gerekiyor. İşte CİMER’e bu felâketi de bildirdim,
sonuç kocaman bir sıfır!
Bir
defasında da çok önemli üç proje teklifi yaptım. Burada sadece birisinden
bahsedeceğim…
Tarsus
ilçesinin takriben 30 kilometre kuzeyinde, Torosların eteğinde Hüdainabit yani
kendi kendine yetişmiş binlerce zeytin ağacı bulunuyor. Mevcût durumda
bunlardan bir kuruş dahi gelir elde edilmiyor. Hâlbuki bu bir servet, büyük bir
hazînedir. Buraya uygulanacak entegre bir ihya projesiyle üç dört yıl içinde
elde edilecek zeytinyağının miktarı, tankerlerle yahut bir boru hattıyla Mersin
Limanı’na taşınacak kadar bol olacaktır. Ancak bu, ya büyük sermaye ya da
devlet eliyle gerçekleştirilebilecek çapta bir proje olmak zorundadır.
Bunu
teklif ettim. Yolunu da anlattım. Mersin’in ve Tarsus’un Tarım teşkilâtlarında
işsizlikten uyuklayan, esneyen bir sürü ziraat mühendisi var. Bu durumdan bu
insanlar da hoşnut değillerdir. Görev verildiği takdirde en iyi şekilde
yapacaklarını biliyorum. “Tarım İl
Müdürlüğü bir ön çalışma yaptırıp bir rapor hazırlatsın, bilâhare bu raporun
ışığında daha sofistike bir proje hazırlanır, özel sektörün beğenisine de
sunulabilir” şeklinde ifadede bulundum.
İki
yıldan fazla oldu, hiçbir teklifime karşı olumlu ya da olumsuz bir cevap
alabilmiş değilim.
Askerî
kurumlarda “Takip ve Kontrol” diye bir sistem vardır. Verilen bir emir yahut
talimat kendi kaderine terk edilmez, uygulanması sonuna kadar takip edilir ve
illâ ki uygulanır.
Kaliteli
hizmet sunan bazı özel sektör kuruluşları da bu sistemi mükemmel uyguluyorlar. Arabamın
bakımını yaptırdıktan sonra her defasında servisin İstanbul’daki genel
müdürlüğünden aranıyorum ve aldığım hizmetin kalitesini bir notla
değerlendirmem isteniyor.
Dün
eşimi Tarsus’taki Özel Medical Park Hastanesi’ne götürdüm. Mükemmeldi.
Tedavimizi olup mutlu bir şekilde evimize döndük. Birkaç saat sonra
İstanbul’daki genel müdürlüklerinden aranıp memnuniyetimiz hakkında bilgi
istendi.
Şayet
devlet bürokrasisinde de bu sistem uygulanabilse, herhâlde kamu hizmetlerinde
büyük ölçüde bir iyileşme sağlanabilir. Uygulanması için bir engel olduğunu
sanmıyorum, yeter ki istensin. Ama bunu da ancak zavallı Yalnız Adam Tayyip Bey
düşünüp talimat verecek, etrafındaki hazır yiyiciler de “Sayın Cumhurbaşkanımızın talimatı uyarınca şunu şöyle yapacağız,
bunu böyle yapacağız…” diye övünecekler.