Bu bir mucize!

Dünyaya üşüşmüş kargalar gibiyiz. Suları sömüren, toprağı hoyratça tüketen, hep isteyen, hep acılarını arsızca hiçe sayan bir istilacı sürüsü gibiyiz. Bunlar benim uydu görüntülerim. “Manevî bir fotoğrafçıyım” desem, tam yerini bulur cümlem! Bir masal yazıyorum şu an. Bu, hesaplanamayan bir zamanda Tanrı’nın aklında belirmiş…

BİR varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde… Prenseslerin, cadıların, perilerin yerinde yeller esiyormuş. Anka kuşu, Kafdağı’nın ardında kaybolup gitmiş. Sanki iki ihtimâl kalmış yeryüzünde: Biri yazı, öteki tura… İkisi de paranın iki yüzünde duruyormuş. Bir iyilik, bir kötülük ihtimâli kalmamış kalpte. Çocuk, yerde bulduğu parayı hemen cebine atmış. Ve mutlulukla harcamış, eve getirip annesine sormamış, nasılsa her şekilde o para onunmuş. Kimi haklı, kimi haksız değilmiş; bir tek ihtimâl varmış, herkes kendini haklı bulurmuş.

Dünya ve ahiret tercihi kalmamış akıllarda, tek tercihle “dünya” revaçtaymış. Fizik ve ötesi yokmuş meselâ. Sadece fizik kalmış. Olağanüstünün yerini sadece olağan almış. Kimselerin mantığı mucizelere yetmezmiş. Parsel parsel bölünmüş dünya, milimetrekarelere hem de… Hücre çözülmüş, atom bölünmüş, sanki gizlisi saklısı kalmayan dünyayı insanlar işgal etmiş. Bir tanrı ihtimâli kalmamış velhasıl. Bilimsel buluşlar, yeni trendler, uydu hâkimiyeti büyüleyici bir güç bağışlamış o zamanın insanlarına. Herkes kendi egosunun mükemmel bekçisi olmuş. Kimseye söz söyletmezmiş, kendi değerini fark etmiş insan. Artık her istediğini yemeli, içmeli, giymeliymiş. Dünya onun ayakları altına serilmiş bir kırmızı halıyken, üzerinden mutlaka yürümeliymiş.

“Kesinlikle, yarın oradayım!”, “Haftaya mutlaka görüşelim” cümleleri havada uçuşurken, ani ölümlere siyah gözlük, şık bir cenaze töreni ve bir öğleden sonralık yas yetiyormuş. Hayat, kaçırılmaması gereken bir fırsat olup çıkmış. Kararlılıkla dönen güneş ve dünya, hızla dönen tekerlekler, hızla uçan uçaklar, bir tek ekranda hızla akan görüntüler, hızla paylaşılan fotoğraflar, videolar… Kalbin içindeki en kuytu köşelerde horlanan, bastırılan olanca duygu yakarak ve yıkarak devleşmiş, kıymetlenmiş.

Göz, sadece gördüğüne inanır olmuş. Hiçbir kulağın hiçbir dile inancı kalmamış. Tabiî Kutsal Kitaplar, “Ne olur ne olmaz!” diye hâlâ raflarda ve ana kartlarda saklanıyormuş…

Bir gece uyku tutmamış bir gözü. “Of! Ne yapsam, ne etsem?” derken sadece öylesine açmış sayfalarını: “İsa babasızmış, vay canına! Nasıl olur, doğar doğmaz konuşmuş… Olacak şey değil! Tur dağı havaya kalkmış, Belkıs’ın tahtı göz açıp kapamadan yer değiştirmiş. Zülkarneyn demir ve bakırdan set yapmış. Ad, Semud ve Lut kavminin başına gelenler… Yok, daha neler! İnsan taşa mı döner canım?! Bu bilimsel değil… Ebabil kuşları pişmiş taşları ne diye atsın ki? Hepsi kuş işte! Şeytan mı, cin mi, onlar da ne? Böyle bir zamanda, böyle uçuk kaçık kavramları açıklamak bile çok gereksiz. Tabiî ki Müslümanız, buna eminim de… Bu okuduklarım son derece havada kalıyor. Sanki hepsi fizik ötesi, bilim dışı... ‘Mucize’ falan diyorlar bunlara ama… Mucizelere inanmak çok demode geliyor. Yine de çok düşünmeye gerek yok, sonuçta bu kitap insana huzur veriyor, öpüp yerine kaldırayım bari, zaten epey uykum var…”

O gözler uyumuş Kitabı kapatıp rafa kaldırdıktan sonra.

“Gerçekten de dağlar pamuk gibi atılacak mıymış, güneş sönüp yıldızlar mı dökülecekmiş? Şu sahillerinde yüzüp eğlendiğimiz denizler mi kaynatılacakmış? Aslında bu ölenler yine mi dirilecekmiş? Yok, daha neler! Bunlar mucize ya!”

İhtiras dolu, yalan dolu, öfke ve intikam dolu kalplerimizle saldıran, öldüren, yok eden, yakan, kavuran… Akşam, Kutsal Kitabını kucaklayıp sabah başka şeylere taparken buluyor insan kendini. Cennet inanılmaz geliyor, cehennem imkânsız gibi…

Biz, insan olarak egolarımızı keşfedip şımartırken, dev insanlık öldü, vücudu çürüdü ve hücrelerine ayrıldı sanki. İnsanlık tek bir ruhken, esti, savruldu, darmadağın oldu.

Dünyaya üşüşmüş kargalar gibiyiz. Suları sömüren, toprağı hoyratça tüketen, hep isteyen, hep acılarını arsızca hiçe sayan bir istilacı sürüsü gibiyiz. Bunlar benim uydu görüntülerim. “Manevî bir fotoğrafçıyım” desem, tam yerini bulur cümlem! Bir masal yazıyorum şu an. Bu, hesaplanamayan bir zamanda Tanrı’nın aklında belirmiş. Aşkın mucizesi sonucu büyük bir patlama olmuş. Dev bir havai fişek gösterisi yapmış Tanrı kendine. Bir masal böyle başlamış. Bir yokmuş, bir varmış artık her şey…

Aşkın alevleri soğudukça ve döndükçe, evren ortaya çıkmış. Tanrı’nın avuçlarında parlayan eşsiz eser dönmeye devam etmiş. Ve mavi dünyanın serenatı başlamış. Güneş ışık dansıyla saçlarını savururken, ay güzel hareler yayıyormuş. Yıldızlar dizilmişler bir gerdanlık gibi. Ve Tanrı aklında çoktan yerini almış olan Âdem kurulmuş dünyaya. Haris kıskançlıktan çıldırmış olsa da, her şey yerli yerindeymiş Tanrı aklında. Pamuk Prenses olan Havva yemiş cadının elinden sulu ve tatlı elmayı…

O gün bugündür, dünya hep mucize olarak boşlukta dönmüş. İçinde olup bitenlerin hepsi olağanüstü şekilde güzelmiş. Hâlbuki olağan zannediyorlarmış insanlar her şeyi. Fiziğin varlığına sebep olan, ötesine de sebep olabilirmiş aslında. İlk tasarlayan, ilk yaratan, öldürüp tekrar yaratabilirmiş. O, kendine “Allah” adını yakıştırmış.

Dağları yükselten, isteyince pamuk gibi dağıtabilirmiş; denizlerin kaynaması ve dalgalanması, güneşin yanması kadar sönmesi de doğal ve olağanmış. Yûsuf’un gerçekleşen rüyaları, bu masalı tamamen kendi kalemiyle Allah’ın yazdığına delilmiş.

İki ihtimâlin hep olmasını isterim dünyada. Çünkü cennet ve cehennem, iki ihtimâlden sonra var olmuşlar. Madde bir mucizedir benim gözümde. Mânâ da öyle… Kötülük, bir ihtimâldir insan kalbinde ama iyilik de öyle. Dünya bir mekândır insan bedenine, ama ahiret de öyle. Ben, bilimin baştan ayağa bir mucize olduğuna inanırım. Ve ben, mucizelere de inanırım.

Benim masalım da bu, gerçeğim de!

Bir yokmuş, bir varmış… Evvel zaman içinde bir dünya varmış…