BİR varmış, bir
yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde… Prenseslerin, cadıların, perilerin
yerinde yeller esiyormuş. Anka kuşu, Kafdağı’nın ardında kaybolup gitmiş. Sanki
iki ihtimâl kalmış yeryüzünde: Biri yazı, öteki tura… İkisi de paranın iki
yüzünde duruyormuş. Bir iyilik, bir kötülük ihtimâli kalmamış kalpte. Çocuk,
yerde bulduğu parayı hemen cebine atmış. Ve mutlulukla harcamış, eve getirip
annesine sormamış, nasılsa her şekilde o para onunmuş. Kimi haklı, kimi haksız
değilmiş; bir tek ihtimâl varmış, herkes kendini haklı bulurmuş.
Dünya
ve ahiret tercihi kalmamış akıllarda, tek tercihle “dünya” revaçtaymış. Fizik
ve ötesi yokmuş meselâ. Sadece fizik kalmış. Olağanüstünün yerini sadece olağan
almış. Kimselerin mantığı mucizelere yetmezmiş. Parsel parsel bölünmüş dünya,
milimetrekarelere hem de… Hücre çözülmüş, atom bölünmüş, sanki gizlisi saklısı
kalmayan dünyayı insanlar işgal etmiş. Bir tanrı ihtimâli kalmamış velhasıl.
Bilimsel buluşlar, yeni trendler, uydu hâkimiyeti büyüleyici bir güç bağışlamış
o zamanın insanlarına. Herkes kendi egosunun mükemmel bekçisi olmuş. Kimseye
söz söyletmezmiş, kendi değerini fark etmiş insan. Artık her istediğini yemeli,
içmeli, giymeliymiş. Dünya onun ayakları altına serilmiş bir kırmızı halıyken,
üzerinden mutlaka yürümeliymiş.
“Kesinlikle,
yarın oradayım!”, “Haftaya mutlaka görüşelim” cümleleri havada uçuşurken, ani
ölümlere siyah gözlük, şık bir cenaze töreni ve bir öğleden sonralık yas
yetiyormuş. Hayat, kaçırılmaması gereken bir fırsat olup çıkmış. Kararlılıkla
dönen güneş ve dünya, hızla dönen tekerlekler, hızla uçan uçaklar, bir tek
ekranda hızla akan görüntüler, hızla paylaşılan fotoğraflar, videolar… Kalbin içindeki
en kuytu köşelerde horlanan, bastırılan olanca duygu yakarak ve yıkarak
devleşmiş, kıymetlenmiş.
Göz,
sadece gördüğüne inanır olmuş. Hiçbir kulağın hiçbir dile inancı kalmamış. Tabiî
Kutsal Kitaplar, “Ne olur ne olmaz!” diye hâlâ raflarda ve ana kartlarda
saklanıyormuş…
Bir
gece uyku tutmamış bir gözü. “Of! Ne yapsam, ne etsem?” derken sadece öylesine
açmış sayfalarını: “İsa babasızmış, vay canına! Nasıl olur, doğar doğmaz
konuşmuş… Olacak şey değil! Tur dağı havaya kalkmış, Belkıs’ın tahtı göz açıp
kapamadan yer değiştirmiş. Zülkarneyn demir ve bakırdan set yapmış. Ad, Semud
ve Lut kavminin başına gelenler… Yok, daha neler! İnsan taşa mı döner canım?!
Bu bilimsel değil… Ebabil kuşları pişmiş taşları ne diye atsın ki? Hepsi kuş
işte! Şeytan mı, cin mi, onlar da ne? Böyle bir zamanda, böyle uçuk kaçık
kavramları açıklamak bile çok gereksiz. Tabiî ki Müslümanız, buna eminim de… Bu
okuduklarım son derece havada kalıyor. Sanki hepsi fizik ötesi, bilim dışı... ‘Mucize’
falan diyorlar bunlara ama… Mucizelere inanmak çok demode geliyor. Yine de çok
düşünmeye gerek yok, sonuçta bu kitap insana huzur veriyor, öpüp yerine
kaldırayım bari, zaten epey uykum var…”
O
gözler uyumuş Kitabı kapatıp rafa kaldırdıktan sonra.
“Gerçekten
de dağlar pamuk gibi atılacak mıymış, güneş sönüp yıldızlar mı dökülecekmiş? Şu
sahillerinde yüzüp eğlendiğimiz denizler mi kaynatılacakmış? Aslında bu ölenler
yine mi dirilecekmiş? Yok, daha neler! Bunlar mucize ya!”
İhtiras
dolu, yalan dolu, öfke ve intikam dolu kalplerimizle saldıran, öldüren, yok
eden, yakan, kavuran… Akşam, Kutsal Kitabını kucaklayıp sabah başka şeylere
taparken buluyor insan kendini. Cennet inanılmaz geliyor, cehennem imkânsız
gibi…
Biz,
insan olarak egolarımızı keşfedip şımartırken, dev insanlık öldü, vücudu çürüdü
ve hücrelerine ayrıldı sanki. İnsanlık tek bir ruhken, esti, savruldu,
darmadağın oldu.
Dünyaya
üşüşmüş kargalar gibiyiz. Suları sömüren, toprağı hoyratça tüketen, hep
isteyen, hep acılarını arsızca hiçe sayan bir istilacı sürüsü gibiyiz. Bunlar
benim uydu görüntülerim. “Manevî bir fotoğrafçıyım” desem, tam yerini bulur
cümlem! Bir masal yazıyorum şu an. Bu, hesaplanamayan bir zamanda Tanrı’nın
aklında belirmiş. Aşkın mucizesi sonucu büyük bir patlama olmuş. Dev bir havai
fişek gösterisi yapmış Tanrı kendine. Bir masal böyle başlamış. Bir yokmuş, bir
varmış artık her şey…
Aşkın
alevleri soğudukça ve döndükçe, evren ortaya çıkmış. Tanrı’nın avuçlarında
parlayan eşsiz eser dönmeye devam etmiş. Ve mavi dünyanın serenatı başlamış.
Güneş ışık dansıyla saçlarını savururken, ay güzel hareler yayıyormuş.
Yıldızlar dizilmişler bir gerdanlık gibi. Ve Tanrı aklında çoktan yerini almış
olan Âdem kurulmuş dünyaya. Haris kıskançlıktan çıldırmış olsa da, her şey
yerli yerindeymiş Tanrı aklında. Pamuk Prenses olan Havva yemiş cadının elinden
sulu ve tatlı elmayı…
O
gün bugündür, dünya hep mucize olarak boşlukta dönmüş. İçinde olup bitenlerin
hepsi olağanüstü şekilde güzelmiş. Hâlbuki olağan zannediyorlarmış insanlar her
şeyi. Fiziğin varlığına sebep olan, ötesine de sebep olabilirmiş aslında. İlk
tasarlayan, ilk yaratan, öldürüp tekrar yaratabilirmiş. O, kendine “Allah” adını
yakıştırmış.
Dağları
yükselten, isteyince pamuk gibi dağıtabilirmiş; denizlerin kaynaması ve dalgalanması,
güneşin yanması kadar sönmesi de doğal ve olağanmış. Yûsuf’un gerçekleşen rüyaları,
bu masalı tamamen kendi kalemiyle Allah’ın yazdığına delilmiş.
İki
ihtimâlin hep olmasını isterim dünyada. Çünkü cennet ve cehennem, iki ihtimâlden
sonra var olmuşlar. Madde bir mucizedir benim gözümde. Mânâ da öyle… Kötülük,
bir ihtimâldir insan kalbinde ama iyilik de öyle. Dünya bir mekândır insan
bedenine, ama ahiret de öyle. Ben, bilimin baştan ayağa bir mucize olduğuna
inanırım. Ve ben, mucizelere de inanırım.
Benim
masalım da bu, gerçeğim de!
Bir
yokmuş, bir varmış… Evvel zaman içinde bir dünya varmış…