Bu âlemden bir Yusuf geçti

O sadece “Yusuf” olmanın yolunda, istikamet üzere yürüdü. Dünya ise “Yusuf” olanlar ile Yusufları arayanların arasında dönüp duran bir zamandı…

KATILA katıla atılan kahkahalar herkesin o anlık keyfinin meydana yayılan yankılarıydı. Bu durumdan keyif yerine ecir devşirmeye çalışanlarsa bir tabak çorba, bir somun ekmek ya da yatacak bir mekân tedarik etmenin derdini çekiyordu.

O, olduğu ortamda bazen bir rüzgâr, bazen de yağmur gibiydi. Bir gelirdi, sonra aylarca yüzünü gören olmazdı. Bazı kavgalarda hakaretin satır başı, bazen aşağılamanın en isabetli nişanı... Çocuklar babalarının, dedelerinin yanında zamanın durağan hâlini yaşardı onu seyrederken, fakat yalnız gördüklerinde nefes dahi almayı unutup, ayak tabanlarının bacaklarını döve döve kaçışlarının startını verirdi âdeta.

Annesinin canını sıkan miniklerin susturulması içinse en kolay ve kesin yoldu. “Seni Yusuf’a veririm!” cümlesi, sakinleştirici etkinin yanında büyük korkuların da duvarlarını örerdi. Nedendi onunla ilgili bu kadar tevatür? Sorsanız herkes biliyor, bildikleri kadarının eminliğinden, bilmediklerinin körlüğünde oyalanıp duruyordu. İnsan da zaten çoğu zaman bu körlüklerin “avı” olmuyor muydu?

O canım “delikanlılar” gece kahvehaneden eve giderken karşısına aniden çıkmasın diye her adımını “Bismillah” zikriyle atıyor, “Ah o ne veli bir dostmuş ki sana Hakk’ı hatırlatıyor!” diyen olmuyor değildi hani. İşte buradan bir hikmet gözeten kalender yürekliler, onun “sırlar âleminin” bir parçası olduğu kanaatiyle en hatırlı misafirleri gibi ağırlamaya gayret ediyorlardı.

Belki hiç tartıya çıkmamıştı fakat göz tahminiyle söylenecek olursa yüz yüz yirmi kilo ağırlığında vardı. Boyu uzuna yakındı. Kilosunun sağladığı katkıyla da oldukça heybetli gösteriyordu. Kırklı yaşlarını sürüyor gibiydi; belki daha gençti ama yaşamının yükü birçok konuda olduğu gibi bu konuda da yanıltıyor olabilirdi. Gözleri yemyeşildi. Kimi çimen yeşili, kimi kına yeşili diye ısrar ederdi fakat ışığın etkisi tüm iddia sahiplerinin tezini boşa çıkarırdı. Pos bıyıklıydı. Sakallarını kestiren hayırseverler olurdu ama bıyıklarına asla dokundurtmazdı.

Pantolonunun belindeki kemer (!) ne deri, ne de meşin olmuştu herhangi bir zaman. Dokuma bir malzemeden de... Onun kemeri ya bir kumaş parçasından yırtılmış uzun bir şeritti veya kalınca bir ipten ibaretti sadece. Kemerini göbeğinin altından irice bir düğüm atarak bağladığından, şişman göbeği çoğu defa açık olurdu. Yazları belki ama kışın dondurucu soğuklarında görenleri “Vah vah!” dedirtecek, bir acıma duygusunu uyandıracak türdendi. Kafasına tığla örülmüş bir fes, ara ara da kasket takardı. Ceketinin kollarını zorlasak dirseklerinin biraz aşağısında bitiyor diyebiliriz. İçine giyindiği el örmesi süveterin bel kısmı göbeğinin üstünde, göğsü ise ilmeklerinden kopan bir tanesinin elebaşılığını yaptığı, belirgin sökülmelerin olduğu, yaz kış hiç çıkarmadığı kıyafetlerindendi.

Ah o ayakları! Çoraplı çorapsız, “cizlavit lastiğinden” imâl edilmiş ayakkabılarıyla gezdirirdi o koca vücudu diyar diyar. Boynuna taktığı uzunca bir urganın etrafına dizili tespih, çakı bıçağı, yırtık kumaş parçaları, oradan buradan toplanmış orlon ipliklerden oluşan bu heyula halka, hacimli bir “kolyeyi” andırır türdendi. O kolye miydi yoksa hayatına dâhil etmeye çalıştığı kayıp parçaları? Maalesef onu ancak şimdilerde anlamlandırmaya çalışıyorum. Koca vücuduna bir de bu görüntüyü dâhil edince, çocukların korkması çok normaldi aslında.

Elindeki değneği, ağzındaki cigarası bu görüntüyü tamamlayan bütünün küçük parçalarıydı. Çok fazla konuşmazdı. Ara sıra ona sorulan sorulara tek verdiği cevap, “Sele gitti sele!” olurdu. “Neredeydin, aç mısın, hasta mısın?” türevindeki tüm soruların cevabı: “Sele gitti sele!”

Bu dünyada ona taksim edilen, iki kelime, bir cümleden ibaretti sadece.

Bu garip seyyah, kirli bir çuvalın içine koyduğu yastığı ve ince şiltesiyle selâmsız sabahsız dolaşır, bazen bir cami köşesinde, bazen bir evin merdiven altında yatar, sonra da uzunca bir zaman görünmez olurdu.

Bazı kişilerin aynı anda birkaç yerde olduğuna dair masalsı anlatımlarına konu olan bu kişinin adı “Yusuf” idi. Yaşadığı bölgede köyünün ismiyle tanımlanır Yusuf’un adı. Onun adı, Yusufî bir yalnızlığın, Yusufça bir kayboluşun başka şekli mi, aldığı ismin kaderine yansıyan izdüşümü mü, bu da etrafını ve vakaları mânâ cihetinden seyredenlerin izahına muhtaç bir yorum sanırım. Fakat onun hikâyesini ve tezahürlerini dinlerken tek pencere açılıyor gibiydi gönülden seyredenlere. O seyre ise tayy-i mekân ve tayy-i zamanın sahnelerinden parçalar yansıyordu.   

Yusuf henüz çocukken (yaygın kanaatlere göre altı yedi yaşlarında) yaşadığı köyde şiddetli bahar yağmurları ve büyük bir sel afetine sebep oluyor. Anne ve babasıyla bu afete yakalanan Yusuf, o yaşta, gözlerinin önünde anne ve babasının sel sularına kapıldıklarını gördükten sonra başlıyor menkıbe gibi anlatılan hayatı. Bu olaydan sonra Yusuf susuyor ve beklenen standartların dışında, belki de üstünde seyreden bir hikâyenin kahramanı oluyor.

Çoğu kahvehane önü, cami avlusu ve hanım sohbetlerinin konusu sıklıkla Yusuf oluyordu. Bu sohbetlerde onun “Allah dostu” olduğunu işaret edecek olaylar hayretle dinlenilirdi. Onun hâlinden kendini sorgulayarak tövbe edenler kadar burun kıvıranlar da olmuyor değildi elbette. Başına bir musibet gelen, yakınını uzun yola yolcu eden, çocuğu hastalanan derhâl başının üzerinden bir somun ekmek çevirip Yusuf’a yetiştiriyordu. Öyle ki, Hacca giden esnaftan biri, onu Kâbe’yi tavaf ederken gördüğünü yeminlerin şahitliğinde anlatıyordu. Gurbette çalışan bir işçiyse annesinin hasta olduğu haberini İstanbul’da ondan aldığını söylüyor, memlekete döndüğünde ise annesinin ölüm döşeğinde bulduğunu hayret cümleleriyle naklediyordu.

Bu durumdan gayet etkilenen bazısı, “Bi’ gün bi’ yerde çarpılırız alimallah, uğraşmayalım şu gariple!” diye hâllerinden ricat ediyordu. Aynı gün, ayrı ayrı köylerdeki camilerde Cuma namazı kıldığına tanık olanlar Kur’ân-ı Kerim’e el basarak anlatıyor, meclisteki cemaat bu durumun etkisiyle hâlden hâle geçiyordu. Kimisi için “deli”, kimisi için ise “veli” idi Yusuf. Orasını Allah bilirdi elbette.

Yusuf’un ne olduğunun bu kadar merakına düşenlerden ne kadarı onun hem ecir, hem eza kisvesine bürünerek dolaşıyor olduğuyla ilgileniyordu acaba? Yusuf’un karara bağlanmış hayatını başka gözle seyredenler bu imkânı değerlendirmenin lezzetini öyle derinden tadıyor, bu nimetten pay almaya öyle gayretkâr kesiliyorlardı ki onlar için sîretin surette gizlenmiş ikramı oluyordu Yusuf.

Aradan yıllar geçti ve bu sürede Yusuf devridaimine devam etti. Bu devirde onun herkesi şaşırtan hâdiseleriyse kulaktan kulağa anlatıldı durdu. Bir gün bu garip yolcunun göçtüğü ve bu hâl üzereyken, “Dünya, kayıpların atıldığı bir dipsiz kuyu; ben o dipsiz kuyuda ipimi boynumdan hiç çıkarmadım” dediği nakledildi.

“Yusuf” olmak için bir Kenan diyarı, bir dipsiz kuyu, bir de Mısır sultanlığı şarttı. Fakat Yusuf’u dipsiz kuyulardayken görecek bir de “göz” lâzımdı. Ne köle pazarları onun sultanlığını çaldı, ne de zindanlar onun Yusufluğuna zor geldi.

O sadece “Yusuf” olmanın yolunda, istikamet üzere yürüdü. Dünya ise “Yusuf” olanlar ile Yusufları arayanların arasında dönüp duran bir zamandı…