Brütüsleşen Bülentler

Az kaldı, çok az kaldı… Ha gayret, biraz daha cesaret! Muhalefetin kayığına binmenize çok az kaldı Sayın Arınç. Zâten fiilî olarak bindiniz de, iş resmiyete kaldı. Zâten muhalefete olan güzellemelerinizi onlardan hiç eksik etmiyorsunuz, mâşallah!

SİYÂSET ne tuhaf bir uğraş alanı; sanki bir arena!

İçinde sürekli dövüşen gladyatörler… Çıkarlar, menfaatler, ayak oyunları, çelmeler, küfürler, hakaretler, kinler, intikamlar, ihânetler, ihânetler, ihânetler… Brütüsleşen Bülentler, Bülentler, Bülentler…

Roma İmparatoru Sezar senatoda senatörler tarafından bıçaklanırken, ölümcül darbe hiç beklemediği birinden gelmişti. Brütüs’ten… En yakını olan Brütüs’ten!

Sezar sırtından hançeri yerken, bir bakmış ki hançeri vuran Brütüs. İşte o anda tarihe geçecek o meşhur sözü söylemiş: “Sen de mi Brütüs?”

Siyâsetin Brütüsleri elbette çok olur. Zayıf ânınızı yakaladıklarında darbeyi hemen vururlar. Hem de hiç acımadan! Sırtınıza sapladıkları hançeri öyle bir çevirirler ki sizi “ciyak ciyak” bağırtırlar. Onun için “Önce refik, sonra tarik” derler. Yâni yoldan önce yol arkadaşı…

Yol arkadaşınızı iyi seçeceksiniz. Son derece güvenilir insanlardan olacak. Ama siz de güven vereceksiniz. Güvenlik ilişkileri tek taraflı olmaz. Aynı Allah Rasûlü’nün “El-Emîn”, yol arkadaşının da “Es-Sıddîk” olması gibi… Bu örnekte de görüldüğü gibi, “önce refîk, sonra tarik”… Rasûl bunu uygulamıştır. İşte o zaman Allah, Rasûl üzerinden mağaradaki arkadaşına, “Üzülme, Allah bizimle beraber!” dedirtmiştir (Tevbe, 40).

“Sünnet, Sünnet” diyenler, gerçekten bu konuda “Sünnet”i hakikî mânâda uyguladılar mı, yoksa “Sünnet” üzerinden kendi hevâ ve heveslerini tatmin etmek için “Sünnet”i istismar mı ettiler? Veya “Sünnet”i yanlış anlayarak tabaktaki yemeğin tamamını yalayıp yutmak, kılık kıyâfet, saç sakal yâni “Sünnet”i kılda mı arayıp bulmaya çalıştılar? İşte temel soru ve sorun budur ya da sorunların tamamının kökeninde bu anlayış yatmaktadır!

Türkçede güzel bir deyim vardır: “Kem âlât ile kemâlât olmaz.” Yâni kötü âletle mükemmel işler yapılamaz. Başka bir deyişle, yufka yüreklilerle çetin yollar aşılamaz!

İyi de, gidilen yol yanlış, yöntem yanlış, pusula yanlış, kılavuz yanlış, yol arkadaşı da güvenilmez ise o zaman ne olacak? Ya da âletlerin tamamı kırık, dökük, bozuk ise, sağlam işler nasıl yapılacak? İşte işin en kötü tarafı da bu ya!

Yol doğru (Sırât-ı Müstakîm), yöntem doğru, pusula doğru, menzil doğru, yol arkadaşı doğru, kılavuz (İbrahim, Yusuf, Mûsâ, Muhammed, selâm onların üzerine olsun) da doğru ise, işte o zaman sonuç da doğru olur ve başarı kendiliğinden gelir. Ama bu sayılanlar gerçekten doğru olacak, yalancıktan doğruymuş gibi gösterilerek millete yutturulmayacak.

Varsayalım ki, Sayın Cumhurbaşkanı özünde iyi, doğru ve samimi. Peki, ya seçtiği yol arkadaşları? Abdullah Gül, Bülent Arınç, Ahmet Davutoğlu, Ali Babacan, Abdülatif Şener ve diğerleri… İlk başlardaki FETÖ’yü daha saymıyorum. Yine atadığı ve sonradan hüsrana uğradığı bakan, bakan yardımcısı, büyükelçi, rektör gibi kimi üst düzey yöneticileri de saymıyorum.

Bunların çoğu kendisini yarı yolda bırakmadılar mı? Peki, şöyle bir soru sorsak, acaba yanlış mı olur: “Seçilende suç var da seçende yok mudur?” Yâni seçtiği ve uzun süre beraber yürüdüğü bu yol arkadaşları hep yanlış da sadece kendisi mi doğrudur? Seçim tekniğinde ve seçim kriterlerinde hiç hata yok mudur? Veya “Söyle yol arkadaşını, söyleyeyim senin kim olduğunu” denilse, acaba saygı sınırları aşılmış mı olur?

Samimice ve dürüstçe bir özeleştiri yapmanın zamanı hâlâ gelmedi mi? Hep hataları, yanlışları başkalarında mı arayacağız? Kibirden, kibriyattan ne zaman kurtulup da çuvaldızı kendimize batıracağız?

Yoksa Demirel’in dediği gibi, “Beni ne eleştiriyorsunuz? Bu kumaştan ancak böyle bir elbise çıkar!” mı diyorsunuz? Eğer bu söz doğru ise, o zaman işler hepten vahim ve durum hepten kötü demektir. O zaman “Gülüyoruz ağlanacak hâlimize” demektir. Yoksa gerçekten durumumuz böyle midir? Yâni medenîleşemeyen bedevî bir toplum ve İslâmîleşemeyen Müslüman bir toplum… Böyleyse eğer, o zaman vay hâlimize!

Aslında “Brütüsleşen Bülentler” bir sembol, bir metafordur. Bu toplumda ve bu siyâsette o kadar çok Brütüs vardır ki insan gerçekten şaşırıp kalıyor.

Diğer taraftan, “Ben şuyum, buyum, sen daha dünyada yokken ya da kısa pantolonla gezerken ben siyâsetin içindeydim; şu, şu kurumların başında bulundum, benim özgül ağırlığım büyüktür” gibi ifâdeler de ayrı bir kibriyat örneğidir. Siz bakmayın hüzünlü yüz ifâdelerine ve dökülen gözyaşlarına ya da tevâzu seremonilerine, ama şu sözü gerçekten doğrudur: “Majestelerinin gazetecileri…”

Yalnız bu sözün bir eksiği vardır. Müstakbel majestelerin gazetecilerinden hiç dem vurmuyor. Yâni muhalefetteki partilerin kayıtsız şartsız savunuculuğunu ve borazancılığını yapan gazetecilerden hiç bahsetmiyor. Yeri geldiğinde onları övüyor ve göklere çıkarıyor. Eğer iddia ettiği gibi ilkeli ve tutarlı ise, onlara da aynı sözleri söylemesi gerekir. Ayrım yapmadan… Ama her nasılsa onların sözleri pek hoşuna gidiyor.

Ama buna rağmen îma ettiği gazeteciler gerçekten de böyledir. Bunları zâten herkes tanır. Meşhur televizyonların tartışma programlarını yakından izleyin, onların kimler olduğunu rahatlıkla görebilirsiniz. Kayıtsız şartsız destek; hiç eleştiri yok. Bir türlü doğruya doğru, yanlışa da yanlış diyemiyorlar. Öyle ki, çok somut verileri ve göstergeleri olan enflasyon ve hayat pahalılığı konusunda bile…

Bu olumsuz göstergelerin tamamına neredeyse “muhalefetin uydurması” diyecekler. Dillerini hep eğip bükerek memleket sanki güllük gülistanlık havasındaymış gibi konuşuyorlar. Öyle ya, dilin kemiği mi vardır? İşte siyâsî fanatizm, partici partizanlık, çıkarcılık böyle bir şeydir. “Kimin ekmeğini yersen, kimin kayığına binersen onun davulunu çalarsın” sözü var ya, işte tam da böyledir!

Bununla birlikte, çok şahsiyetli ve çok karakterli gazeteciler de vardır. Doğruya doğru, yanlışa da yanlış diyebilen…

Yukarıdaki “Majesteleri” sözündeki “majeste” kavramının kullanımı da çok ilginç. “Majeste” kavramı genelde Avrupa’daki Hıristiyan krallar için kullanılır. Bu sözün kimin için kullanıldığı da belli. İllâ da bir şeye benzeteceksen, bâri geleneklerimize ve siyâsî târihimize daha uygun olan “halife”, “sultan” ya da “padişah”a benzet. Bu tür benzetmeler Müslüman bir idâreci için daha gerçekçi olurdu. Zâten birilerinde târihteki halifelere, sultanlara, padişahlara özlem ve özenti de var. Ama idâre etmekteki sıfatlarını kastediyorsan, o başkadır ve buna başka sıfatlar da eklenebilir.

“Öksürmenin, bağırmanın zamanıdır. ‘Kral çıplak’ demenin vaktidir” diyor Sayın Arınç. Bundan açık söz mü olur? Daha ne desin? Zâten siz öksürünce zelzele oluyor. Siz konuşunca taşlar yerinden oynuyor, ortalık karışıyor. Düzeltene kadar milletin canı çıkıyor.

Az kaldı, çok az kaldı… Ha gayret, biraz daha cesaret! Muhalefetin kayığına binmenize çok az kaldı Sayın Arınç. Zâten fiilî olarak bindiniz de, iş resmiyete kaldı. Zâten muhalefete olan güzellemelerinizi onlardan hiç eksik etmiyorsunuz, mâşallah! Yakında şânınıza ve özgül ağırlığınıza yaraşır bir şekilde size şaşaalı ve şatafatlı bir resmî tören düzenlenirse hiç şaşırmam doğrusu. Şimdiden hayırlı olsun! Başarı dileklerimi lütfen kabûl buyurunuz(!)…

Bir de târihte olduğu gibi şu “Damatlar Olayı” çok ilginç doğrusu. Bakıyorum da, mâlûm örgüt siyâsette, sivil ve askerî bürokraside, iş ve sanat dünyasında, sporda, cemaat ve cemiyetlerdeki üst düzey insanları kendi safına çekmek ve hizmetinde kullanmak için “Damatlar” konusunu nasıl da kullanmış. Şeytanın aklına bile gelmez. Şeytan adına “pes” doğrusu!

Aslında bu konu sosyoloji, sosyal psikoloji, din sosyolojisi, din psikolojisi ve siyâset sosyolojisi açısından multidisipliner olarak akademik seviyede bir doktora çalışmasını hak ediyor doğrusu.

Mâmâfih, FETÖ konusunda bugün üst perdeden konuşanlara ve mangalda kül bırakmayanlara siz bakmayın. Şimdilerde FETÖ’ye güya düşman kesilenlerin neredeyse tamamı, daha düne kadar Fetullah Gülen ve cemaatini (The Cemaat) öve öve bitiremiyor, göklere çıkarıyorlardı. Bunlara “Number One”dan “Number Son”a kadar hemen hemen herkes dâhildi. İnanmayanlar arşivleri ve video kayıtlarını tarayıp görebilirler.

Nâçizâne ben, en az yirmi otuz sene kadar önce bunları keşfetmiştim ve en yakınlarıma, akrabalarıma ve arkadaşlarıma, “Bunlar şeytanla bile koalisyon yapar” demiş ama hiç kimseyi inandıramamıştım. Çünkü o zaman bunlar “melek” gibi görünüyor, görülüyor veya böyle algılanıyordu. Biraz da bazı çevrelerin ve Şark kurnazı insanların işine böyle geliyordu.

Abdullah Gül, Bülent Arınç gibilerin de durumlarını fark etmiştim ama yine aynı şekilde partili partizanlara hiçbir şey anlatamamıştım. Çünkü meseleye ideolojik ve particilik penceresinden bakıyor ve önyargılarla yaklaşıyorlardı. O zaman araları çok iyiydi ve birbirlerine hiç toz kondurmuyorlardı.

Zâten her konuya bu zâviyeden yaklaşırsanız, o zaman hakikatlere hiçbir zaman ulaşamaz ve doğruyu yanlıştan, yanlışı da doğrudan ayırt etmeyi hiçbir zaman beceremezsiniz. Böyle bir bakış açısı size siyahı beyaz, beyazı da siyah olarak gösterir ve siyaha beyaz, beyaza da siyah dedirtir. Bu durum bütün ideolojik ve partici partizan grupları için geçerlidir.

Onun için asıl olan, Allah’ın “Bak” dediği yerden bakmak, “Gör” dediği yerden görmektir. Yoksa hüsran kaçınılmaz olur ve hüsranlarımız hiçbir zaman bitmez, tükenmez maalesef!