GÜNÜ güzel bir Eylül
ikindisi girdi şehre Orhan. Artık hava ne bir Ağustos öğlesi kadar sıcak, ne de
bir Ekim sabahı kadar soğuktu. İçinde kanvas gömleği, kahverengi kolları katlı
ceketi arabanın camından dışarıya umursamazca bırakılmış, rüzgârın esintisini
hissetmekle onurlandırılmıştı…
Görenin
babadan kalma sanacağı eski model Renault arabasının tekerlerinin hızla dönüşü
ile 1989 yılını, kaçıp gittiği bu yere döndürüyordu. Beş yılı aşkın zamandır
görmediği bozkıra keskin bir bakış attı. 21 yaşında bir genç için bu bakış
geçmişe bir sitem, yanında olmasını dilediği insanların olmayışına bir isyandı.
Birkaç dakikadır çatık kaşlarıyla karşısındaki yolu izlediğini fark ederek
irkildi. İfadesini yumuşatarak, idrakine varmadığı bu isyanını çekti semânın
üzerinden.
Bunca
yıl yaşamayı öğrenmeye çalışmıştı. Hâkim bir başarı yahut da başarısızlık
olgusu yoktu. Hayatında neredeyse her şey kendi isteği olmadan ona armağan
edilmişti. Havvâ elmayı görmüş, Âdem elmayı yemiş, Orhan’a ise onların
cehennemi kalmıştı. Hepimiz Âdem ve Havvâ’nın cehenneminde yaşayanlardık. İnsan
yaşamayı dahi tam olarak başaramazken, ondan nasıl binalar yapması, yazılar
yazması, arabalar üretmesi beklenebilirdi?
Benzin
deposunun üzerindeki “Arızalı” ibaresine yalandan bir bakış attı. Yirmi metre
kadar ileride bir benzin istasyonu görünüyordu. Reno’nun eski fakat bakımlı
direksiyonunu çevik bir hareketle kırdı. Benzin kokusunu sevenlerdendi. İçine
derince bir nefes çekerek birkaç beyin hücresini öldürdü önce. Ardındansa bu
düşündüğüne bir gülüş atarak arabadan indi…
Buradan
ayrıldığında henüz bir çocuktu. Orhan’ın çocukluğunu bilenler, onun akıllı bir
çocuk olduğunu dile getirirlerdi. Küçüklüğünde dahi olgun bir çocuk olduğunu
söylerlerdi. Asla büyümüş de küçülmüşlükle anılan bir çocuk olmamıştı. Nerede
nasıl davranacağını hep bilir, karşısındakine saygısını hep korurdu.
Yaşıtlarıyla çok iyi anlaşır, lâkin bununla beraber hep onlardan çok daha
yetişkince fikirlerle çıkagelirdi. Bu uyum, büyükleriyle hoş sohbet
kurabilmesinin de bir göstergesiydi. Tanrısı onu bu yetileriyle dünyaya
göndermişti. Bunun sayesinde üstesinden geldiği pek çok şey oldu.
Akıllılığı
ve karşılaşabileceği her şeye karşı temkinli ve çözüm odaklı duruşu, kendi
ayakları üzerine basmasını sağlamıştı. 11 yaşındayken annesini kaybetmeden önce
dahi böyleydi huyu. 8 yaşındayken yaşayabileceklerinin ihtimâllerini düşünür,
çeşitli durumlar karşısında ne yapabileceğini değerlendirirdi. Örneğin anne ve
babası boşanırsa hangisinin yanında kalacağını, ikisini de kaybederse ona
bakacak olan büyüğünün kim olduğunu ve okul hayatının nasıl şekilleneceğini
düşünmüşlüğü vardı.
Geçtiği
yolları dikkatle izlerdi, yön bilgisi kuvvetli bir çocuktu. O yaşında
teyzesinin ve halasının evinin yolunu öğrenmişti. Arabayla yarım saat
içerisinde gidilecek yolları yürüyerek nasıl gideceğini biliyordu. Babasını
değil fakat annesini kaybetmişti, evet. Ve evet, ona bakan büyüğü, evinin
yolunu ilk ezberlediği teyzesi olmuştu. Ortaokulu, İstanbul’un köylerinden
birini andıran bu şehrin merkezinde okumuştu.
Annesini
kaybedişi ile bu dönemde içine kapanık bir yapıya bürünmeye başlamıştı. Geçtiği
her sokakta babasının onu terk edişini görüyor, her köşe başında bir tanıdığa
rast geliyordu. İnsanların yüzlerindeki anlık acıyışlara, geçici şefkat dolu
gözlere bakmak çok zor geliyordu ona. Hiç tanımadığı o eski komşu Arife teyze,
Bakkal Remzi amca, babasının halası Mevlüde hala, bu yaşadıklarını
atlatabilmesi için Orhan’a hiç imkân vermiyorlardı.
Orhan,
annesi o küçükken ölmüş, babası tarafından ise sahip çıkılmamış bir çocuktu. Ve
hep öyle kalacaktı.
Ortaokulu
bitirip liseye İstanbul’da başladı. Teyzesi onu orada bir başına bırakmayı
istemese de Orhan’ın bu hâlini fark ediyor ve başka bir şehre gitmenin ona iyi
geleceğini görüyordu. Umulan gibi de oldu. İstanbul’da liseye başlayan Orhan,
eski güvenli duruşunu, konuşkanlığını,
iyimserliğini tekrar sırtlanmaya başlamıştı. Teyzesi ona her ne kadar olamayan
kendi oğlu gibi sahip çıkmış, cebinden harçlığını ve önünden azığını eksik
etmemiş olsa da Orhan hem okumak, hem de çalışmak istemiş, 16 yaşındayken
eniştesinin uzak bir tanıdığının yanında, sanayide işe başlamıştı.
Mezuniyetinin iki yıl ardı ile de üniversiteyi Ankara’da kazanmıştı.
Klâsik
aile kavramından uzak büyümesi, hocalarını ve arkadaşlarını kendine aile
bellemesi, küçük yaşta tek başına yolculuk edişleri, üst mâkâmlarla kurması
gereken mecburî iletişimleri, olgunluğu sayesinde hep çok güzel bir rotada
ilerledi. Orhan ve onun gibi ailesiz ve ailesinden uzak büyümüş arkadaşları
hâlâ yaşamayı tam olarak öğrenebilmiş ve başarabilmiş değillerdi, lâkin hayatın
ne olduğunu hiç istemeyecekleri kadar iyi biliyorlardı. Yeri gelince hastanelerde
birbirilerine refakat etmiş, oturup birbirlerini geçmeleri gereken derslere
çalıştırmışlardı. Zaman zaman birbirlerinin şefkat dolu kucağı olmuş, birbirlerine
annelik etmişlerdi. Kimi zaman ise arkalarını kollamış, kendi kendilerinin
büyük ağabeyleri olmuşlardı. Hayatı bilmek ve yaşamak başarısı aynı şeyi işâret
etmezdi, buna rağmen bu güzel çocuklar, en temizinden, kendi ayakları üzerinde
durmayı en âlâ şekilde becerenlerden olmuşlardı…
Elinde
soğuk suyla istasyondan çıktı Orhan. Ağabeylere baş hareketiyle bir “Kolay
gelsin” selâmı vererek koltuğuna yerleşti. Hafifçe öksürerek çalıştı motor,
tekerler anayola doğru dönmeye başladı yavaşça… Bu arabanın her bir parçasını
kendi alın teriyle satın almış, temizlemiş, yenilemişti. Önden asfaltın grisi
kaputun güzel yeşiline eşlik ediyordu. Anneciğinin yanına gitmeden buradan
geçemezdi. İstasyondan az ilerideki mezarlığa uğradıktan sonra yoluna devam
etti...
Orhan,
teyzesini ve eniştesini çok severdi fakat yıllardır bu şehre onları görmek için
dahi gelmemişti. Büyük şehre onu görmeye teyzesi gelir, Orhan’ın şehre
dönmeyişini de saygıyla karşılar, ona anlayış gösterirdi. Teyzesi duymasın,
ayıp olurdu; Orhan, arabasını edindikten sonra her yıl birkaç kez gelip hemen
şehrin girişindeki mezarlıkta yatan annesini ziyaret etmeye başlamıştı…
Önceden
teyzesi, kardeşinin mezarını yemyeşil çimlerle süslemişti. Orhan ise sonradan
ondan habersiz geldiği bir anne ziyaretinde kabre çeşitli çiçekler ekmişti.
Teyzesi onu görmeye geldiği bir seferinde telefonunu çıkartarak, çiçekleri
çektiği fotoğrafları Orhan’a ağlamaklı hâliyle göstermiş, “Bak, Allah bir
hayırsever göndermiş de o ekmiş olacak… Bunlar ablamın en sevdiği çiçeklerdi”
demişti. Orhan ise buruk bir gülümsemeyle teyzesine sarılmış, onu tasdik
etmişti…
Bir
diğerinin bitişi ile radyodan “Mammy
Blue” parçası yükselmeye başladı. Bu şarkıyı çok severdi. Şehrin bozkır
manzaralı yollarında cenaze evine doğru ilerlerken kulağına ilişen bu sözler,
özlemle doldurdu gözlerini: “Ben senin unutulmuş
oğlun olabilirim/ Yirmi bir yaşında tek başına kalmış/ Ne üzücü kendimi evde
bulmak/ Ah anne, ellerini tutabilseydim/ Ve üzgün olduğumu söyleyebilseydim eminim
ki beni anlardın/ Ah anne, şimdi neredesin?/ Tepenin üstünde birlikte
yaşadığımız o ev/ Ölü gibi duruyor, ancak hâlâ orada/ Ve çocukluk günlerimin
anısı/ Zihnimi dolduruyor…”
Derin bir nefes alarak şarkıya keyifle eşlik etmeye başladı Orhan. Eve
varmasına çok az kalmıştı. Kendini gergin ve telâşlı bulmayı beklerken, tam
tersine saygın bir vurdumduymazlık içerisindeydi. Cenaze evine vardığında,
tanıdık simâlarla selâmlaştı. Arife teyze, Remzi amca ve Mevlüde halanın başsağlığı
dileklerini aldı. İnsanlar etrafa ölümün getirdiği malûm hüznün bakışlarını
atıyorlardı. Mutfakta helva yapan bir iki akraba ve onlarla beraber ağlayan
birkaç kişi daha vardı. Kendi ölümlerini ıslak gözlerle düşünen nineler küçük
odada Yasin okuyor, Orhan’ın sırtını sıvazlayan amcalar ise cenaze işlemlerini
hâllediyorlardı.
İşlemler
tamamlandı. Yeşil araç, evin önünden ikindi namazına müteakiben kalktı.
Küçükken arkadaşlarıyla namaza gittiği camide cenaze namazı kılındı. Kabristana
gidildi. Cenaze, iki gün evvel kazılan mezara indirildi. Ne kadar da ağırdı!
Hâlbuki zayıfçaydı. Fakat öyle olacak ki, yıllar önce onun için çoktan ölmüş
olan kişiyi kendi elleriyle sırtlanarak mezara koymak, Orhan’a zor gelmişti.
Alnındaki teri sildi. Kabir kapanır kapanmaz bambaşka birinin cenazesine
gelmişçesine mezarlıktan çıkmaya yeltendi. Cenaze sahibine başsağlığı dilemek
adına etrafa bakındı. Kimseyi göremedi. Ağzında geveleye geveleye birkaç
alışılagelmiş taziye cümlesi kurarak çıkışa yöneldi.
Babasına Allah, rahmet eylesindi…