TARİH, Moğol protiplerinden bir arkaik unsur olarak kaydediyor
onları, işte bu nedenle biz de bu arkaik Moğol kabilesi “Juan Juanlar”dan söz
ederek giriyoruz yazıya.
Onların bir başka ismi de “Avarlar”…
Bu ismin asıl sahipleri, Moğolistan’da, Karakurum etrafında, Ötüken dağlarının
oralarda Turguzlar, Yüeçiler ve diğer Mongolyan boylarla bir arada
dolaşmaktalar bozkırları.
Juan Juanlar ya da Avar Moğollarının
bölgede beraber yaşadıkları arkaik unsurlarla aralarının iyi olduğu söylenemez.
Zira bu kabile mensupları, yerinde duramaz bir genetiğin davranışlarında
harmanlandığı bir soy olarak biliniyor ve bilindiği meşrebin gereğini yapıyorlar.
Yani Juan Juanlar ya da Avar Moğollarının, Orta Asya’nın dişli unsurları
olduklarına tarih şahit.
Sonra bir anda Avrupa’da ortaya
çıkıyorlar sözünü ettiğimiz Avarlar. Ancak tarihçiler, bunların onlar
olmadığını yazıyorlar. Onlar Mongol, bunlar Türk! Türk Avarların Mongol
Avarlarla herhangi bir yakın soy sop ilişkisi olmadığı gibi, hemşehrilik
ilişkisi de yok tarihçilere göre. İlgi şu: İki grup da Asyalı, genel anlamda
akraba olan Bozkırlı toplumun birer parçası ve yakın bir inancın bağlıları… Bu
arada şunu da belirtelim ki, geniş Asya bozkırının doğusunda Moğol Avarları,
batı yakasında da Türk Avarları mukim...
Tarihçiler, Avrupa’da birdenbire
ortaya çıkan Türk Avarların asıl adlarını bilmiyorlar. Bunlar, bir sebepten
ötürü Juan Juanlı Moğolların Avar olan ikinci adlarını takmışlar kendilerine.
Fakat bunun sebebinin ne olduğu hususunda da bilinen bir anlatım yok. Sadece
tahmin: “Juan Juanların güçlü oldukları bir dönemde, onların ‘kıyıcı’ ününden yararlanmak
istemiş olabilirler. Veya yine onların hışmından kaçarken ‘Avar’ adıyla
kamuflaj yapmaya niyet etmiş ve o niyetle Ural dağlarının batısına geçmiş de
olabilirler. Yeni kıtaları Avrupa’da da ‘takma adlarını’ kullanmayı
sürdürmüşler bir bakıma ‘çakma’ Avarlar olarak…”
O devirlerde Uralların batısı, yani Karadeniz’in kuzeyindeki bölge de Türklerin yurdu olarak biliniyor. “Sarışın ve buz gözlü” Türk unsurları burada yaşıyorlar. Bir bakıma Ural dağları, arkaik Türk unsurlarını ikiye ayıran doğal bir sınır görevi görmekte. Nasıl ki silsilenin batısı açık tenli Türklerin yurduysa, aynı hududun doğusunda da esmer ve Brikesefal Bozkırlılar oturmaktalar. Burada parantez içi bir bilgi vermek elzem oldu. Hani denir ya “Türklerin anavatanı Orta Asya’dır”, fakir, bu tarifin çok doğru olduğu kanaatini taşımıyor. Aynı kanaate sahip tarihçilerin olduğu da vaki. Çünkü pek çok kaynak, arkaik Türk unsurlarının “Sibirya taygaları” denilen karla kaplı ormanlıkları işaret ederek, bugünkü Yakutistan’ın onların yaşam alanı olduğunu yazmakta. Hatta “proto-Türkler” diyebileceğimiz bu unsurların attan evvel ren geyiğini evcilleştirdikleri biliniyor. Ve bu kavmin ilk efsanelerinin destansı anlatımı içerisinde, sanıldığının aksine bir “bozkurt”tan değil, “Geyik Ata”dan türediklerine inandıkları yer tutuyor tarihte. Ve ilginçtir, kutsal geyik totemlerine sepnettikleri de yazılanlar arasında.
Onlarınkisi bir “garip’ Hıristiyanlık” idi. Biraz Bayülgen ve biraz İran’dan öğrendikleri Dualist Manicilik’i de içinde barındıran bir İsevilik…
Daha sonra bir sebeple ya da
yeterince çoğaldıkları için taygalardan çıktıkları anda kendilerini buldukları
yer Orta Asya. Bu arada “Sibirya” adının da bir grup Türk’ten ya da en eski Türk
boyları sayılan “Sabarlar” ya da “Sibirler”den geldiği de kayıt altında. Yani
orası, Sibirya olmadan önce Sabarya…
“Türk” diye tarif edilen insan
tipinin ilk hâli sayılabilecek unsurlara ait yeraltı kalıntıları, Milât’tan
birkaç bin yıl öncesine kadar gidiyor ve Ural ile Altay dağları arasındaki
geniş coğrafyada kendini gösteriyor. Güney ise Tanrı dağları ile kuşatılmış
durumda. Bu üç silsilenin sınırladığı havza arasında “Ön Türkler” sayılabilecek
dört ana damar keşfedilmiş durumda: Anav, Afanasyeva, Andronova, Karasuk ve
Tagar damarları...
Bu kültürler birbirinden farklı
özellikler arz ederken, aynı “su basmanı” üzerinden yürüdüklerini de
gizleyemiyorlar. Daha sonra bu kültürel toplulukların üzerinde kendilerine bir
ad veren ve o adla devlet kuran unsurlara rastlanıyor: İskitler, Sakalar ve
Hunlar ile alt Hunlar… Bu ilk oluşumların ardından gelenlerle ilgili bilgiler
daha sabit ve “Türk” adını alarak devam ediyor: “Göktürkler” gibi…
Yukarıda sözü edilen kültür
damarlarından Andronova, Hazar’ın üst ucunu, yani Ural dağlarını kendine merkez
aks kabul edip iki kanat gibi doğu ve batıya açılmakta. Bu açılım, Milât öncesi
birinci bin yıllarında doğuya, güneye ve hususiyetle batıya doğru genişleyerek
bir organizasyon hâlini almış şekilde çıkıyor tarihe ve oraya Herodot, “İskit-Saka
İmparatorluğu” adını veriyor. Karadeniz’in kuzeyindeki stepleri boydan boya
kaplayarak günümüz Romanya’sına dayanan bu bölge, zamanında sürülerine yeni otlaklar
arayan Orta Asyalıların “su yolu” hâlini almış durumda. Sadece sürülerinin peşinde
gidenler değil, orta bölgede başı sıkışan da Uralların batısına atlayarak rahat
nefes alıyor. Zira artık başka kıtada, yani Avrupa’dalar.
İşte Avarlar da Altay Sayan dağları
bölgesinden kalkıp az çok komşu oldukları Mongol Juan Juanların diğer adı olan “Avar”ı
kendilerine etiket yaparak Ural eşiğini geçmiş olmalılar. Tarih 555 ve Milât
arkası…
Bununla birlikte şu bilgiyi de kayda
geçelim: Büyük Hun Devleti, doğu ve batı olarak ikiye ayrıldıktan sonra, batıda
kalan Hunların çok yaşamadığımı yazıyor tarih. Ve Batı Hunlarından önemli bir
parçanın Afganistan üzerinden güneye yöneldiği de tarihin notları arasında.
Bunlara tarihçiler “Ak Hun (Akhun)” ya da “Eftalitler” adını vermekteler. Kimi
tarihçilere göre ülkemizde, Kırşehir etrafında yaşayan “Abdallar”ın da bu
boylardan olma ihtimâlleri var.
Devir, Kavimler Göçü devrinin hareketli
dönemi; yani Akhunların inişiyle birlikte ayağa kalkan ve “İndüstan” bölgesinden
kopan “İndo-Barbaryan kavimler”in hızlı bir şekilde kaça kaça Avrupa'ya
yönelmiş oldukları zaman dilimi... Eftalitleri meydana getiren boylar arasında
bir boy, tarihçilerin dikkatini çekiyor. O boyun adı “Uar”, yani Avar...
Bölgenin akla takla döndüğü o
yüzyıllarda bu kolun, ya Hazar Denizi’nin kuzeyinden ya da güneyinden Ponçik steplerine,
yani bugünkü Rusya Federasyonu bölgesine çıktığını görüyoruz. İşte sözünü
ettiğimiz “buğday benizli, kestane saçlı ve Bayülgen inacına sahip” Batı
Hunlarının bir boyu olan Uarlar bunlar! Ve artık onların adı “Avarlar”…
Eski Uar, yeni Avarların, Kaf dağlarının arkasına çıktıklarında (yani Ponçik eşiğinde) Kafkas boyları ile karşılaşmaları mukadder. İşte bu karşılaştıkları boylardan biri de “Alanlar”!
Türk’ün boyası
Bir başka hususu kaydedelim bu
aralığa. Türk ve artık Avrupalı Avarların, Merkez Asya’dan gelirken yanlarına
aldıkları, koyun, at, “Avar” adı ve Bayülgen inançlarıydı elbette. Yukarıda
sözünü ettiğimiz “dört kültür proto-Türk damar”ının hepsinde olduğu gibi
Avarlar da “Gök”e inanmaktaydılar. Bu nedenle öncelikle mavi renk onlar için de
kutsaldı. Zaten “göğün rengini” yeryüzüne indirip onun boya hâlini bulanlar da
sözünü ettiğimiz “Turkuvaz” kültür unsurlarıydı. Bu nedenle dünyadaki diğer
kavimler bu hakkı teslim etti ve “gök boyası”na “Türk mavisi” ismiyle “Turkuvaz”
dediler zaman içinde.
Doğal hâliyle gökyüzünün ana rengi
maviydi, ancak “sarı renk” de göğe aitti. Başta güneş olmak üzere diğer
gökcisimleri de sarı olmak durumundaydılar. Bu nedenle “sarı” da göğün rengi
gibi kutsaldı ve ilk Türklerde mavi ve sarı renkli giysiler belden aşağı
giyilmez, üst vücutta ve başta taşınırdı ancak. Genel anlamda ise askerî alâmet
olarak taşınan tuğlar sarıya boyanır, “batırak” denilen ve mızraklara bağlanan
kumaş parçaları, yani bayraklar da gök mavisi olurlardı.
Elbette Türk Avarların da batırakları
mavi mavi dalgalanmakta, tuğları altın renkli sim tutamınca esmekteydi. Mavi ve
sarı sadece alâmetlerinde değildi, onların saçlarına örttükleri börkleri güneşe,
omuzlarına attıkları pelerinleriyse göğe benzemekteydi. Zaman içinde Ponçik
bölgesindeki İskityalı Saka kadınlarıyla evlenmelerinin sonucu olarak bazı
çocuklarının vücut renklerinin de kısmen sarıya dönmeye ve gözlerinin
renklenmeye başladığını görmek onları çok sevindiriyor olmalıydı. Yeni nesil
üzerinde kısmen ortaya çıkan bu “akça don”larıyla Avarlar, gittikçe “Kun/Hun”
kavminden çok İskityalıya benzemeye başlamışlardı. Daha yakın bir tarihin
popülasyonu olarak Kıpçaklı, Peçenekli veya Fin-Ogurlular gibi…
İlerleyen zaman içerisinde
kendilerini steplerin “dişe dokunmaya başlayan boyu” hâlinde tescilleyen
Avarların yavaş yavaş şekillenmeye başlayan siyasî organizasyonlarının toplanma
alanı olarak bir “Avar şemsiyesi” kuruluyordu. İşte bir bakıma “boylar ortaklığı”
olan bu Avar müktesebatı, söz konusu şemsiye altında toplaşanlardan oluşacaktı.
Şemsiye altına sığınanlardan istenense “Avar hanedan sülâlesi”ni tanımış ve ona
biat etmiş olmaktı. Zaten ilerleyen zaman içerisinde böyle bir sorun da
yaşanmayacaktı. Çünkü Türk boyları biliyorlardı ki, gün gelir, bir boyun “boy
sülâlesi”, devlet çadırı hacmindeki şemsiyesini açar ve buyur ederdi boydaşlarını.
Bunun kararını veren bir meclis vardı elbet: “Kingeş”… Ve bir kadim gelenek
olarak “Oğuz Ata töresinin sinerjisi”…
Yazısız bir “anayasa” olarak, boylar
ve hatta budunlar üstü bir mana ifade eden “Töre” adil bir kozmik terazi gibi,
kimin hükmeden olacağını ve hükmedenin ağırlığını, red kabul etmez bir
şaşmazlıkla belirlemesiyle ünlüydü. Ya da “Mülk Allah’ın…” dı. O, istediğine
veriyordu işte. Ama verilecek olanın, sunulanı hak etmesi lazımdı. İşte, şimdi
de Batılı tarihçilerin, “Kendilerini sakladı ve bir Moğol kavminin ismini
alarak çıktı tarih sahnesine…” yargısını önemsiz kılarak, Mülkün Yeni Sahibi,
“Kaosun Merkezi”nden fışkırıyorlardı…
Avrupa’daki Türk izleri
Bu yazının başat öznelerinden biri de
“Boynak Beg”… Avar boyunun namlı savaşçılarından birinin komutanı anlamında
işaretliyor tarihçiler onu. Ya da kendi oymağının cengâver beyi… Boynak
Beg’in atlıları Avrupa’ya indiklerinde, onları kendilerine çok da yabancı
olmayan “hemşehriler” karşıladılar: Kendilerinden iki yüzyıl kadar önce kıtaya
gelmiş olan Macarlar, Hungariler ve diğer Atillalılar… Onlarla birlikte
Bulgarlar da oradaydılar.
Macarlar Orta Avrupa’da, Bulgarlar
ise Yukarı Balkan bölgesinin Karadeniz kıyısında oturuyorlardı. Macar ve Bulgar
ülkesiyle Dalmaçya arasındaki bölgede ise Kumanlar ve Peçenekler misali İskit
kalıntıları vardı. Tabiî bu arada “Balkanların efendisi Bizans” idi. Hem de
birkaç yüzyıldan beri… Bu nedenle coğrafyadaki baskın din Hıristiyanlık idi. Bu
dinin Doğu Roma ekolü olan Ortodoksluk da yeni yeni şekillenmekteydi. Orta
Asyalı misafirler ise Gök Tanrı’ya inanan bir kültün sahibi olarak arkaik
Bozkırlılar ya da Ön Türk unsurları şeklinde semavî olduğu söylenen bir dinle
yeni tanışmışlardı, tanışıyorlardı.
Birkaç yüzyıl önce kıtaya inen Bozkırlılar, artık eski Bozkırlılar değillerdi. Bir kısmı Katolizmin, bir kısmı da Ortodoksluğun ilgi ve etki alanına girmişlerdi. Dolayısıyla artık onlar, kendilerini Türk sayan kuşakların sahibi de değillerdi. Ya boylarından yeni bir kavim oluşturmuş ya da genel anlamda Slavların etkisi altına girmiş durumdaydılar.
Boynak Beg ve atlıları
Avarların Ponçikyalı dostları
Alanlar, Bizans İmparatoru’nun ahbabı ve müttefikiydiler. Bu nedenle Avar
Başbuğu Bars Han’ın Alan Kralı Sarosiya’yla yakın ilişkisi mevcuttu. Buna rağmen
Ponçikli Kafkas kabilelerinin, sert mizaçları nedeniyle Avarlarla sürekli bir
çatışma alanı içinde olduklarını iddia ediyor tarihçiler. Bu durum Avarları,
yerleşebilecekleri yeni bir adres aramak zorunda bırakmıştı. Bunun üzerine Bars
Han’ın Alan Kralı’ndan, Bizans Avrupa’sına kabulleri hususunda Bizans
İmparatoru’yla aralarında ricacı olmasını istedi. Alan Kralı bu isteği geri
çevirmedi doğal olarak. Bu sebeple Alanyalı elçi Kandykom, Konstantinapol’e yollandı.
Bazı tarihçilerin dediklerine göre, elçinin yanında Avarlardan bir grup da
vardı. İşte onlar, Boynak Beg’in atlılarıydı!
Yukarıda söylendiği gibi, Avarların
namlı savaşçılarından olan Boynak Beg’in atlılarının bu diplomatik ilişkideki
görevleri, elçi maiyeti olmak ya da “diplomatik korumalık” yapmaktı. Bu görevle
Avrupa’ya ayak bastıklarında, Boynaklılar, rengi kendilerinden çok çok açık
olan “Beni Esver” suretli kabilelerle karşılaştılar. Evet, mavi göz ve sarı
saça Avarlar arasında da rastlanmaktaydı artık, ama bunlar bambaşkalardı.
Doğrusu savaşçılığın alâmet-i
farikası sayılan “gün yanığı suret”, Balkan bölgesi halklarına göre biraz
“Zenci” kaçmaktaydı. Bidayette, Batı Hunlardan kopup güneye yönelen Eftalitler
ya da Akhunlar’ın kabileleri arasında bulunan ve bölgede uzunca bir süre egemen
olduktan sonra “Uar” olan adlarını Avar’a çevirip Kavimler Göçü'nün arkasından
onların izlerine basa basa yollara düştüklerinde, renkleri İranlılar kadar
esmerdi Boynaklıların.
Orada kaldıkları yıllarda, dine dair
bir iki kırıntı da eklemişlerdi Bayülgen inancına. Başka başka ırklar da
tanımışlardı iki yüzyıl önceki hayatlarında. İran’da Bengal coğrafyasına doğru
uzanan İndüstan bölgesi ve indikleri Orta Asya’dan Hint Denizi’ne kadar uzanan
geniş coğrafyada kimler yoktu ki? İndolar, Ariyanlar ve onların melezleri olan
İndo-Aryan ya da İndo-Cermen kabileler...
Daha sonra Avrupa’ya yürüdüklerinde
İndo-Barbaryam adıyla rastladılar, daha önce tanıdıklarının bir kısmına.
Şimdilerde onların da adları çeşitlenerek, nüfusları artmış; kültürleri
farklılaşmış ve garip bir şekilde renkleri açılmıştı.
Boynak Beg’in süvarileri, yanında
yürüyegeldikleri Avaryalı diplomat Kandykom’a sormuşlar mıdır “Bu coğrafyaya
bağlanacak istikbâlimizde acaba bizler de buğday benzimizi ve kestane
saçlarımızı ve ela gözlerimizi kaybedecek, akabinde kutsal gökyüzü renklerine
bürünecek miyiz?” diye? Bilinmez tabiî... Fakat şunu tahmin etmek güç değil:
Evet, Boynak Beg’in oymağı da sarı saçlı ve mavi gözlü olmak isterdi. Yani gök mavisi-turkuaz
ve güneş sarısı… Kutsal boya ile boyanmayı hangi “Bayülgen kült”üne mensup olan
istemezdi ki? Çünkü sadece üst başlarında değil, bedenlerinde de sarı ve gök
boyası taşıyanlar, kutsal bir yolculuğun da başlangıcında sayılırlardı.
Alanyalı elçi Kandykom, arkasında
“Boynak süvarileri” olduğu hâlde Bizans’ın o devirdeki en görkemli şehrine
girdiklerinde, bir kavmin imparatorluk tebası olduğunda yerleşik düzende nasıl
olacaklarını ve ne şekildeki şehirlerde yaşayacaklarını fark etmişlerdi: Taş
döşeli yollar, mermerden yapılı binalar, çok katlı saraylar ve çadır kubbeli
tapınaklar…
Demek ki yerleşik halk böyle bina
ediyordu şehirlerini. Ve onlar, çadır nedir bilmiyorlardı.
Şöyle dedi olağanüstü sarayın mermer
beyazlığında ve renkleri neredeyse kirece dönmüş saray insanlarının arasında
müstesna bir dona sahip olan Kayzerinin önünde baş kırdıktan sonra Kandykom:
“Yüce Vasileas! Sizin huzurunuza çok önemli bir ulusun temsilcileri gelmiştir. Onlar,
düşmanlarınızı kolaylıkla yenecek ve alt edeceklerdir. Bu yüzden onlarla
müttefik olmanız yararınızadır. Üstelik onlar, dünyanın en iyi muhafızlarıdır.”
O sıralar bölgedeki siyasî durumun
karmaşası ise Bizans’ın Avarlarla ittifak kurmasını kolaylaştıracak bir
karakter taşımaktaydı. Ve 558’de imzalar atıldı, parmaklar basıldı. Böylece
Boynaklılar, Avar kavmini devrin Avrupa sınırları içinde yer alacak en büyük
imparatorluklardan birinin sahibi yapacak yola soktular. Hem de üç yüzyıl
sürecek bir yol ve yolculuktu onlarınki…
Alanların tavsiyesiyle kurulan
Avar-Bizans ittifakıyla Balkanlara giriş vizesi aldıklarında Bars Kağan’ın
atlılarının sayısının yirmi bin olduğu sanılmakta. Ve bu yirmi bin savaşçı
ilk savaşlarını, Orta Balkan bölgesinde mukim olan ve Bizans’ı zorlayan bir
grup İndo-Barbaryana karşı yaparak onları dize getirmekte zorlanmadı.
Yazımızın kahramanı Boynak Beg’in
süvarileri Antam kabilesinin yer tuttuğu Kuzey Dalmaçya sahilindeki bölgeye
girdiklerinde kılıçlar sıyrılmış, yaylar gerilmişti. Boynak Beg ve süvarileri
için “çerez” ölçüsündeki kabilenin savaşçıları, Avar kılıcı karşısında pes
edecek an dahi bulamayıp muharabe meydanında bir daha kalkmamak üzere yayıldılar.
Savaş alanına hâkim bir tepede,
görkemli atının sırtında tunç bir heykel gibi kartal bakışlarını dikmiş olan
Başbuğ Boynak’a beklediği haber nihayet ulaştımıştı. Kabilenin tüm erkekleri
yok edilmiş ve geride sadece kadınları kalmıştı. Şimdi soruyordu ordunun
komutanlarından biri: “Begim, ne yapalım kadınları?”
Boynak Başbuğ, onların da öldürülmesini
emretmişti.
Bu emir üzerine savaşçılar, kabile kadınlarının
toplaştıkları sığınağa ulaştıklarında şaşkına döndüler. Zira karşılarında
saçları güneş sarısı, gözleri gök mavisi güzeller duruyordu. Yani saçları ve
gözlerinde güneşin ve göğün kutsal boyasını taşıyan kadınlar… Zaten bu nedenle savaşçıların önüne geçip bu katliamdan
men etti Boynaklı oymağının şamanı. Diyordu ki şaman, “Durun Boynak alpleri, onları
öldüremeyiz! Baksanıza renklerine, onlar Tengri’nin bize armağanları olan
kutsal hediyeler”.
O hâlde ne yapmak lazımdı? Bu sorunun
cevabı olarak, durumun çözümünü de buldu göklerden haber veren şaman:
“Evleneceksiniz onlarla!”
Diyor ki tarihçiler, “O geceden sarı
saç ve mavi gözleriyle göklerden gelen hediyeler anlamındaki kadınların yanına
giren esmer, karayağız Avar savaşçıları, sabahla beraber gök gözlü ve sarı
saçlı, hem de ak benizli müstakbel oğlancıkların babaları olarak çıkacaklardı.
Tıpkı Bayülgen inancının gevşek bağlıları olarak girdikleri çadırlardan Hıristiyan
olarak çıktıkları gibi”.
Evet, gerçekten de tıpkı Boynak
Beg’in atlıları gibi, Bars Kağan’ın halkının tüm savaşçıları gök gözlü, ak
benizli ve sarı saçlı yeni bir kavmin ataları oldular. Bu arada “Bars” olan
adını “Boris” yapan kağan başta olmak üzere, hepsi isimlerini değiştirerek Hıristiyanlaşmışlardı.
Lâkin onlarınkisi bir “garip’ Hıristiyanlık” idi. Biraz Bayülgen ve biraz
İran’dan öğrendikleri Dualist Manicilik’i de içinde barındıran bir İsevilik…
Bu kült ile çevrelerindeki hiçbir
kiliseye kabul ettiremediler kendilerini. Nice zaman sonra sadece bir küçük köy
papazı anladı onları. O papazın adı “Bogomil” idi. Zaman içinde Papaz
Bogomil’in öğretisi, Avarların mezhebi oldu. Kendileri de gide gide “Boşnak”…