ISLAK
bir Bosna akşamında, Ajanda ekibimizle Başçarşı’da Morica Han’a gidiyoruz. Bir
asırlık yaşanmışlığın hatıratına dokunmak için randevumuz var. Evet, yanlış
okumadınız... Tam bir asra şahit olmuş, bir çift göze bakacağız. Yılların iz
bıraktığı yüzü göreceğiz. İlmin, irfanın, hikmetin, sabrın, hüznün ve sevincin
tınısını dinleyeceğiz.
92 yaşında, sadece Bosna’nın değil, bütün
Balkanların yazgısına yaşayarak şahit olmuş Nimet Teyze ile görüşeceğiz.
İçimizde, bu topraklarda olup biten ne varsa her bir şeyin canlı şahidinden
dinlemenin heyecanı kol geçiyor.
Balkanlarda genç kız olmak, kadın olmak, anne olmak, en önemlisi Boşnak
olmak, savaşın içinden geçip özgürlüğe dokunmak nasıl bir şeymiş öğreneceğiz.
Yaşayanından, yaşarken yazgısına ram olanından dinleyeceğiz Bosna’yı ve Bosna’da
yaşamanın bedelini. Büyük kefaretlerin ödendiği, Batı coğrafyasında kiliselere,
sinagoglara, şapellere, bazilikalara, İslam’ın kucaklayıcı özelliği ile tahammül
eden ve/fakat Müslüman olmaklığın bedelini ağır ödeyen Boşnakların kurgu değil,
tastamam yaşanmış menkıbelerini dinleyeceğiz.
Morica Han, 1551’de Osmanlı döneminde inşa
edilmiş, taş avlusu, ahşap konaklama odaları ile zamana meydan okurken pek çok
badireye maruz kalmış. Fakat “Yenilgi
yenilgi büyüyen bir zafer vardır” dizesinin şerhi gibi, 464 yıldır dimdik
ayakta kalmayı ve zamanın nefesini içine çekmeyi başarmış bir mekân. O da
nasibini almış, İslâm mimarisini yer yüzünden silmek isteyenlerin zulmünden.
Yaralanmış, yanmış, yakılmış... Ama yıkılmamış...
İşte böylesi uzun ömürlü bir mekânda, yine
uzun ömürlü fakat dimdik ayakta duran Nimet Teyze ile görüşüyoruz. Ahşap
merdivenleri çıkarken muhayyilemizi zorlayan, bildiklerimizle donattığımız bir
düşün içinden geçer gibi hissediyoruz.
“Bu
akşam Boşnak değilim ben, Türk’üm!”
Morica Han’ın geniş salonunda buluşuyoruz
Nimet Teyze ile... “Anlat! Anlat ki,
gözü, kulağı dudağı mühürlü olanlara ulaşsın söylediklerin...” diyoruz.
Nimet Teyze, gözlerinde yaşananların
buğusu, yüzünde yılların yorgunluğu, kalbinde ilmin, irfanın ve ayetlerin
dinginliği ile anlatıyor. Boşnakça aksanına mümkün mertebe dokunmadan onunla
yaptığımız sohbeti sizlere aktarmak da bizim vazifemiz oluyor.
***
Nimet Teyze garsonla Boşnakça konuşuyor.
Ve çayını ince belli bardakta istediğini belirtiyor. Bize hitaben, “Bu akşam
Boşnak değilim ben, Türk’üm!” diyor ve sonra selamımızı alıp “Besmele” çekerek
başlıyor anlatmaya...
“Hoşgeldiniz! Rabbim sizi burada gördükçe
melekler olsun yanımızda...” Gönülden “Amiin” diyoruz bu duasına. O devam
ediyor: “Allah celle şanühü yardım eylesin Ümmeti Muhammed’e (sav). Vaziyetimiz
çok zordur. Diyebilersek iyi yanılmış oluruz. Resul-u Ekrem sormuş Cibrili
Emin’e. ‘Ya Cibril! Benden sonra inecen mi yeryüzüne?’ Cibril Aleyhisselam
demiş ‘10 kere’ Fekat ben 6’sını anlatmayım, anlatayım 4’ünü sadece. ‘İlk defa
ne vakit inersem, senin ümmetinden rahmetini kaldıracağım.’ Kaldırdı da... ‘İkinci
defa ne vakit gelirsem merhametini kaldıracağım.’ Onu da kaldırdı. ‘Üçüncü
vakit inersem bereketini kaldıracağım. Dördüncü vakit inersem ırz ve namusunu
kaldıracağım.’ İşte o vakit geldi... Ben bu vakti bilmezdim. Benim 92 yaşımdır.
Ema bu 4 taneyi niye anlattım? Cebrail Aleysisselam ne vakit onuncu defa gelir,
o vakit bulamayacak, ‘La İlahe İllallah’ diyeni. İnşallah biz ona yetişmesek.
Ee, şimdi anlatayım bunu, çünkü görürüm ki ben, Rabbül Alemin bizden rahmeti,
merhameti, bereketi kaldırdı. Namusu kaldırdı, kaldıracak... O zaman bu
zamandır işte. Hepimiz diyırsak ‘La ilahe illallah’ fekat namaz yok! Bunu
Türkiye’de de gördüm burada da ayni.”
Çaylarımız
“Türkçe” gülümsüyor
Yuvarlak bir masa etrafında gerçekleşen
sohbetin bu ilk cümleleri, ekibimizin yüzlerinde ibret ifadesi oluşturuyor.
Başlar hafif hafif aşağı yukarı salınıyor. İç hesaplaşmamızdan sıyrılıp “Teyzem, bize çocukluğundan söz et,
ailenden, şahit olduklarından söz et” diyorum. Nimet Teyze, ince belli cam
bardakta “Türkçe” gülümseyen çayından bir yudum alıp devam ediyor:
“Ben Türk Osmanlılarındanım, Prizrenliyim.
Bayraklı Cami nerededir, işte orda doğmuşum. Benim babam -canına rahmet- Sultan
Hamid’in paşası. Dolmabahçe’de 13 sene Fevzi Çakmak ve Atatürk ile beraber
tahsil görmüş. Sonra Plevne’ye varmış ve en son Prizren’e memur olarak geri
dönmüş. Ben 1922’de doğmuşum. Cuma günü ezanlar ne vakit Bayraklı Cami’de “Allah-u
Ekber” demiş, beni annem -Canına rahmet- doğurmuş. Elhamdülillah, şimdiyeden
daima secdede olsam yine azdır.
Bir dayımı Karadağlılar vurmuş dükkânında.
Diğer dayım 25 sene kaçmış gavurlardan. Bu arada dedem Türkiye’ye gitmiş. Orada
nenem vefat etmiş. Annem orada evlenmiş, Prizren’e dönmüşler. Belkim yüz yıl
değil ama yakındır bizim Prizren’de hayatımız. Büyük ağalardanmış familyamız. İsterim
anlatayım benim büyük babam Hacı Sadık Aga. Bayraklı Cami’nin minaresi düşse
bizim eve düşerdi. Saygılı bir evdi.”
Buğulu gözleri, geçmişin koridorlarını
izler gibi dalgınlaşıyor Nimet Teyze’nin. Yaşadıkları bir değil ki, Balkan
Harbi’nden, Kosava’da komünizmin tesirine, Tito döneminden Yugoslavya’nın
dağılışına ve derken Sırp, Hırvat mezalimine, savaş sonrası zorluğa, darlığa
şahit olmanın upuzun hatıratları arasından sıyrılıp çocukluğuna dönmenin
yorgunluğuyla gülümsüyor.
Türkçeyi
ve Osmanlı olduğunu unutmuyor
Nimet Teyze 1933 yılında Prizren’den
Trabzon’a geliyor. Hiç unutamayacağı bir şaşkınlık yaşıyor. Çünkü Türkiye’de
ezan o dönemde Türkçe okunuyor. Beş yaşında hatim indirmiş bir çocuk,
minarelerden yükselen sesi, bilmediği bir dilde şarkı söyleniyor sanıyor. “Tanrı
uludur, Tanrı uludur!” nidasının ezan olduğunu öğrenince canı çok yanıyor. 80
yıl saklayacağı bir şaşkınlıkla savruluyor çocuk yüreği. “Ben Kur’an’ın olduğu
yerden geliysık cennetmiş meğer orası, burası cehennem midir?” diye sorduğunu
bugün gibi hatırlıyor. İşte o küçücük yaşında öğreniyor Türkçeyi. Ve ömrü
boyunca hiç unutmuyor. Ne Türkçeyi, ne de Osmanlı olduğunu!
11 yaşında babasının felç geçirmesiyle
birlikte Prizren’e geri dönmek zorunda kalıyorlar. 12 yaşında çarşafa
bürünüyor. Nimet Teyze, 15 yıl çocuk özlemi ile yanan anneciğine ve babacığına
Rabbin bir ikramı olarak bağışlanıyor! O, “Ahmet ile Sadıka kızı Nimet”, kıymetli
mi kıymetli. Evin biriciği...
O dönemde amcası Mürsad Efendi, Prizren Müftüsü...
26 yaşında, memur (kadı) bir genç adam geliyor Priştine’den Prizren’e, adı
Bekir Jahiç. Tuzlalı bir Boşnak. Müftü Mürsad Efendi’ye evlenmek istediğini
söylüyor. İşte yaşamak hikâyesinin belki de en önemli dönemini bakın Nimet
Teyze o Boşnak şivesi ile nasıl anlatıyor:
“Demiş amcam vardır benim amcamın bir kızı, nazlı ve bir tanesidir. Fekat sen onu göremezsin. Subhanallah... Ya kör, ya sakat(sa)... Amentubillah, verseler görmeden alacaksın! Vela havle vela kuvvete... Beni görmeden aldı efendim. 1937’de evlendim. Böyle bir âlimle -rahmet canla- 44 sene, 17 gün, 3 saat yaşadım. Herkese efendi diyemezsin evladım. Benim efendim, daima “Bekir Efendi”. Ben efendimi otururken kabul etmemişim hiç eve. Göndermemişim onu Ayet-el Kursi okumadan. Öyleydi benim hayatım. Şimdi bu gençler ahhh! Halal olsun hep hizmetlerim. Öyle bir hayal geçirdim işte! Fekat Yugoslavya vakti krallıktı oralar. 1940’ta batti Yugoslavya.”
Nimet Teyze, gözlerinde yaşananların buğusu, yüzünde yılların yorgunluğu, kalbinde ilmin, irfanın ve ayetlerin dinginliği ile anlatıyor. Boşnakça aksanına mümkün mertebe dokunmadan onunla yaptığımız sohbeti sizlere aktarmak da bizim vazifemiz oluyor.
Kovulmaya
ramak kala
18 yaşında uzun boylu, renkli gözlü, ince
uzun parmaklı güzel bir Boşnak hanımıdır o yıllarda Nimet Teyze... O dönemde
şeriat ehli olan efendisi camiye namaz kıldırmak için bile giremiyor. Nimet
Teyze’nin ifadesiyle “Kosova Komünist!”, izin verilmiyor. Hatta Nimet Teyze’yi
yakınları tehdit olarak görüyorlar. Ona, “Hacı Nimet, seni kovacaksık burdan”
diyorlar. “Sen, diyirler, ropoganda yapıyorsun. Önce İslam’sın sonra Arnavut!”
İşte bu baskılar yüzünden ayrılıyorlar
“Komünist Kosova”dan Bosna’ya göçüyorlar efendisiyle birlikte. Dört başarılı
çocuğun annesi, 26 torunun ninesi Nimet Teyze... En büyük torunu 50
yaşındaymış. Ekipteki arkadaşlarımızın yüzüne tek tek bakıp şefkatle
gülümseyerek “Sizler de torunum sayılırsık!” diyor.
Oradan oraya savrulan bir çocukluk döneminden sonra yetişkin yaşlarında da dur durak bilmiyor Nimet Teyze. “7 hükümet dolaştım; 1 umre, 7 kere hac yaptım” diyor. Türkçe, Almanca, Arnavutça, Osmanlıca ve Boşnakça biliyor.
Merhum Necmettin Erbakan, Cumhurbaşkanımız
Recep Tayyip Erdoğan, Aliya İzzetbegoviç’in eşi ve komutanları, Emine
Erdoğan onunla hasbihal ediyor. Bosna’ya
gelenler Nimet Teyze’yi görmezse bir eksiklik hissediyor. Onun
yaşanmışlıklarından, şahit olduğu olaylardan ibret devşirmek isteyen, yetkili
yetkisiz herkes onu ziyaret ediyor. Çünkü Nimet Teyze, tastamam 65 yıldır Bosna
Hersek’in farklı şehirlerinde soluk alıyor. Güçlü hafızası, seri Türkçesi ve
gün görmüşlüğün samimiyetiyle yaşayan bir tarihî hafıza. Bundan iki yıl
öncesine kadar camilerde Kur’an-ı Kerim dersleri veriyor, sohbetler yapıyor. Bıraktım
dese de, davet edildiğinde kimseye hayır demiyor. Çünkü o, hakikat sevdalısı,
Kur’an aşığı bir Boşnak! İşte böylesi hareketli bir ömrün şahidi Nimet Teyze.
Ona merak ettiklerimizi soruyoruz. O
güzelim Boşnak aksanıyla bize, “Buyurun, ne bilirsem söylerim, ne bilmiyorsam
uydurmam!” diyor.
Merak ediyorum, savaştan önce, savaş kadar
Nimet Teyze’nin canını yakan bir olay var mıdır diye... Soruyorum... Bakın
neler söylüyor:
“1946’da şeriatı kesti Tito. Ben örtük
idim. Benim peçem var idi. Ben salt efendim için bir karanfil idim, herkes beni
göremeyeydi. Şimdi görey hepisi açtilar beni. Sonrası, Sarajevo yollarında işçi
olarak çalışmamı istediler. Allah (cc) nasip etti de iki evlat doğurdum,
böylece işçi olup gitmedim. Allah beni muhafaza etti!”
Elim örtüme dokunuyor gayri ihtiyari,
Rabbim bizleri de muhafaza eyle duası esiveriyor içimde... Sorular üşüşüyor
zihnime. Birinin cevabı bitmeden bir diğerine yol alıyor aklım. Peşpeşe sormaya
teşneyim lakin savaşın üzerinden 20 yıl geçmiş, kabuk tutmuş yaraları
kanatmaktan imtina ediyorum. Ah ki, az önce örtünmeye dair kıymeti kalbimde
tazeleyen bu nur yürekli, nur yüzlü teyzenin kuracağı her bir cümlenin sahici
ve şahid oluşunun tesirinden istifademiz olacağını düşünüp soruyorum:
Gavurlar
meşhurdur
Peki savaş yıllarından önce acaba Sırp ve
Hırvat komşularıyla ilişkileri nasıldı Nimet Teyze’nin? Yıllar yılı kapı komşu
olup da nasıl bir gecede düşman kesiliverir de, Müslüman komşularının evlerini,
canlarını, mallarını, namuslarını talan ederler?
“Evladım bizim yaşamımız gavurlarla
meşhurdur. Komşumuz gavur, ben Müslüman.
Ne vakit onların kutsal günleri, getirirler yumurta, kırmızı yumurta
(Paskalya). Benim annem baklava yapar, yollar o gavurlara. Öyle ki bir komşuluk
dinimiz ayrı fekat karışmagımız çok yakın birbirine. Kosova’da Prizren’de de
öyle... Ee, ben burda savaşta 4 sene susuz, ekmeksiz, ateşsiz yaşadım. 25 kişi
benim yanımda, torunlar gelir, bodrumlarda yok hiç birşeyceğizimiz... Bir kilo
soğan 30 Mark, bir kilo patates 20 Mark, 1 yumurta 3 Mark, 60 Mark 1 kilo
şeker, bir şişe zeytinyağı 60 Mark. Üle yaşadık ki çok zor düştük. Ema
Elhamdülillah, kimin varmiş saglıgi, o yaşadi. Burda 5 milyon bomba yağmiştir
Sarajevoya. Camilerimizi, canlarımızı yıkmışlardır. 16 bin çocuklarımızı
kesmişlerdir. 36 bin kadınların namuslarını almışlardır. Yaralarımız çok
büyüktür evladım. Çok çektik. İnşallah cennette Resulullah’ın (sav) sofrasında
otururuz. Ekmeksiz, susuz...
Bosna’da karışıktır, hem Müslüman, hem Sırp, hem Hırvat. Hep beraber yaşadık biz burada. Fazlamız Müslümandık. Fekat tahammül etmediler, niçin biz ayrıldık Yugoslavya’dan? O Karadziç belkim istiyirdi burada bir Müslümanın “La ilahe illallah” demegi yok kalmayacak. Hepimizi bitireceklerdi burada ema Allah komadı işte. Bir ana beş tane yavrusunu almişlar, vurmuşlar. Okşuyor mezar taşıni yok kimsesi. Almişlar evlatlarıni, çocuğun başini kesip veriyor annesine! Ana da ölüyor. Anne vuruk çocuğun başi kesik yapıştıryor annesine! Biz ne çektik, Allah çektirmesin kimseye!”
İçimizi acı bir ateş kaplıyor. Ürpertiyle
dinliyoruz Nimet Teyze’nin sözlerini. Çaylarımızla birlikte, acılarımız
tazeleniyor. Tesellice yudumlar alınıyor. Nimet Teyze’nin kabullü sesinden başka
ses çıkmıyor masada... Derin bir nefes alıp devam ediyor Nimet Teyze:
“Bize verirler saf fasulye, lazım üç saat
kaynatmaya... Nasıl kaynatayım, yok odunum. Lazım iki saat kaynasın. Benim üç
gelinim doğurdu sütsüz. Ne diyim ben anlattım sana Sırp vakti meşhur... Bu acı,
bu tecrübe yeni değil ki evladım! Balkan Harbi’nde yapmadılar mı Sırplar
analarımıza aynını. Annem Prizrenli. Der, ‘Bulgarlar istiyler eve girmek, ben
aldım baltayı elime, girersen eve keserim ayaklarıni’. Öyle yapmişlar. Esas
bizi şimdi sevmiyorlar. Benim Prizren’den halalarım, amıcalarım 1918’inde, 1920’sinde
Türkiye’ye muhacir olmuşlar. Sırplar gelmiş, almış topraklarını. Bakın hep ayni...”
Türkiye,
Bosna’nın kapı komşusu değil ama can dostu!
Evet, Türkiye Boşnakların kapı komşusu değil
ama can dostudur. Ve kapıları mesafe tanımadan Boşnaklara hep açıktır. Bu
sebeple neredeyse hepsinin bir Boşnak komşusu vardır.
Nimet Teyze’ye, çocukluğundan sonra Türkiye’ye gelip gelmediğini soruyoruz. Gözlerinden bir ışıltı, hüzünle birlikte sarmaş dolaş olup geçiveriyor. Başını sallıyor “geldim” derken, gelmez miyim hiç der gibi... Anlatıyor, hafızasında uyanan ilk hatıratını...
“1990’da İstanbul Bayrampaşa’da ben nutuk tuttum. Erdoğa’nın Erbaka’nın yanında binlerce millet toplanmış, helal olsun. O kadar millet üşüştü benim de yanıma. O zamandan ben Türkiye’yi biliyorum.
Erbakan, Allah rahmet eylesin, o kadar
yardım etti ki Bosna’ya. Kurban etlerini biz yedik. Ona yalan ettiler, yedi
paraları, dediler. Herkes görecek hesabını ema. O kadar yardım olmasaydı ya,
bizim askerler ölürdü. Yine gittim savaş zamanı Türkiye’ye. Yine tuttum nutuk.
O Türk kadınlar küpelerini çıkarırlardı, ‘Kocam elmas küpelerini bu akşam
vermiştir bana ema halal olsun Boşnak kardeşlere, askerlere’ diyırlardı. Doldu
o tepsi altın. Nasıl siz görürsiniz beni, ben görim sizi üle bir millet yardım
etti. Diyorlar Ya Rab, bu çayı ne içiyoruz? Olmasın şehitlerin kanı içebilir
misin bunları? Erbakan o kadar yardım etti işte Bosna’ya, inanırım o cennette
oturuyor öyle. Erdoğan, talebesidir Erbakan’ın, ne almış ise ondan almıştır.
Ben ayırt etmiyim ikisini. Onun yanında da dedim. O bana o kadar saygı eder, Sarajevo’dan
gitmez benimlen görüşmeden.
Çanakkale’ye davet oldum. Beni helekopterle karşıladı. Emine Hanım’la beraber... Sofrada bir tarafımda Erdoğan, bir tarafımda Emine Hanım, ben ortada... O vakitten beri ben Türkiye’ylen bağlıyım. Ee şimdi de seçimlerde karşıladı Erbakan hanımıyla beraber diyor hacı anne 92 yaşın senin halal eder misin zahmetini? Halal olsun hem dünyada, hem ahirette. Elhamdülillah kazandık, onların da yardımıyle...”
"Yok, nerde iş? Mecburdur çıkmaya buradan. Ee çıktı mı gavur oldu öte Alamanya’da, başka tarafta. Bıraktı artık Bosna’yı. Burda ihtiyarlar kalmıştır evladım. Vaziyetimiz çok zordur!"
Neler
yapılmalı?
Masa başında bu sohbete şahit olan tüm
ekibimiz, böylesi can-ı gönülden dua alan büyüklerimize gıpta ediyoruz. Dua
edilenlerden olmayı diliyoruz. Peki bizler ne yapabiliriz?
Basireti açık Nimet Teyze’nin. Bir asrın
verdiği tecrübe ile hissediveriyor bizlerin içinden geçenleri ve henüz sorumuzu
sormaya fırsat bulamamışken devam ediyor sözlerine:
“Bir şeyler yapmak istirseniz Türkiye
Diyaneti’ne söyleyin Vehhabiler çoğalmıştır burada. Bir Tito bozdi dinimizi,
şimdi de vardır Vahhabilerin bizimle derdi. Bozdular İmam-ı Azam’ın mezhebini.
Onlar başka bağlıyorlar ellerini, afedersiniz bacaklarini açiyor. Sakalı te bu
kadar. Subhanallah, o kadınlar yaklaştiriyi benim ayaklarimi böyle camida. Ayağını
ayağına değdiriyor. Dedim rica ederim, benim romatizmam var, çek ayaklarıni. Rabıta
yapalım, şeytan geçmesin diyır bana. Hep böyle 33 kez kaldırıyor parmagıni.
Nedir bu, ne yapaysin? Şeytani koviyırmış. Allahümme salli âlâ... Şeytanlaşmadan
Türkiye Diyaneti’ne diyiverin bu hali...
Bitmedi, bir de ricam var: Fabrikalarimizin
hepisini kapattılar. Srebrenitca’da var bir su, çıkar yerden. Su nerde akarsa
taşlar böyle kırmızi. Öyle bir kaynağımiz var. Bosna çok zengin herbişeyde.
Allahümme Rabilalemin vermiş herşeyi fekat biz bilmiyoruz yok haddimiz. Ee
şimdi burda geliyorsunuz siz toplantı oluyor. Bosna’nın gavurları mı komaylar
sizi açaysiniz fabrika, yoksa siz mi istemeysiniz? Biz yok ne yapalım. Bizim
ellerimiz taş altına. Siz verirsiniz ama burda yok izin. Bizim savaşçılar yok
ne yesin burda. İnanıymısınız, bir parça ekmek yok, ne hiçbir şey. Hele şimdi
bu sular ne geldi binlerce evleri sel aldı. Kış, ne odunu, ne ateşi, ne evi, ne
yemeği... Biz başkaldıramayız... Erdoğan bana soruyor: ‘Haci anne ne diysin?’ Evladım,
eğer mümkün iseniz onlara fırsat verme, onlar Bosna’yı alırlar, onlar gavur! Şimdi
bana kalsa, Amerika’dan geliyler, görürler ne vaziyetteysek biz sizi ayırdık.
Harp bitti. Ama bakalım şimdi ne yapalım size? Şimdi biz istıyırsek girmeye
şeye Avrupa Birligi’ne... Evet, biz girerdik. Fekat komayır gavur. O istemeyır NATO’yu istemeyır. Ee şimdi lazım
evindesin Amerika 4 sene savaş idi sizle binlerce şehitleriniz oldi aç çocuklar
siz buyrun Avrupa’ya buyrun. O kadar fakülteyi bitirdiler burda gençler. Şimdi
benim bu torunumin toruni makine fakültetini bitirdi. İki altın madalyası
vardır. Yok nerde iş? Mecburdur çıkmaya buradan. Ee çıktı mı gavur oldu öte
Alamanya’da, başka tarafta. Bıraktı artık Bosna’yı. Burda ihtiyarlar kalmıştır
evladım. Benim efendimden kalmıştır bana 160 avro. Yaşanır mı onunla? Sürmemi
çeksem, gözüme yetmez. Vaziyetimiz çok zordur, benim evlatlarım var
elhamdülillah, ben muhtaç değilim. Ema olmayanlar ne yapsın?
Bak ne diyim, Elhamdülillah camilerimiz serbesttir. Gençler vardır gidiyorlar dirilmiştir İslam. Fakülteler, hem de medreseler çok fazla var. Ema işsizlik çoktur. Açlık vardır. Evladım uğraşılsa Sırplar koymuyor. Türkler pek geliyor buralara, Allah razı olsun. Hergün burda Türkler, fekat fabrika lazımdır. Çalışılacak iş lazımdır. Biz başkaldıramasık! Komuyorlar biz yapalım. Siz yapın! Türkiye yapsın!”
Bir
asırlık yorgunluk!
Vakit geç oluyor. Ertesi günün yoğun
programına müdahil olabilmemiz için dinlenmemiz gerektiğinden sohbetimizi
isteksizce sonlandırmak zorunda kalıyoruz. Nimet Teyze 92 yaşına rağmen
yorulmuyor fakat bizler duyduklarımızı kalbimizde ve aklımızda ağırlamanın
yorgunu oluyoruz. Son bir soru düşüyor dudaklarımızdan: Savaşı yaşarken hiç
ümidini yitirmiş midir acaba?
Sesinde hissedilir bir tevekkül ve sorunun
içeriğine keskin bir itirazla “Yoo, hayır! kurtulacaz… Allah benimlendir! Dedim
hep!” derken sağ eli alnına yükseliyor. Kınalı parmağı ile alnına dokunup “Ben
diyim buradaki cemaata. İşte burada yazıyor, her bir nefesim, her bir adımım
burada yazılıdır. Adı ‘kader’. Yazılidir ema ben bilmeyim okumayı. Ben yalınizca
inanıyim. Nefesimi alamam Rabb’sız. Ayagımı atamam Allah’sız. Ben yatayim, hadi
bakim sabaha kaldiramazsaniz beni. Allah Allah ne oldi? Allah ne demişse o
olur. Ben şimdiye kadar 92 yaşım, Elhamdülillah aklım yerinde. Şaşıyorlar hep bana.
Ümidimi yitirmedim, kadere inandım, yaşadım...” diyor...
Moric Han’ın Farsça şiirlerle süslü
duvarları bir asırlık menkıbeden kesitlerle yeniden örülüyor. Nimet Teyze’nin
sesi, mekâna tesir ettiği gibi kalplerimize ve zihinlerimize iz bırakıyor.
Boşnak bir Osmanlı Hanımefendi’sinde kavi bir imanın tezahürüne, tevekkülüne
şahit oluyoruz. Hakkın Batıla, ümidin acıya, dindaşlığın dinsizliğe nasıl
galebe çalabileceğinin resmini seyrediyoruz!
Nimet Teyze’nin ellerinden hürmetle öperek, bir asırlık hatırattan payımızı alıp Moric Han’dan ayrılıyoruz...