İYİ insanların yurdu Bosna1...
Yüzyıllar boyu “Tek Tanrı” inancını benimsemiş, Avrupa’nın
dinî hurafelerinden kendini korumuş, hakikat ışığı kalplerinde hiç sönmemiş
Boşnaklar diyarı... Lâkin artık zor ve çetin bir menkıbesi var Bosna’nın ve
Boşnakların tarihî kayıtlarda... Öyle ısrarlı ve istikrarlı bir inanışın
serüveni yazılmış ki bu topraklarda, pek çok iç ve dış gücün stratejik
hileleri, insanlık dışı uygulamaları kâr etmemiş Müslüman Boşnakları
dönüştürmeye, değiştirmeye, yok etmeye. Bilakis bilenmişler, çelik örste nasıl
dövülüp keskin bir kılıca dönüşür de cesaretin simgesi hâline gelirse, öyle
biçimlenmişler...
Küfrün ateşiyle yanmış, çilesi ile dövülmüş ama ölmemişler.
Bilmişler ki, bu eza bir hikmete mebni... İşte böyle çeliğin ateş içindeki
ahvali gibi erimiş, yitikler, şehitler vermiş...
Sonra imanla şekillenmiş, inanç suyuyla keskinleşmiş ve âlem-i
Hıristiyan’a meydan okumuş bir coğrafya Bosna!
Gülen yüzlerin ardındaki saklı ıstırap
İşte bu coğrafyayı anlamak için uzaktan Bilge Kral Aliya
İzzetbegoviç’e methiyeler düzmek, Bosna şehitlerine gözyaşı dökmek, Srebrenitsa’ya
ağıt yakmak, namus mezalimiyle titremek, Hırvat ve Sırp zulmünü kınamak,
savaşın son bulduğuna sevinmek yetmiyormuş meğer...
Varmalıymış o topraklara, dolaşmalıymış dar sokaklarında,
geçmeliymiş “Hayat Tünelleri”nden... Fatihalarla kıpırdamalıymış dudaklar beyaz
insanlar diyarına dönmüş kabristanlarda. Soluk almalıymış işkence odalarında,
Müslüman kardeşinin kanını seyretmeliymiş âhı dinmemiş duvarlarda…
Bakmalıymış çocukken anasız babasız kalmış adamların, kadınların
gözlerine... Büyük annelerini yitirmiş gencecik Boşnak kardeşlerimizin
kimsesizliğine dokunmalıymış!
Gülen yüzlerin ardındaki saklı ıstırabı dinlemeliymiş. Savaştan
25 yıl sonra hatıraların hâlâ küflenmediğine şâhit olmalıymış. Vatansız, topraksız
kalmanın, esaretin zulmün ezasından ve cefasından korkmanın, tedbirin,
tevekkülün, sabrın nabzını, savaşı yaşamış çocukların büyümüş hâllerinden
tutmalıymış. Hayata nasıl tutunulur, neye şikâyet edilir, neye edilmez, nasıl
mutmain gülümsenir, nasıl pervasız ve dik durulur, Boşnakların hâllerinden
okumalıymış... İşitmeliymiş sevdalinkalarındaki tutkuyu, tatmalıymış
yemeklerindeki ahde vefayı...
En önemlisi, sarsan bir idrak anaforuna düşüren Bosna’nın
hazin hikâyesini yüzlerden, sözlerden, durmaksızın akan nehirlerinden,
köprülerden, camilerinin minarelerinden, istavroz çıkaran insanların
utanmazlığından okumalıymış. Taze bir farkındalıkla “güneşin balçıkla
sıvanamayacağını” anlamalıymış...
Yoklamalıymış tarihin derinliklerini ve bulunan hakikatle
adımlamalıymış Bosna topraklarını. Ve o hakikatle yudumlamalıymış suyu,
yutmalıymış lokmaları...
Sormalıymış: Bu coğrafyanın çektiği bunca eza neden?
Neden insan, insanın soyunu kırar? Nasıl sığmaz kendi toprağına da bir başka
ülkenin toprağına göz koyar? Haydi göz koydu, nasıl böylesi vahşi kesilip
milyonlarca canın canını dehşet verici bir soysuzlukla almaya kalkar? Neden
gücü yetmezmiş kimselerin bu soykırımı durdurmak için? Medet umulan ülke, kurum
ve kuruluşların (BM-NL) duyarsızlığı neden hesapsız kitapsız kalırmış?
Masumiyet ölürken neden dehşet böylesi pervasızca yol alırmış?
Bir bir yeniden sorulmalıymış bu sorular. Çünkü “Bilge
Kral”ın tarihe not düştüğü gibi “Ne
yaparsanız yapın, ama soykırımı unutmayın. Çünkü unutulan soykırım tekrarlanır!”
imiş!
Bir cevap bulmalıymış ve o cevabın ehemmiyetini
kavramalıymış. İşte o cevap, onca yaşanmışlığın ardından sır olmaktan çoktan
çıkmış olsa da hâlâ inkâr ve israf edilir hâlde sırra kadem basarmış!
El-cevap: Çünkü Boşnaklar yüzyıllardır iflâh olmayan (!)
bir inanışla Müslümanmış!
Âlem-i Hıristiyanlık, yeryüzünü Müslümanlara dar etmeye
kararlıymış. Öyle kararlıymış ki, imgeler ve semboller bile unutulmamış. Kendi muharref
dinleriyle yeryüzü nimetlerini menfaatleri adına peşkeş çekerken, Müslümanların
bu nimetlerden istifadesini hazmedemezlermiş. İşte bu sebeple sessiz ve fakat
plânlı biçimde mühürlerini vurmak için ellerinden ne geliyorsa şartsız kuralsız
uygulamaktan çekinilmemiş. Kimse, “Bu
nedir, nedendir, ne oldu da böyle oldu?” sorularını sormayı akletmemiş.
Soran birkaç aklı da soykırım mühendisleri tarafından linç etmek hiç de zor
olmamış!
Ya Rab, hakikatin yüzündeki peçeyi kaldır!
Evet, şimdi bu cevabın kadrine dokunup masalsı ve marazlı
taraftarlığımızı bırakarak olup bitenin ardından yaralarını sarmaya devam eden
Bosna’yı “neden ve nasıl” önemsememiz gerekliliğinin altını çizmeliyiz.
Bu coğrafya üzerinde oynanan gerek siyâsî ve teolojik, gerek
menfaatvârî oyunların ardını yoklamalı ve modern dünyanın sinsi dalavereleri
üzerinde arkeoloji yaparak köhne ve sapkın fikirlerini, hesaplarını nasıl
meşrulaştırdıklarını artık aşikâr etmemiz gerek.
Çelik gibi sert bir dirayetle ateşe, suya değmiş, kesilirken
keskinleşmiş bir kılıç misâli bugün varlığını koruyan Bosna’nın bundan sonra
yazılacak tarihinde Batı’nın orta yerinde İslâm’ın son kalesi olmaya ilelebet
devam ederek geçmesi için sevdâmızı akla, vicdanımızı tedbire sevk etmeliyiz!
İşte bu iç hesaplaşma ile Bosna seyahatimizde zihnime
hücûm eden soru işaretlerinin çengeli saplanınca kalbime ve zihnime, “Ya Rab, hakikatin yüzündeki peçeyi kaldır!”
duâsıyla baktım her bir köşeye ve her bir yüze...
Gezdik, gördük, yedik, içtik... Pek çok eser yazıldı
Bosna hakkında, gitmeden önce onlardan istifade ettik. Fakat coğrafî
güzelliklerine, Osmanlı eserlerinin mührünü vurduğu şehirlerine, yemeklerine,
müziğine dokunduk. Dokunduk dokunmasına da, bütün bunlara hâkim olduğumuz kadar
Bosna’nın 21’inci yüzyılda, modern Batı’nın kalbinde yaşadığı tragedya temel
prensiplerine hiç bakmadık.
Onlarca kitaba gözüm değdi fakat az sonra soracağım
sorulara ve vereceğim cevaplara temas edilmiş tek bir satıra bile rastlamadım...
Bu sebeple Bosna’nın “bayrak” serüvenine ve millî marşına değineceğim ve belki
arı kovanına çomak sokuyor, belki oynatılmaması gereken taşları yerinden
oynatıyor olacağım.
Bu iki mevzuun hiç sorgulanmayış nedenini çok merak
etmekle birlikte gördüğümü görmezden, bildiğimi bilmezden gelemeyecek kadar
sancılıyım. Olur ya, sadre şifâ derde devâ olur belki de satırlarım. Hiç
değilse, kendi sorularıma belki cevap bulma yolculuğuna düşmüş olacağım.
Vatan ve bağımsızlık şartları
Evet, sözü fazlaca uzatmadan söz konusu mevzulara bir göz
atalım...
Bosna, tarihe elim bir tragedyanın aktörü olarak geçti. Çünkü
komünizmin ağır tortusundan henüz kurtulmuşken bağımsızlığını ilân etmek
istiyor; milletinin dinini rahatça yaşamasını, dilini özgürce konuşmasını,
bayrağının çok uluslu değil, münferit bir vatan temsili olarak göklerde dalgalanmasını,
uluslararası plâtformlarda millî marşının çalınmasını-söylenmesini (!) ve o
esnada millî onuru ve gururu yaşamasını umuyor. Bir başka ülkenin kontrolü
olmaksızın listelerde bağımsız, özgür iradesine sahip, anayasası olan bir
devlet muamelesi görmeyi diliyor. Bütün bunlar, elbette bağımsızlık
mücadelesini gayet haklı kılacak unsurlar. Ve vazgeçilmez şartlar!
Öyle ya, bir ülkenin kendine mahsus dini, dili, bayrağı,
millî marşı varsa orası vatandır! O vatanın milleti de bütün bunlara sahipse
bağımsızdır!
Ve nihâyet bu makalede Bosna’mızın son 25 yıl içerisindeki
temel dinamiklerini gözler önüne serelim ve bayrağına, millî marşına bakalım...
Bakalım ki, Bosna’mız ne kadar bağımsız, ne kadar tutsak?
İnanç ve imanıyla Batı’ya meydan okuyup akla zarar
imkânsızlıklar ve hilelere rağmen vahşetin kazan kaynattığı günlerde kazanılan
zafer muhteşem! Fakat savaşı yirmi yılı geride bırakıp yaralarını maharetle
sarmaya devam ediyorken ne kadar kendi değerleri ile şekilleniyor, ne kadar
başka güçlerin şekillerini göğsünde taşımış ve sonra Bosna’ya ne reva görülmüş,
payına ne düşmüş, gözden geçirelim...
Ölüme ve hayata derin (!) biçimde kazılmış zambak
Evet, böyle zihinsel bir hengâme içerisinde boğuşurken ilk
keskin sancıyı Aliya İzzetbegoviç’in kabrini ziyaretimizde hissettim. Evler
arasında birer beşik gibi duran şehit mezarları arasında dolaşırken manevî
ortak paydanın “şehâdet” olduğunu düşünmüş, maddî ortak paydanın ise mezar
taşlarının ihrama girmiş “dipdiri meyyitleri” andırdığını görmüştüm. Ve
ardından taşlara kabartılarak nakşedilmiş figür dikkatimi çekmişti. Beyaz
mermer üzerinde istisnasız her Müslüman şehidin taşını süsleyen “zambak” figürüyle
ilk keskin “Neden?” sorusu zihnime çakılmıştı.
Yüzyıllar boyu, Hıristiyanlık âleminin kiliselerinde,
Fransız kardinallerinin taçlarında ağırlanan, Hıristiyanlığın kutsal sembolü bu
“zambağın” Müslümanların mezarlarında ne işi olabilirdi?
Bu figürü, sadece mezar taşlarında değil, antik kapı
tokmaklarında, birkaç asırlık binaların taş duvarlarında ve en acısı da Bosna’nın
mavi göklerde bir dönem süzülmüş bayrağında görmenin şaşkınlığını yaşadım.
Üstelik göklerde nazlı nazlı salınırken Boşnak bayrağı, etnik bir millet olarak
bağımsızlığını yeni ilân etmiş ancak özgürlüğün kanatlarına dokunamadan elim ve
fecî bir tragedyanın içine düşmüş olmasıydı beni şaşırtan.
Kutlama sene-i devriyelerinde “Altın Zambak Ödül Töreni”
düzenlenen ve Bosna ile temasa geçmiş protokole, sanatçılara, siyasetçilere plâket
olarak takdim edildiğini de bildiğim “altın zambağı” kabir taşlarında görünce
şu cümle süzülmüştü aklımdan dilime: “Hayata
ve memata, ölüye ve diriye kazınan bu zambağın hikâyesine derinlemesine
inmeliyim.”
Ve işte böylece zihnimi zorlayan sorular anlama çabamı arttırdığından, seyahat boyunca ve sonrasında “zambak” figürünün hikâyesine dair araştırmalar yaptım. Ve bakın, dağa taşa, mezarlara duvarlara, bayraklara taçlara, bir dönem metal paralara nakşedilmiş “altın zambağın” derin hikâyesi nasıl?
Blois Katadrali girişinde XII. Kral Louis Heykeli, Loire
Vadisi-Fransa…
Fleur-de-iys ve Hristiyanlık
Altın zambağın tarihte izini sürdüğümde hikâyesinin bu
kadar derin (!) olabileceğini düşünmemiştim doğrusu. Çünkü bu “zambak” figürü 5’inci
yüzyıl gibi kadim bir geçmişte karşıma çıkıvermişti. Üstelik de dinî
terminolojiye sahip olup, tamamen teolojik bir simge olarak günümüze kadar
maharetle taşınmış ve muhtemelen, “Çok
görünen en kolay gizlenendir” prensibinden hareketle Müslüman şehitlerin
kabir taşlarında 21’inci yüzyılda da yerini almayı başarmıştı. Öldürenlerin
sembollerinin benim Müslüman şehidimin kabrinde ne işi vardı?!
Garip değil mi? İslâm’ın Batı’da sancaktarlığını yapan
bir coğrafya, İslâm dinine müntesip olup Müslümanlıkla yaftalanıyor ve bunun
hesabını Batı onlara ödettiriyor; sonra da imanla, inançla şehâdet şerbeti
içmişlerin kabir taşlarında Hıristiyanlık âleminin geçmişi 5’inci yüzyıla dayanan
“zambağı” hayat buluyor, ne acı bir gerçektir bu! Müslüman ölüyor, Hıristiyanlık
figürü ise o kabrin taşında yaşamaya devam ediyor!
Beni şaşkına çeviren zambak hikâyesine devam edelim...
Fransızca “fleur-de-iys” olarak bilinen ve kutsal kabul
edilen zambak, aslında Hıristiyanlar tarafından cennetten inmiş bir çiçek ve “vaftiz”(!)
nişanesi olarak gözlerini açıyor bu dünyaya. Üstelikte “masumiyet sembolü”
olarak… Sonra da taraftarları tarafından sinsice her bir yere izi bırakılıyor. Onlara
göre kirli olan (!) yok ediliyor (Müslümanlardan dünya temizleniyor). Masumiyet
sembolü oraya mührünü vuruyor! Kimse de sorgulamadan kabul ediyor! (Kimseden
kastım, akletmekle emrolunmuş Müslümanlar.)
Yüzyıllar ötesine Hıristiyanlık âleminde ve özelikle
Fransa Krallığı döneminde amblemleşmiş, flamalarına, mühür ve sikkelerine
işlenmiş, Rönesans döneminde ve öncesinde Fransız mimarisinde desen olarak norm
tutmuş bir figür olarak çıkıyor karşıma malum zambak. Hıristiyan coğrafyaların
kiliselerinde papaların taçlarında, kale duvarlarında, bayraklarında boy
gösteriyor hâlâ!
Üç yapraklı bir zambak olan figür, ortada dik yanlarda sağa ve sola doğru kıvrılmış yapraklardan oluşuyor ve sap kısmına yakın yerden bir bant geçirilerek kutsal masumiyet sembolü normuna dönüşüyor. Tuhaftır, cennetten indiği iddia edilen bu zambağın pek çok alanda orta yaprağı zamanla bir kılıca dönüşüyor! Ve tâ Haçlı Seferlerinden bu yana nereye izi düşmüşse orası kan ağlıyor! İşte benim de canımı en çok bu yakıyor!
Ne acı bir gerçektir bu! Müslüman ölüyor, Hıristiyanlık figürü ise o kabrin taşında hayat buluyor!
Vaftiz anında cennetten gelen çiçek: Altın zambak
Yeniden sormadan edemiyorum: Pek çok Hıristiyan ülkede,
dinî, siyasî ve politik otoriter alanlarda kullanılan bu zambak, benim şehit
kardeşimin mezarında gerçekten ne arıyor?
Zambağın derin (!) hikâyesi şöyle devam ediyor: 5. yüzyılda
bu zambağın (466-541) Frank Karlı Clovis vaftiz (!) edildiği sırada “saflık” imgesi
olarak cennetten indirilmiş olabileceğine iman edilir. Ve fleur-de-iys isminin
fleur-de-Louis’in (Louis Clovis) bozulmuş biçimi olduğu ileri sürülür. Başka
bir görüşe göre, bu zambak figürü “Kutsal Ruh”u simgeleyen güvercinden de gelmiş
olabilir.2
Hemen burada vaftizin Hıristiyanlık âlemi için ne denli
ehemmiyet taşıdığına ve nasıl bir imanla dünya görüşlerine, yönetimlerine,
otoritelerine yansıttıklarına ve kaynağına bir göz atalım istiyorum…
Birçok Hıristiyan mezhebinde çocuklar küçük
yaşta vaftiz edilirler ve vaftizden sonra o çocuklara isim verilir. Bazı Hıristiyan
mezhebinde ise ancak bilinçli bir şekilde Mesih İsa’ya iman eden vaftiz edilir.
Hıristiyanlar Mesih İsa’nın bir buyruğuna
göre vaftiz törenini uygulamaktadırlar. İncil’in Matta Bölümü’ne göre Mesih,
dirilişinden sonra ve göğe alınmadan biraz önce şöyle der: “Gökte ve yeryüzünde bütün yetki bana verildi. Bu nedenle gidin, bütün
ulusları öğrencilerim olarak yetiştirin; onları Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’un
adıyla vaftiz edin; size
buyurduğum her şeye uymayı onlara öğretin. İşte ben, dünyanın sonuna dek her an
sizinle birlikteyim.”3
Hıristiyan inanışına göre vaftiz edilen kişi, Mesih İsa ile birleşmek istediğini ifade eder. “Mesih İsa öldü ve tekrar dirildi. O’na iman eden insanın eski günahlı hayatı ölür ve yeni kutsal bir hayat başlar.”4 Vaftiz töreninde eski hayatın gömüldüğü ve yeni hayatın dirildiği simgesel bir anlamda gösteriliyor.
M.S. 600 yılında inşâ edilmiş cadı yakmaları ile ünlü
Edinburgh şehrinde ünlü kale duvarında bir altın zambak, İskoçya…
Tarihin yüzyıllar sonra tekerrürü
Yine tarihî kaynaklar bize Fransa Kralı VI. Louis’in bu
amblemi kraliyet mühründe (yetkin otorite) ve sikkelerinde kullandığını
söylüyor. Bununla birlikte günümüzde Hıristiyan din adamlarının kullandıkları cübbelerin
mazisi de neredeyse “altın zambağın” mâzisinden neşet ediyor.(2)
Çünkü VII. Louis’nin kutsanması töreninde altın zambaklar işlenmiş mavi bir
cübbe giymesinden kısa bir süre sonra üzerinde altın renkli fleur-de-iysler
serpiştirilmiş mavi bir kalkan kraliyet arması olarak kabul ediliyor.
Tam da burada tarihî hâfızamızın aynasına bakalım ve
5’inci yüzyıldan 21’inci yüzyıla, üstelik Müslüman bir millet olarak Osmanlı
kültürü ile biçimlenmiş, biçimlenirken en müreffeh zamanlarını solumuş Bosna’mızın
semalarını hatırlayalım. Arzında vahşete kesilmiş Ortodoks Sırplar, Katolik
Hırvatlar, cinayetlerin cinnet ötesi dehşeti, arşında bağımsızlığını ilân edip
özgürleşmek için yanıp tutuşan Bosna bayrağı...
Şimdi kalın harflerle yazılmış üst paragrafı yeniden
okuyalım ve şu can yakan sorumuzu soralım: Bu
bayrak bize ne kadar da tanıdık, değil mi? Mavi kalkan üzerine serpiştirilmiş
altın zambaklar… 1992-1998 yılları arasında Bosna semalarında dalgalanan bayrak
da tıpatıp bu değil miydi?
“Hayret bir mâkâmdır ve ancak ona yükselerek ulaşılır”
derdim hep. Fakat bu tarihî kaynaklarda yer almış gerçekle yüzleşince maalesef
yükselmek yerine tarifi zor bir düşüş ile sarsıldığımı itiraf etmeliyim!
Ve zambağın derin (!) hikâyesine yeniden dönelim...
Tarihin derinliklerine indiğimizde altın zambağın
taşıdığı misyon ve etki alanı bu defa 14’üncü yüzyılda karşımıza farklı bir
yüklenimle çıkıyor. 1376’da Fransa Kralı V. Charles, armadaki fleur-de-iys
sayısını “kutsal üçleme”ye bağlayarak 3 ile sınırlandırıyor!2
Bu amblem, tarih boyunca ve hâlen pek çok Hıristiyan soylunun,
ayrıca yerel yönetimin armalarında yer alıyor. Yüzyıl Savaşları sırasında ise
(1337-1453) İngiltere kralları, Fransa üzerindeki egemenliklerini göstermek
için kendi armalarının içine Fransız armasını da yerleştiriyor ve bu III.
George dönemine dek sürüyor. Benzer bir amblemi de İtalya’da Floransa kentinin
arması olarak kırmızı renge bürünmüş olarak görüyoruz.2
Tarihin bu derin koridorundan çıkıp son iki yüzyıla, günümüz
modern zamanlarına dönelim şimdi ve Bosna’nın bayrak kronolojine bir göz atalım…
Fatih Sultan Mehmed’in Bosna’yı 1463’de fethiyle birlikte
bu coğrafyanın arşını yeşil zemin, beyaz güneş ve ay süslemiş ilkin. 1760
yılına kadar bu bayrak dalgalanmış Boşnakların göğünde.
Sonra bayrağın üzerindeki güneş, yıldızla yer
değiştirmiş, hilâli ve yıldızı sarıya dönüşmüş ve 1832 yılına kadar yeşil
bayrak yine huzurun sembolü olup dalgalanmış gökyüzünde.
Bu tarihte aynı zemin üzerinde hilâl biraz daha incelerek
temsil etmiş Osmanlı Boşnaklarının özgürlüğünü dalga dalga... Tâ ki 1878 yılına
kadar...
İşte bu tarihte Osmanlı hâkimiyeti altındaki Bosna
bayrağı da radikal ve sinsi bir yeltenmeyle Boşnakların o malûm altın zambağın
da yer aldığı bir amblemle değiştirilivermiş. Hıristiyan âleminin cehennemi
tonları sarı ve kırmızı, cennet yeşilini silip atmış. 1908 yılına kadar
dalgalanmış bu radikal değişimin imgesi bayrak bu coğrafyanın semalarında.
Bağımsız Bosna göklerinde dalgalanan bayrak
Derken Avusturya-Macaristan’ın Bosna üzerindeki hâkimiyeti
resmileşince, akıllıca bir kararla -ki farkındasızlık olduğunu düşünmüyorum-
şüpheleri uzaklaştırılacak bir biçimde o cehennemî renklerin üzerinden altın
zambaklı amblem sökülüp alınmış. 1908 ilâ 1918 arasında böylesi bir bayrak
Boşnakların esaretine şahit olmuş.
Gel zaman git zaman, Osmanlının yemyeşil saadet vadeden bayrağı
unutturulmuş hasılı...
Önce Yugoslavya Krallığı, sonra Demokratik Federal
Yugoslavya, Almanların Nazi işgalinden sonra da Yugoslavya Federal Demokratik
Cumhuriyeti şeklinde resmileşen ülkenin bayrağını 1945 ilâ 1991 yılları
arasında ezanın başka türlüsüyle muhatap olan Boşnaklar kıpkırmızı bir zemin
üzerinde minik çizgiler ve yıldız olan bir bayrağı seyretmiş göğünde.
Ve artık bağımsızlığını ilân etmek için çok fazla sebebi
varmış Boşnakların. Osmanlı da gelmiyor ve gelmeyecekmiş bir daha, öyleyse
kendi başlarının çaresine bakmaktan başka çıkar yolları yokmuş. İyi ki de ilân
etmişler. Çünkü onca elim yıllara ve insanlık dramına sahne olurken Bosna,
insanlığın, modernitenin, son din İslâm’a müntesip olmanın asaletini, onurunu
dünyaya haykırmış Müslüman Boşnaklar… Ve sebebi bize meçhul, kaynakları yine
bize kapalı bir kararla Bosna’nın bayrağına altın zambaklar serpiştirilmiş ve
kalkan şeklindeki norm ile gönderlerine çekilmiş.
İşte ondan sonra başlamış asıl Bosna’nın yeryüzünden yok edilmeye çalışılırken ispatladığı varoluş menkıbesi! Boşnakların bayraklarının değiştirilmesi konusunda, Hıristiyan âleminin kolları sıvadığını, yavaş ve zekice bir sürece yayarak dönüştürme operasyonunu gerçekleştirdiğini neden sonra tarihin geçmiş sayfalarında fark edebiliyoruz ancak.
Haçlı Seferlerinden bu yana “altın zambağın” izi nereye düşmüşse orası kan ağlıyor! İşte benim de canımı en çok bu yakıyor!
Osmanlı’dan mîras: Yeşil, hilâl ve yıldız
Bu kronolojik gözlemden sonra sorularım keskinleşiyor:
415 yıl (1463-1878) Osmanlı’nın koruması altında müreffeh zamanlarda soluk
almış Bosna, 1991 yılında bayrağını belirlerken aslına rücû etmeyi dilememiş
midir? 112 yıllık imgesel asimilasyona bir defans geliştirmek istememiş midir?
Müslüman oldukları için onca zulme dûçar olan Boşnaklar,
neden zulmedenlerin simgesini taşıyan bir bayrağı seçmiş olsun ki? Daha doğru
bir soruşla, acaba Boşnaklara seçme şansı tanınmış mı? Yoksa Dayton Antlaşması (1995) ile yüzde 33 Boşnak, yüzde 33 Sırp,
yüzde 33 Hırvat temsilciden oluşan yönetimde oy çokluğu sağlanamadığından mı Hıristiyanlık
dünyasının imgeleriyle bezenmiş bayrağı kabul etmek zorunda bırakılmışlar?
Boşnaklar, 1992 yılında Osmanlının kadim mîrası “yeşili,
hilâli, yıldızı” terk edip Hıristiyan âleminin altın zambağına, kalkanına,
mavisine talip olmaya zorlanmış olabilirler mi? Bu uygulamanın hemen ardından
neden Bosna nehirleri kana bulanır, canlar istif halinde katledilir, nişan
tahtası olarak kullanılır?
Ah! Çünkü bayrağından başlayarak Hıristiyanlaştırmaya
yahut yok etmeye yemin etmiş bir sırtlan kümesi varmış Bosna’nın karşısında!
Kurdukları tuzağa düşeceklerinden habersiz sinsi ve vahşi bir süreci
kahkahalarla duyurmuş Hırvatlar ve Sırplar dünyaya. Kulak kesilen pek olmamış.
Bosna kendi yağında, yendi yaralarıyla, akla ziyan bir acının içinde bir başına
kıvranmış.
Kendileri Müslüman, bayrakları Hıristiyan
Genellikle ve çoğunlukla İslâm coğrafyalarının
bayraklarında gördüğümüz “hilâl ve yıldız”a rücû etmeyiş, bağımsızlığın
nişanesi olmuş mu peki? Ne yazık ki öyle görünmüyor! 1992 Şubat’ında
bağımsızlığını ilân eden Boşnakların göğünde dalgalanması için, Hıristiyanların
mavi altın zambaklı bayrağı göndere çekiliyor. Ve ah, aynı yılın baharında 4
yıl sürecek fecaat yüklü savaş süreci başlıyor!
Bayrakları Hıristiyan, kendileri Müslüman Boşnakların
soyuna kıran getirmek için Bosna dört bir yandan kuşatılıyor. Sonrası cümlemize
malûm…
Akıllara durgunluk verecek insan olmaklığımızı
sorgulayacak kadar dehşete düşürecek soykırım faciası tarihe geçse de Batı
dünyası bu rezil hakikate hâlâ gözlerini kapatıyor. “Gözünü kapatan yalnız kendine gece yapar!” diyor, bu mezalimin
ahının yerde kalmayacağına inanıyorum.
Bosna… Bağımsızlığını ilân etmiş Müslüman Boşnakların
diyarı... İyi insanların yurdu Bosna… Tarihe Aliya gibi muhteşem bir komutanla
insanlık dersi veren coğrafya… “İman hem
nurdur hem kuvvettir. Hakiki imanı elde eden adam kâinata meydan okuyabilir!”
tespitinin tarihte hayat bulmuş hâli...
Göklerine bile göz koymuş vahşet saçan düşmanlarına İslâm’ın
asil prensipleriyle direnen beldemiz… Şimdi göklerinde sarı lacivert zemin
üzerinde beyaz yıldızlı bir bayrak dalgalanıyor. Hamdolsun! Hilâlsiz belki yıldızları
ama olsun, beyaz yıldızları umut vadediyor! Dahası, aslını inkârdan uzak, aslı
ile hemhâl olmuş bir duruşun sembolü gibi ışıldıyor.
Son tahlilde, benim zihnim, şu cümleyi cesurca kuruyor: Bosna,
şekille değil ruhla, madde ile değil mânâyla, sembollerle değil inançla
topraklarını koruyan bir coğrafya olarak tarihe geçti madem ve madem bayrağından
altın zambaklar sökülüp yıldızlarla donandı yeniden, öyleyse kendi inanç
sembollerine sahip çıkıp soyuna göz koyanların sembollerini coğrafyasının
göğsünden silip atmalı.
Bosna ezelî Müslümandır ve artık altın zambakların bayrağından sökülmesiyle Boşnaklar, Hıristiyanlık âleminin diş geçiremediği, varlığını yeryüzünden silmeyi plânlayıp baş edemediği ezelî düşmanıdır!
Hilâl, yıldız ve Osmanlı tuğrası
Şimdi diliyorum ki, yüz binlerce canın, Sırp ve Hırvatlar
tarafından canice heba edildiği Bosna’mız, gayr-i sahici özgür zamanlara kanat
çırpsın! Hıristiyanların bu Müslüman coğrafya üzerine uyguladıkları planların
iflası için dünya insanlığı hakikate, adalete davet edilsin!
Belki Bosna-Hersek Fedarasyonu’na gücümüz yetmeyecek,
Dayton Antlaşması ha dedin mi feshedilemeyecek ama hiç olmazsa kendi dahlimizle
lâ-dini sembollerin taşıyıcısı olmayalım. Gerekirse Türkiye bu mevzuu gündemine
alarak, TİKA’nın sorumluluğunda sembol temizliğine ve böylesi “hin”
uygulamalara karşı duyarlılık projelerine imza atsın!
Ah ki, “altın zambağın” bu derin (!) hikâyesine vâkıf
olduktan sonra, hiç olmazsa bundan böyle Müslüman kabir taşlarında zambak
figürü yer almasın!
Boşnak kızlar kolye yapıp boyunlarına takmasın! Altın Zambak
Törenleri düzenlenmesin. Cumhurbaşkanımıza ve diğer ülke liderlerine altın
zambaklı plâketler verilmesin!
Dedesi, ninesi Osmanlı olan, minarelerinden ezân-ı
Muhammedî taşan, alınları secdeye değen Boşnak kardeşlerimize İslâm’ın ve Osmanlı’nın
sembolü olan hilâl, yıldız ve Fatih’in tuğrası yakışır. Plâketlerinde,
madalyalarında tıpkı kadim tarihlerinde olduğu gibi ay yıldızlar, tuğralar
olsun ve dünyaya Bosna’dan kendi inançlarının sembolleri dağılsın! (1839-1861
yılında Osmanlı madalyalarında ay yıldız ve Fatih’in tuğrasının olduğu
kayıtlara geçmiştir.)4
Şu anda yıldızlarla donanmış Bosna-Hersek bayrağı umudumu
nispeten körüklerken, geçmişte bu çok özel coğrafyanın önce bayrağı, sonra millî
marşı, kanlı katliam ile denize açılan kıyıları ve özgürlüğü ipotek altına
alınışına Bosna’nın derin (!) tarihinden şâhit olunca, Müslüman Boşnak
kardeşlerimizin toprakları üzerinde oynanan oyunlara dikkat çekelim ve dünya
Müslümanlarını farkındalığa davet edelim.
Dünya Müslümanlarına kök söktüren, yoksulluğa,
eğitimsizliğe, sağlıksızlığa, kaos ortamlarına sürükleyen Hıristiyanlık âlemine
karşı yekvücût olmamız gerekliliğini artık gerçekleştirelim.
Seyahatimiz esnasında bizi ağırlayan dostlarımızın iyi niyetlerle sık sık şöyle bir tembihte bulunduklarını hatırlıyorum tam da burada. “Boşnaklar artık savaş istemiyor. Sırp ve Hırvatlarla omuz omuza yaşamaya devam ediyorlar. Kardeşlik perspektifinden değerlendirmeler yapılmalı!” İyi güzel de, onlardan dost olmadığı defalarca ispatlanmadı mı? Aynı yanılgıya yeniden zemin hazırlamak akıl kârı mı?
İyi insanların yurdu Bosna! “İman hem nurdur, hem kuvvettir. Hakikî imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir!” tespitinin tarihte hayat bulmuş hâli...
“Şeref ve kudret Allah’a aittir!”
Ah! Üstelik iman etmişler olarak vahy-i İlâhînin o
fıtratımızın prospektüsüne uygun buyruğunu nasıl göz ardı edebiliriz ki: “Ey iman edenler! Yahudileri ve
Hıristiyanları dost edinmeyin. Zira onlar birbirinin dostudurlar (birbirinin
tarafını tutarlar). İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır. Şüphesiz
Allah, zalimler topluluğuna yol göstermez.”5
Ya şu âyet bize neler söyler? “Onlar müminleri bırakıp
kâfirleri dost edinirler. Onların tarafında bir şeref ve kudret mi arıyorlar?
Bilsinler ki şeref ve kudret tamamen Allah’a aittir.”6
İşte bu hakikat çerçevesinde, uzaktan bakıldığında, savaşın üzerinden 25 yıl geçmiş olması, belki o coğrafyanın kabullü insanlarının yüzlerindeki tebessüm ve belki vakur duruşları, dahası geceleri sokaklara taşan akordeon sesleri her şey yolunda zannına sebep olmasın! Bosna iki asır önce beklediği Osmanlıyı hâlâ bekliyor mu bilmiyorum, ancak pek çoğumuzun kibar, kendi içine dönük, onurlu Boşnak komşusu varken bizim için, Batı’nın tam ortasında İslâm adına savaş meydanına dönmüş Bosna vatandır ve Boşnaklar kardeşlerimizdir.
İlk Haçlılar Kralı Clovis’in heykeli (511
Chlodowech, 466), Paris-Fransa…
Bir başka soru işareti ise Bosna millî marşının
sessizliğidir
Evet, son yüzyıl Haçlıları yılmıyorlar Müslümanları
yeryüzünden silmek için. Asırlardır uygulamadıkları plan, reva görmedikleri zulüm
kalmadı. Mâhir bir biçimde, İslâm coğrafyalarının inancına, ekonomisine, vatan
olma unsurlarına müdahaleyi kendilerinde hak buluyorlar.
İpotek altına alınmış vatan olma unsurlarıyla inancımıza
cephe alınışına artık refleks geliştirmeli Müslüman coğrafyalar. Kandırmaca
konforların geçici rehavetinden dikkatle imtina etmeli!
Yoksa pek çok hakkı kendilerinde mahfuz bulan Sırplar ve
Hırvatlar şartlı bağımsızlığın ceremesini Bosna’ya ödetirken, aslî unsurlarını
yok ettirme operasyonlarını maharetle devam ettiriyor olacaklar. Ve Bosna
kabirlerinde “altın zambak” normu, millî marşında suskunluğu ile tarihten
savaşarak yok edilemeyişin hıncını almak isteyenler tarafından sinsi ve sessiz planlarla
yoklaştırılma tehdidi ile karşı karşıya kalacak.
İşte Bosna’nın bir başka kanayan yarası daha!
25 yıllık zaferine rağmen hâlâ millî marşının sözleri
Bosna-Hersek Parlamentosu’nda bir türlü kabul görmüyor. Nasıl görsün? Eğer internet
ortamında “Bosna-Hersek millî marşı ve Aliya’nın askeri selâmlaması” olarak
arama yaparsanız, YouTube arşivinde kayıtlı bir video bulacaksınız. İşte o
videoyu seyrettiğinizde, “Nasıl millî
marşın sözleri kabul görsün?” sorumun cevabını sessiz, cümlesiz hissedişlerinizle
bulacaksınız.
Tir tir titreten millî marş ve Aliya
Şimdi o videoda yer alan Bosna’nın ilk ve gayr-i resmî
millî marşından söz edelim, bende oluşturduğu coşkuyu ve şerhini kelimelerle
resmetmeye çalışalım...
Gümbür gümbür bir müzik üzerine, sözleri Bilge Kral Aliya
İzzetbegoviç’e ait marş, Rizo Hanidoviç tarafından seslendirilmiş. Şimdi o cana
dokunan, vatan sevdâsını anlatan sözlere bir bakalım:
“Allah’ın mavi arşına/ Mabetlerden tekbirler yükseliyor/ Bunlar benim
ülkemin şarkılarıdır/ Bütün ovalar, bütün dağlar bu şarkıyı haykırıyor./ Kanlı
toprak üzerine kurulmuş/ Sevgili kız, haşin kız Bosna’m benim/ İki gözüm gibi
korurum seni/ Çünkü ben senin oğlunum, ben seninim senin./ Orada, Tuna’da altın
tohum/ Drina’da mavi şafak/ Neretva’da güneş batar/ Ovalarda yayılan sava./
Eğer düşman senin sınırlarına/
Şanlı atalarının hatıralarına dokunursa,/
Bu
dağlar, bu ovalar için canlarını verecek/
Şehitlerin kanlarında boğulacaktır.”
Bu dizelerdeki mücadele gücü, yurt sevdası, inanç aşkını
dinledikten sonra videoda Aliya’nın askerini selâmlamasını seyredeceksiniz.
Bilge Kral, “Esselamunaleykum” diye
sesleniyor askerlerine. Gümrah bir ses yükseliyor askerlerinden: “Aleykumesselâm!”
Ardından bir asker mikrofonla “Tekbir!” komutu veriyor. Yine o gümrah ses, kalbinizdeki imanı sorgulamanıza vesîle olacak inanmışlıkta “Allah-u Ekber!” nidâlarını göğe salıyor. Şimdi söyleyin; böyle coşkulu, böyle inanmış, böyle Allah’tan başka kimseden korkmayan, böyle zalimin zulmüne pervasız Müslüman Boşnakların bu sözleri millî marş olarak seslendirmelerine o malûm zalimler nasıl göz yumsun? Nasıl tahammül etsin bu müstesna inanmışlığa? Tir tir titremedikleri ne malûm bu dizelerdeki şuuru duyduklarında!
Üstelik bu marşın müziği, 1463 yılında Fatih Sultan
Mehmed (ks) Bosna’yı fethettiğinde ordusunun söylediği ilâhinin müziğine öyle
çok benziyor ki... İşte bu benzerlik, Sırp ve Hırvat parlamentosunun
tahammülünü aşan bir çağrışım olmalı!
Muhtemel bu gerekçeler gösterilmese de Aliya’nın
kalbinden süzülmüş bu milli marş sökülüp alınmış Boşnaklardan ve gayrî resmî
kılınmış! Hemen ardından 1992 yılında Bosna’nın popüler sanatçısı Dino Merlin’in
(Edin Dervişalidoviç) “Jedna si jedina/tek ve yegâne” isimli güftesi bir halk şarkısının
müziği üzerine uygulanıyor ve millî marş olarak 1992-1998 yılları arasında
Boşnakların millî marşı olarak kabul görse de, Sırplar ve Hırvatlar tarafından
sadece Boşnak halkını temsil ettiği iddiasıyla lanetleniyor.
(Bosna’nın ilk milli marşı: https://www.youtube.com/watch?v=xK3C2s1BYwk )
Bakın şu işe: Parlamenter yetersizlik!
Ne acıdır ki, Boşnak halkının bağımsızlık hakkı olan marş
hükümsüz, onların laneti hükümlü kılınıyor ve 1998’de BH’deki Yüksel
Temsilciler Dairesi yeni bir marş için yarışma açıyor. Banja Lukalı besteci
Dusan Sestiç’in “İntermezzo” isimli eserinin sözleri yine sabrı taşıran
tartışmalara sebep olduğu için 1999’un Haziran ayında aynı adlı beste sözsüz
bir biçimde marş olarak BH Yüksek Temsilcisi tarafından Boşnak milletine dikte
ediliyor.
Tam dokuz yıl, zaferini sözsüz bir millî marş ile
kutlayan Boşnaklar, 2008 yılında BH Bakanlar Kurulu Kararı ile yeniden bir
girişimde bulunuyorlar ve 15 bin 600 avroluk ödül tahsisi ile yeni bir yarışma
yapılmasını öngörüyorlar. Yarışma yapılıyor. 339 güfte başvuruyor. Ve bir eser
seçiliyor da... Bu eserin bestesi Sestiç ve Saraybosnalı bir müzisyen olan
Benjamin İsoviç...
Ancak 2009 yılında basına yansımasına ve “Bosna-Hersek, millî marşına kavuşuyor”
manşetleri atılmasına rağmen Boşnakların millî marşında sessizlik hâlâ hüküm
sürüyor. Boşnaklar, bırakın galibiyetlerini, milletlerarası spor
müsabakalarında birincilik madalyalarını aldıklarında sözsüz marşlarıyla
kimliksiz kılınmanın az görülür örneğini dünya kamuoyuna sunuyor! Ne gören var,
ne duyan; ne soran var, ne çâre bulan!
1995 yılında darmadağın olmuş, taş taş üzerinde kalmamış Bosna sadece görünür değil, görünmez değerlerinin müdafaası için eli kolu bağlı bırakılıyor. Avrupalının İnsan Hakları Mahkemesi acaba bu işe ne diyor? Bırakın bir insanın rencide edilmesi, bir milletin malum hakları ustaca hiçe sayılıyor! Uzaktan benim ülkemin irticaî faaliyetlerinde hak kovalayan uluslararası kurumlar bir etnik milletin marşına, bayrağına müdahaleyi ne hakla haklı bulabiliyor?
Ne acıdır ki, Boşnak halkının bağımsızlık hakkı olan marş hükümsüz, onların lâneti hükümlü kılınıyor.
Dostluk yürek ister!
Bağımsızlığını kanının son damlasına kadar akıtan
Boşnaklar, sözsüz, hissiz marşları, düne kadar altın zambaklı bayraklarıyla
gayet vakur ve asîl hatta uzlaşmacı ve geçimli dururken, Dayton Antlaşması
gereği oluşmuş yetkilerle Hırvat ve Sırp Parlamentosu acaba ne kadar dost ki
Boşnaklara onca cefalarının ardından bu iki ana unsuru ipotek altına alma hakkını
kendilerinde buluyorlar? Dostluk tastamam, azı çoğu olmaz, en az iki kavi yürek
ister. Bir taraf yürekli, diğer taraf yüreksizse orada dostluğun esâmesi
okunmaz!
Hâsılı bu iki yaradan başka sancıları da var Bosna’nın.
Ancak Boşnakların, insanlığın yüzkarası vahşet mimarlarını ve hırsla bütün coğrafyalara
müdahale hakkı bulan Hıristiyan âlemini utandıracak kadar güçlü ve asil
tevekkülü muhteşem bir servet! Gösterilmesi zor bir tahammül doğrusu…
Diliyoruz ki, bu tevekkülleri dua hükmüne geçsin ve gökyüzünde kanat çırpan şehitler hürmetine Bosna hak ettiği şartsız, sınırsız özgürlüğüne kavuşsun!
***
Akif’in altın lâlesi ve Batı’nın zambağı!
ANAYURDU Balkanlar Arnavutluk olan şair ve mütefekkir Mehmet Akif
Ersoy zalimin zulmüne şair olmaktan çok, bir mü’min olarak şiiriyle bakın nasıl
meydan okuyor!
“Şiirin anlamı şairin karnında saklıdır” dense de kim
bilir belki de şair bu dizeleriyle Batı’nın “altın zambağına” nispet ederek “altın
lâle” betimlemesiyle duyarlı, sorumlu ve farkındalık yüklü mesajını Hristiyan
dünyasına iletiyor...
“Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem;/
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem./ Biri ecdadıma saldırdı mı, hatta boğarım!/ -Boğamazsın ki!/ -Hiç olmazsa
yanımdan kovarım.(!)/ Üç buçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam;(!)/
Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam./ Doğduğumdan beridir, aşığım istiklale;/ Bana hiç tasmalık etmiş değil
altın lâle!/ Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum?/ Kesilir
belki, fakat çekmeye gelmez boyunum!/ Kanayan
bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim,/ Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte
yerim!/ Adam aldırma da geç git!, diyemem aldırırım./ Çiğnerim, çiğnenirim,
hakkı tutar kaldırırım!”
Avrupa’nın ortasında, etrafı Hristiyan ülkelerce
kuşatılmış, Arnavutluk’un Müslüman halkının, anayurdunun çektiği çileyi,
verdiği mücadeleyi birebir yüreğinde hisseden bu koca şair, “Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lâle!” dizesinde, imanlı kalbinden yansıyan asil duruşu ile nasıl da
yürekli meydan okuyor.
Akif, soluk aldığı dönemde Osmanlı lâlesinin dünyaya nam
salmış olmasından hareketle Hıristiyanlık âleminin “altın zambağı” arasında
temsili bir bağ kurmuş olmalı ki böylesi farkındalık yüklü bir sitemi
dizelerine taşımış.
Ve bugüne kadar bizler bu dizeyi maalesef bu bağ
üzerinden tahlil etmeyi ve şerh düşmeyi ihmal etmişiz. Bizler bugün,
teknolojinin tanıdığı imkânlarla küçülen dünya ve yakın köy mesafesine düşen dünya
ülkelerine ait bilgilere çarçabuk ulaşıyoruz ve hatta bu simgenin Fransızca
“fleur-de-iys” ifadesinden pek kolay haberdar olabiliyoruz.
Fakat Millî Şair’in yaşadığı dönemin imkânlarını ve şair
ruhunun hassasiyetini göz önünde bulundurduğumuzda, “altın lâle”den kastın
“altın zambak” olabileceği ihtimâli, doğrusu benim zihnimde daha da güçleniyor!
Millî Şairimizin sadece tek bir mısraa yüklediği anlam,
Rabbe iman etmiş bir kalp ile inançsızlığa ve zulme karşı nasıl meydan
okunabileceğini, hakikî bağımsızlığın boyunduruk altına girmekle mümkün
olmayacağının izahıdır!
Ancak bu kuvvetli ve pervasız duruş ile Hıristiyan Batı’ya
hâd bildirilebilir! Aksi durumda, görünmez kementlerle sürüklenmekten başka bir
kader düşmez bahtına Müslümanların ve İslâm coğrafyalarının!
Büyük şair Mehmet Akif’in bu farkındalık yüklü mısralarını hâfızamızda canlı tutmalı ve İslâm olmanın, “İnanıyorsanız üstünsünüz!” âyet-i kerîmesi hükmünce asil, vakur ve boyun eğmez bir inanmışlıkla bâtıl olanın karşında dimdik durmalı!
--------------------------------------
(1) Bosna kelimesi eski dilde “Horion Bosona/ İyi insanlar” ifadesinden gelmektedir. İlk olarak 958 yılında Bizans İmparatoru VII Konstantin tarafından adlandırılmıştır.
(2) Encyclopadia Britannica Fifteen Edition
(3) Matta 28:18-20 ve İncil, Romalılar 6:3-6
(4) Askeri Müze Komutanlığı- Madalyalar ve Nişanlar
(5) Maide-51
(6) Nisa-139