Boşluk

O günden sonra benim de cam bilyeler eksik olmadı hiç gözlerimden. Parlayışının aksine, dünyaya puslu bakarak içime doğru berraklaşıyordu bu bilyeler. Artık bedenim değildi sanki taşıdığım, bütünüyle kocaman bir kalp olmuştum ve beni koruyacak bir göğüs kafesim de kalmamıştı. Sanki kalp içinde bir kafes, ülkemde bıraktığım bedenimi saklıyordu.

İLK o gün hissetmiştim rûhumu ve en çok o gün bilmek istemiştim bu insanların kim olduğunu. Ailece ülkemizden giderken bombaların açtığı çukurlardan birine düştüğümde anladım: Evlerimizi ve ülkemizi bombalayanlar, sadece çocuğunu çok seven Hazreti Yakûb’un oğlu Yûsuf’u değil, Müslümanları kuyuya atmak istiyorlardı.

Hangi köşe kapma oyununda bizim yerimize bulduysa bombalar arkadaşlarımızı, bende bu düştüğüm yerde kendimi ve oyuncak bebeğimi bulamayacak kadar küçüktüm. Ellerimin arasından kayan bebeğim benimle birlikte çukura düştüğünde, acıyan başıma ve koluma karşılık, bebeğimi yerden alıp daha çok acıyan yerime, kalbime bastırmıştım. Çıkacağım yoktu buradan, gücüm yoktu...

Babam elini uzatıyor fakat ben tutmak istemiyordum. Doğrusu tutacak ve tutunacak gücü kendimde bulamıyordum. Ne kadar bomba atılsa ve her gün korkuyla yaşasak da gitmek istemiyordum ülkemden. Yaşlı oldukları için bizimle gelemeyen dedemi ve ninemi bırakmak istemiyordum. Hem kim bahçenin gizli köşesine gömdüğüm güvercinime duâ okuyacaktı benden sonra? Kim sulayacaktı çiçeklerimi? Onlar da benim gibi solacak mıydı şimdi?

Hayır, küçücük kalbimle buna izin veremezdim! İşte bu yüzden tutmayacaktım o eli! O eli tuttuğumda, evet, bu çukurdan çıkacaktım, fakat beni saran bu duygulardan kurtulamayacaktım.

Babamın ısrarlı bakışlarının ardında hem azarlayıcı, hem de seven başka bir tavır da vardı. Bir anda kurumuş dudaklarının arasından bir ses geldi: “Arkanda yılan var!”

Korkuyla arkama bile bakmadan hemen babamın elini tuttum ve kendimi evimle yüz yüze buldum. Gözlerimde yaşlar dolu olduğu hâlde arkama dönüp baktığımda, yılanın olmadığını fark ettim. Oradan bir an önce çıkmam için babam beni kandırmıştı. “Zamanımız yok, haydi kızım!” diyerek azarlamıştı da üstelik.

Gitme vakti gelmişti ve benim yapabilecek hiçbir şeyim yoktu. Kilometrelerce yol yürüdük. Bu sefer bir daha düşmemem için annem elimi tutmuştu. Diğer eliyle de küçük kız kardeşimi kucağında tutmaya çalışıyordu. O da gitmek istemiyordu ki… Ne yürüyor, ne de kucakta duruyordu. Yoruldukça elleri arasında değişim yapan annemin dilinde hep aynı cümle vardı: “Yardım et Rabbim! Yardım et Rabbim!”

Anneme daha dikkatli yürüyeceğime söz vererek elini bırakmış ve babamın tarafına doğru ilerlemiştim. Babamı taşıdığı eşyalardan dolayı yorgun bulmama rağmen, yüzündeki hüzünle karışık tebessüm kalbime iyi gelmişti. Ben de onu taklit etmek istemiştim fakat susuzluktan kuruyup çatlamış dudaklarımı hareket ettirmemle birlikte acı ve beraberinde kan tadı hissetmiştim. Gülmek buralarda acı veriyordu bize. Ama zor olsa dahi gülmek istiyordum doyasıya…

Artık iyice yorulduğum ve takatimin kesildiği bir sırada babam, “Geldik! Bakın, ilerideki otobüs!” diyerek mutlulukla hızlandırmıştı ayaklarını. Ben de çok sevinmiş ve son gücümle zıplaya zıplaya gitmeye başlamıştım. Fakat başım göğe değil, yere değiyordu her seferinde. O kadar korkmuştum ki artık başımın üstünden ıslık sesleriyle koşan bombalardan, hemen normal seyrime dönmüştüm. Çünkü kardeşlerimi ve arkadaşlarımı üzerine bindirip çok uzaklara götürüyordu o. Annem öyle söylemişti onların neden gelmediğini sorduğumda. Ama ben ayrılmak istemiyordum ki ailemden. O yüzden beni uzaklara götürmek isteyen bu işaretçi seslerden bile uzak durmak istiyordum.

Sesler ve hisler içinde otobüste yer almak için sıraya girmiştik. Artık yer kalmayan otobüste biz çocukları koridor boşluğuna oturtmuşlardı. Çok rahat edemesem de annem üzülmesin diye sesimi çıkarmıyordum. Gece çökmeye başlayınca, ara sıra vuran ışıkta insanların gözlerinin içinin parladığını görüyordum. Karanlıkta birer cam bilye gibiydi bu gözler. Fakat mutluluktan parlamak değildi bu, gözyaşlarını dökmemek için gözlerini dopdolu uzaklara dikmekti.

O günden sonra benim de cam bilyeler eksik olmadı hiç gözlerimden. Parlayışının aksine, dünyaya puslu bakarak içime doğru berraklaşıyordu bu bilyeler. Artık bedenim değildi sanki taşıdığım, bütünüyle kocaman bir kalp olmuştum ve beni koruyacak bir göğüs kafesim de kalmamıştı. Sanki kalp içinde bir kafes, ülkemde bıraktığım bedenimi saklıyordu. Dışarıdan gelen her türlü etki gözlerime çarpıp bilyeleri kırıyordu. Ve ben de bu bilyelerle oynayacak çocukluğumu arıyordum…