Boşluk

Araziyi kısmen varlıktan bilsek de üstündekiler bizim için hiçbir hüküm ifade etmediler. Arazi bizim diye üstündekileri de bizim saydık ve yanıldık. Ne olduklarını öğrenmek yerine, onlardan kendi zihnimize uygun, güzel (!) alternatifler yetiştirmeye çalıştık. Ancak tutturamadık. Tutturamadıkça onlardan uzaklaştık, hattâ kendimize düşman ettik. Sonra boşlukları dolduranlar geldi, biz de izledik.

ADAMIN birine ait boş bir arazi vardı. Üzerinde hiçbir şey bulunmuyordu ne “ekili”, ne de “dikili”...

Bir ara bu arazide renk renk çiçekler, birbirinden farklı otlar bitti. Gördü, ama hiç oralı olmadı adam.

Bir gün arazisinin kenarından geçerken, başka adamlardan birinin kendisine ait arazide biten çiçek ve otları suladığını, hattâ topraklarının nefes alması için etraflarını çapaladığını gördü. Tabiî sahiplik hissiyle derhâl bu adamın yanına gitti ve söylenmeye başladı: “Ne yapıyorsun be adam, burası benim arazim!”

Diğer adam baktı suratına arazi sahibinin, “Anladım” dedi ve ekledi: “Çiçekler ve otlar da… Değil mi?”

Adam, “Evet!” dedi hışımla. Diğeri tekrar bir süre daha baktı adamın suratına. Sonra bir şey demeden gitti. Biraz uzaklaştı. Durdu. Arkasına baktı. Arazi sahibi kendisine nefretle bakıyordu…

Diğer adam gidince, arazi sahibi de ikâmet ettiği evine gitti. Hayatı da buydu ya; bir evi, bir de boş arazisi… Gel gel, git git…

Perdesini araladı, arazisine baktı. Diğer adamın neden çiçeklerle otları sorduğuna akıl sır erdiremedi. Yoksa değil miydi? Arazi onunsa, arazide yetişenler de onun olmaz mıydı?

Hemen konuya dair yazılı kitabı bulup, okudu ilgili satırları. Evet, arazide yetişenler de onundu, öyleyse sorun yoktu. “Tuhaf adam!” diye söylendi kendi kendine…

Ertesi gün aklı başına gelir gibi olmuştu. Demek ki bu arazi ekime uygundu. “Fındıkta iyi para var” dedi, araziyi fındık fidanlarıyla donattı. Tutmadı. “En iyisi armudu deneyeyim” dedi, armutla döşedi araziyi. Tutmadı. “Ağaç olmayacak, fasulye ekeyim” dedi. Tutmadı. Lahanadan da istediğini alamadı, biberden de…

Elde ettiklerinin bir ikisi iş görmüyordu, ama onları da evinin en güzel köşelerine yerleştiriyordu.

Ne yaptıysa olmadı, ne ettiyse tutmadı. Neyse… Nasılsa arazi, arazi idi, olduğu yerde duruyordu…

Hiçbir şey ekmemeye karar verdikten bir süre sonra, yine evinin penceresinden uzun uzun baktı adam. Daha evvel biten çiçekler yine oradaydılar. Otlar da tabiî… Anlamadı, yine oralı olmadı…

Evinden çıktığı bir gün uzaktan fark etti ki, diğer adam yine arazisinin başında… Çiçekleri suluyor, otları havalandırıyor…

Arazi sahibi, soluğu yine diğer adamın yanında aldı ve çıkıştı sert ve net biçimde: “Anlamıyor musun be adam? Bu arazi de, üstündekiler de benim!”

Bunun üzerine diğer adam, ikinci sorusunun da cevabını peşinen alınca arazi sahibinin yüzüne bakmadan, sadece çiçeklere ve otlara selâm vererek ayrıldı bu kez oradan. Arkasına da bakmadı!

Arazi sahibi, oralı olmadığı çiçek ve otların hangi cins ve hangi türden olduklarını bilmiyor, bunun için bir kitaba da başvurmuyordu. Zaten onun okuduğu tek kitap, arazinin üstündekilerin kime ait olduğuna cevap veren kitaptı. Bunun ona yettiğini düşünürdü hep. Hem diğer adam sulayıp çapalamıyor muydu, kendisi daha da güzelini yapardı…

Olmadı!

Bakmadığı hâlde sadece doğal hâliyle biten çiçekleri ya çokça suladı ya da susuz bıraktı. Otların kokularıysa tükenmiş, yaprakları çürümüştü…

Becerememişti. Ancak suçu kendinde aramaktan âdeta korkuyordu. Kendi kendisinin otoritesini sarsacağından çekiniyordu. Hattâ sitem bile ediyordu bazen arazisinin çiçekleriyle otlarına. Bazı zamanlar diğer adamın gelişlerini penceresinden izliyor, hiçbir şey yapamıyordu. Hattâ kendisine, arazisindeki çiçek ve otlara nasıl davranması yahut da ondan bir şeyler öğrenmesi gerektiğini söyleyenleri “diğer adamın adamı veya taraftarı” olmakla itham ederek bir de suçluyordu.

Arazi boştu. Boşluğu doldurmak lâzımdı. Fakat adam, kendine lâzım olan kitabı okumamakta ısrarcıydı. Boşluğu ise mutlaka dolduracak birileri bulunurdu. Değil mi?

Araziyi kısmen varlıktan bilsek de üstündekiler bizim için hiçbir hüküm ifade etmediler. Arazi bizim diye üstündekileri de bizim saydık ve yanıldık. Ne olduklarını öğrenmek yerine, onlardan kendi zihnimize uygun, güzel (!) alternatifler yetiştirmeye çalıştık. Ancak tutturamadık. Tutturamadıkça onlardan uzaklaştık, hattâ kendimize düşman ettik. Sonra boşlukları dolduranlar geldi, biz de izledik.

Paralel sahipler, paralel akımlar, paralel devreler, paralel iktidarlar, paralel müfredatlar, paralel gençlik, paralel kültür, paralel liderler, paralel araziler, paralel çiçekler, paralel otlar, paralel karakterler, paralel mezhepler, paralel risaletler, paralel dinler doldurdu boşlukları, biz de izledik.

Özür dileriz!

***

Kutlu devlet olsun ve Kutlu Doğum’un tevafuk ettiği bu tarihte, Türkiye Cumhuriyeti’nin de cihana kut taşıdığını görelim inşallah…

İkisi de berekete ve selâma vesîle olsun!