
HANİ sığmaz ya insan bazen hiçbir yere; kalbin göğüs kafesine, ruhun bedenine, bedenin evrene…
Sığınacak bir yer ararsın kendine; göğüs kafesini sıkıştıran mengeneyi gevşetecek, ruhuna dar gelen bedenini genişletecek, içinde bir türlü yer edinemediğin kâinata yerleşecek.
Gitmek istersin fakat bilemezsin ne kadar uzaklıktaki mesafeler bizi kendimize yakın eyler. Ve yine bilinmez hangi yakınlık bizi böylesine bir yalnızlığın kollarına iter.
Nasıl ki yarım bıraktığımız günlük işlerimizi zihnimizde gittiğimiz her yere taşırız, o yarım kalmışlık bize yük olur, fazlalık olur, konsantre olmamız gereken uğraşlarımıza ve diğer meşguliyetlerimize yoğunlaşamayız ve aklımız hep o yarım işimizdedir, işte bu durumun tam aksi olan manevî noksanlarımız ise kalbimizde yarım ya da eksik bir şeyler, adını koyamadığımız bir boşluk yaratıyor. Sanki olmanın hakkını verememenin ağırlığı, vazgeçemediğimiz meveddetlerimiz... Kim bilir, belki de zamanın etkilerinden dolayı yorulmuşluğumuz ve zamana etki edemeyişimizin bize hissettirdiği o yok oluşun nahoş tadı, kalplerde, gönüllerde, zihinlerde kramplara vesile oluyor.
Bu anlatılm(az)lığın ve anlaşılmazlığın girdabında ruhumuz güz mevsimini kuşanıyor, dalından düşen her yaprağın salâsını kalbimizin dehlizlerinden yükselen yankılarda işitiyoruz. Bu savruluşun rüzgârı ile kaçarken kimsesizliğimize, yaz ortasında soğuktan üşüyen varlığımıza sığınacak bir cübbe arar, zaman zaman bildiğimiz bilmediğimiz her ne varsa kendimize, ailemize, çevremize ve dünyaya dair her şeyi unutup, sarındığımız o kisvenin sıcaklığında yok olmayı arzularız. İki göz kapağımızın arasındaki o sonsuz mesafede, söyleşen geveze düşlerimize “Kalk gidelim” der, bir fark edişin aydınlığına demir atmak isteriz.
Göğsümüze doldurduğumuz güneş ile içimizdeki bahçeleri şenlendirecek, sararan ruhlarımızı yeşertecek, kolumuzu kanadımızı diriltecek, bizi bu asrın hüsranından uzaklaştıracak bir hicret mevsimi dileriz. Adını koyamadığımız bu içsel ve ruhumuzun bamteline dokunan sızının, tarifini yapamadığımız kederin ve buhranın sebebi, günlük hayatın telaşıyla bastırdığımız, iliklerimize kadar hissedemediğimiz, sessiz kalışlarımızın çığlığı olabilir mi?
Dünyanın gözü önünde yalnızlığın ve bîçareliğin en hasını yaşayan mazlumların kimsesizliğine uzanamayan ellerimizin çaresizliği mi çekiyor bizi içimizin kuytularına? Deryanın içinde deryayı fark edemeden mi kaybolduk modern hücrelerimizde? Çevrimiçi kalabalıklarda mı hasret kaldık, yoksa kendimize ve birbirimize mi? Hâlbuki gözden göze, gönülden gönle sirayet eder tüm güzellikler. Oysa şimdilerde ne başımızı kaldırıp bakabiliyoruz gökyüzüne, ne de bir dostun gözlerine. İnsan ne birbirine, ne de kendine çevrimiçi yetişemez ki… İyileşemez, şifa bulamaz. İşte bu sebepten can cana, yüz yüze, göz göze temas gerek bizlere.
Bizi bize, bizi kendimize yabancılaştıran, uzaklaştıran, yalnızlaştıranlar elimizi, gözümüzü, işimizi, ailemizi, hatta tüm cismimizi hedef alanlar önce elimize zehirli bir ikram verdiler ve tüm duyu organlarımızı ele geçirdiler, sonra da modern psikolojinin “Önce ben!” kavramını zihinlere zerk ettiler. Zehri, bize panzehir diye sundular. İşte bizi böyle böyle birbirimizden, hatta benliğimizden, öz kimliğimizden bîhaber eyleyip kardeşin kardeşe şefkat ve muhabbet nazarını kestiler. Aramıza dikenli teller çektiler. O kablolar ve kanallar ile bizi birbirimize çok yaklaştırıyormuş gibi gösterseler de yaptıkları büyü ile hayli uzaklaştırıp hissizleştirdiler. Yine bu kablolar ve kanallar vasıtasıyla üzerimize boca ettikleri eşya ve haz iteledi insanı dünyanın boş işler kuyusuna.
Bakınca görmeye, duyunca dinlemeye yüreğin tahammül edemediği haberlere yüz çevirdikten beri empati, dünyanın en yetersiz sözcüğü olmadı mı sizce de? Günümüz insanı, kendini kimsenin yerine koyamadan, kimsenin yerinde hissedemeden oyalanırken o karanlıkta, bu saldırıya direnenler ise düşüyor içinin kuytularına. Hangi kuyunun ve hangi kuytunun dibinde olursak olalım, ruh, bir yerlerde acı çeken insanların ıstırabını hissediyor. Yiyip içtiğimizden, yaptığımız işlerden keyif alamayışımızın nedeni bu hissiyattan başka ne olabilir ki?
Şimdi, hiç olamadığı kadar ihtiyaç duyduğumuz o yalnızlığa kanat çırpıp ellerimizi dizlerimize koyacağımız, gözlerimizi ellerimize “yas”layacağımız, umudu dualarla bereketlendireceğimiz vakitleri kollamalıyız. Elimizi, kolumuzu, özümüzü, sözümüzü, kalbimizi yeniden diriltecek bir mahkeme kurmalı ve bu duruşmanın yargıcı da, sanığı da biz olmalıyız. Tek tek sırattan geçirirken duyguları, niceliğine değil, niteliğine bakmalıyız. Ruhumuzu daraltan tüm heva ve heveslerden uzaklaşma kararı almalı, bizi bize yaklaştıracak müdahalelerde bulunmalıyız hayatlarımıza. Aramızdaki, deforme olmuş yahut koparılmış maddî-manevî tüm iletişim kanallarını yeniden onarıp bizi biz eyleyen şuur ve şiarı kuşanmalıyız.
Doğuda, çağın en zifiri karanlığında, yalnızlığın en derin kuyusundaki Yusuflara bakmalı, onlardan ders almalı, yarım bıraktığımız her ne varsa (duamızı, dâvâmızı, şükrümüzü) tamamlamalı, sebepler ve imkânlar dairesinde o kuyulara bir ip salmalıyız. Hiçbir engele, güçlüğe, kötülüğe, zulme aldırış etmeden onurlu direnişleri ile kurtuluş gemisini inşâ eden Nuhlara yoldaş olamamanın sancısını tüm hücrelerimizde hissetmeliyiz. Yalnızlığın derdindeki Eyyublara derman olmak adına, “Yılların zulmü değişmedi, değişmez” diyenlere kulak asmadan, mazluma yaşatılanları kanıksamamalı ve alışmaktan kaçınmalı, bize ulaşan her acı haberde boğazımızda oluşan o yumruk büyüklüğündeki düğümlere bir düğüm daha atmalı, bir avuç Firavun’a, Nemrut’un yaktığı ateşi körükleyenlerin çokluğuna, vurdumduymazlığına, kayıtsızlıklarına bakmaksızın safını belli etmek isteyen karınca misali dualarla, boykotlarla, yazarak, çizerek tüm eylemlerimizle o ateşi gül bahçesine döndürmek adına (Yaratan’ın izniyle) yalnızlığın ateşindeki İbrahimler için biz de kendi içimizdeki yangınları körüklemeliyiz.
Yalnızlığın sabrındaki Yakub’un (as) yitik evlâdını arayışındaki ateşi yüreğimize düşmedikçe, özümüzü ve gönlümüzü Yakub’un (as) gözyaşlarıyla yıkamadıkça, bu yitiklerimizi ve kayıplarımızı bulamayacak, adını koyamadığımız sıkıntılarımızı gideremeyecek, boşluklarımızı dolduramayacağız.
Kıymetli okur, son zamanlarda yaşadığım içimdeki huzursuzluğun ve boşluğun nedenini sorgularken içimi açtım size. Bu metni yazarken içimden akıp giden olumsuz duygular sizden de akıp gitsin. İçime dolan umut ve olumlu duygular ise sizin de gönlünüze dolsun dilerim.