Boğaz’ın yüzyıllardır değişmeyen manzarası

Yüzlerce yıllık İstanbul silueti, varsın bozulsun! Kim utanacaksa, kimin payına vebâl düşüyorsa, onlar düşünsün! Biz, bir kere daha, buradan fısıldayalım dedik. Belki faydası dokunur. Zira bazen yavaşça söylenen sözlerin etkisi, yüksek sesle söylenenden fazla olur. Olabilir. Niye olmasın?

târihinde İngilterelerden çıkıp İstanbul’a gelen ve BBC için belgesel çeken Bay Morris’ten bahsetmiştik. O târih 1961 idi.

İstanbul’da 500’ün üzerinde câmi olduğunu söylemesi üzerine, önceki yazımızı kaleme almıştık. Her cümlesine bir yazı yazacak değiliz elbette. Yoksa mevzu senelerce sürer.

Döneminin ünlü televizyon sunucularından olan John Morris, 1999’da hayata veda etmiş.

Onun gezip çekim yaptığı dönem, neredeyse gravürlerin İstanbul’u.

Tekneyle Boğaz turu yaparken, binaların suya çok yakın yapılmasına hayret ediyor. “Neredeyse suyun içine düşmüşler” cümlesine bakarak, gençliğinde şiir yazmışlığına hükmedebiliriz.

Şâirliğini bilmem de iki kitabı var. Biri “Tıpkı Senin ve Benim Gibi”, diğeri “Yirmi Beş Yılda Dünya Turu”.

Dünyanın incisi İstanbul Boğazı’nda gördüğü yalılardan ve saraylardan epeyce etkilenmiş. Birinin yakınından geçerken, şöyle söylüyor: “Burada, yüz tane eşinizle birlikte yaşamaktan mutlu olur muydunuz?”

Batılı seyyahların bizden tarafa bakışlarında ilk akıllarına gelen mevzu, çoğunlukla budur maalesef.

Tekne metruk hâldeki bir büyük yapının önüne geldiğinde, yaptığı yorum yine aynı açıya sâhip.

“Burada başka bir mesken daha var. Yazık… Sanırım bakım giderleri ve hizmetçilerle sorunlar ve eşlerinden 47’sinin burayı hiç sevmemiş olması sebebiyle bu hâlde.”

Bizim bazı turist rehberlerimiz de Batılıların bu merakını iyi bildiklerinden, İstanbul’da tur yaparken, her geçtikleri yer için aynı minvalde hikâyeler anlatmaktan geri durmazlar. Uyduruk fantezilere kapılan turistler de ülkesine dönünce, kendi kafalarına göre eklemeler yaparak anlatırlar muhtemelen.

Herkes Leydi Montegü değil ki…

Bizim John, Rumeli Hisarı önünden geçerken, “Kale çok iyi durumda” yorumunu yapıyor, “Holivud’un hâlâ burayı almamış olması çok şaşırtıcı”.

Sonra da ekliyor: “Bu kale birçok eski kale gibi ürkütücü bir görünüme sâhip değil.”

Bravo. Doğrusu bunu iyi tespit etmiş.

O hisar, Fatih’in eseri. Estetiğiyle, sağlamlığıyla koca sultanın izlerini taşıyor. Yalnızca yaptıran değil, çizimi de ona ait.

*

Ünlü sunucu, hayran kaldığı Boğaz’ı överken, “bu manzaranın yüzyıllardır değişmediğine” vurgu yapıyor.

İşte burada durup soluklansak iyi olur.

Birkaç nefes alalım.

Boğaz’daki manzaranın -o târihte Morris’in dediği gibi- asırlardır değişmediğini hatırlayalım ve sonra… Sâhi, sonra ne yapalım?

En iyisi bir şiir okuyalım.

Suavi Kemal Yazgıç’ın “Kat Karşılığı Kent” isimli şiirini, Beşiktaş’tan Bekir, Üsküdar’dan Selman, Kadıköy’den emekli hâkim Rıfkı Bey ile Fındıkzâde’den Hâle, Jâle, Lâle ve bütün mahalle için seçtim.

 

istanbul en çok yıkılan şehir

hafriyat kamyonları

harf harf taşıyorlar dersaadeti

kelimeler çabuk eskiyor

kurulamıyor özneden yükleme bir cümle

istanbul müteahhitliğin başkenti

 

istanbul en büyük şantiye

katlar yükseldikçe

asansörler düşüyor

işsizlik ve iş kazaları

yarışıyor haber değeri taşımasa da

kurulan onca cümlede

merhamet eksik kalıyor

istanbul kaçırılmış uykuların başkenti

 

istanbul istatistiksel bir yalan

devam ediyor hâlâ

toplu taşıma araçları ile

barajların doluluk oranları arasında

yaşanan soğuk savaş

hapishaneler toplu konut alanı

mezarlıklar alışveriş merkezi yapılıyor

istanbul kıyamet alametlerinin başkenti

*

Ne izah gerekiyor, ne şerh.          

Şehrin durumunu gayet iyi anlatmış, sağ olsun.

Nüfus yarım asır içinde yüzde bin 500 artarsa, binaları yukarı doğru çıkarmaktan başka çâre görünmez. Etraf denizlerle ve aradaki Boğaz’la çevrilmişken, yâni gidecek yer yokken, o kadar insan nereye sığacak başka?

Kaçınılmaz olandan kaçmak mümkün mü?

Ne var ki, gökdelen denilen dev binalar yapılırken de bir plân program uygulanabilinirdi.

En azından İstanbul’un meşhur silueti bozulmasaydı.

Yanarım yanarım, ona yanarım!

Anadolu yakasından Sarayburnu tarafına baktığınızda, en başta, on minâreli bir manzara görünür idi.

Altı tanesi Sultanahmet Câmiine, dördü de Ayasofya Câmiine ait.

Sonraki câmi minâreleri, sırayla devam eder gider ama uçtaki bu kısım, özellikle pek çarpıcı gelir ki, çok uzun zamandır şehrin sembolü olarak kullanılmıştır.

İstanbul Belediyesi de onu seneler boyunca kullandı. Biletlerde, panolarda, resimlerde, yazılı çizili basılı her evrakta görürdük o meşhur on minâreli İstanbul siluetini.

Tâ ki resim bozulana kadar…

Zeytinburnu tarafına iki üç tane gökdelen yapılınca, o minâreler arasından uçları baş gösterdi.

O binaların minâreler arasından görünmesi hiç de hoş karşılanmadı. Epeyce tepki çekti.

Fakir de gazetedeki sütununda üç dört defa bu konuya temas etti.

Öyle ki, o binalar belediyenin izniyle yapıldığına göre, belediye yetkilileri ya o üst katları tıraşlama kararı almalı yahut sembolündeki minâreler arasına yeni figürleri ilâve etmeli diye teklifte bile bulunmuştuk vaktiyle.

Zamanın bakanlarından biri de, “Efendim, o taraftan bakınca siluet bozuluyorsa, yerinizi değiştirin, öbür taraftan bakın” gibi tavsiyelerde bulunmuştu.

Hiç kimsenin aklına gelmeyen bir çözümdü tabiî. Kutlamak gerekirdi, kutlayamadık.

Biz o günden sonra sayın bakana “Öbür Taraftan Bakan” demeyi düşündük fakat gereksiz yere incinmesin dedik.

Zaten gerek kalmamıştı. Hem önemli olan, ona cevap yetiştirmek değildi, hem de Koca Reis bile bu durumun yakışıksız olduğunu ve tıraşlanması gerektiğini söylemişti.

Olay mahkemeye kadar yürüdü. Koşarak yahut bir vasıtayla gitmedi. Yürüdü gitti. Bu yüzden işler biraz yavaş ilerledi.

Karar, büyük çoğunluğu memnun edecek şekilde çıktı şükürler olsun.

Gelin görün ki, o binalar hâlâ yerli yerinde.

Ne tıraş yapıldı, ne fön çekildi.

Zaten gündem günde on defa değiştiği için, unutuldu gitti.

Bakınız, eski İstanbul’a dair çekimlere meraklı olmasaydım ve şu İngiliz’in programını seyretmeseydim, bu konuda yazmayı düşünmezdim. Aradan yıllar geçtiği için aklıma zor gelirdi.

Arada bir yanından geçtikçe veya Anadolu yakasından bakınca görüp hatırlıyoruz, o kadar.

Bazı çokbilmişler, binaların tıraşlanmasının mümkün olmadığını savundu. Mahkeme kararına rağmen mi? Evet, ona rağmen.

“Niye?” diye sorduk. Çünkü o binalar çok pahalıya satılmış. Özellikle üst katları ekseri yabancılar almış. Şimdi üst katlar kırpılırsa ne denirmiş falan filan…

Adamlar haklı çıktı, iyi mi?

*

Derler ki, vaktiyle adamın biri, ormandan eşeğine yükünü sarmış, köyüne dönmek üzere yola çıkmış. Herhâlde odun yaptı kış için.

Yolu üzerinde bir küçük taş köprü var. Köprünün üstünden başka bir köye gidiliyor, altından geçerse kendi köyüne. Derecik de kurumuş gibi…

Adam o yoldan köyüne gidecek ama köprü yanında durmuş, elinde bir çekiç, köprünün taşlarını kırmaya çalışıyor.

Gören biri ne yaptığını sorunca, izah etmiş:

“Ha bu köprü alçalmış, eşeğin kulaklarıyla kafası köprüye değiyor, hayvan geçemiyor. Onun için taşlarını biraz kırmaya çalışıyorum.”

Öteki, “A be hemşerim” demiş, “Bu köprü târihî eserdir. Ona zarar verme, yazık! Hem köprüdeki taşları kırmana gerek yok. Toprağı biraz kazman yeterli”.

Bizimkinin gülmesi tutmuş:

“Köprüye değen, eşeğin ayakları değil ki, başıyla kulakları. Alt kısımda bir sorun yok.”

*     

O gökdelenler için de aynı şeyi düşünmüştüm.

“Eğer üst katlardakiler gücenecek, itiraz edecek, bozuk çalacak, yetmezmiş gibi bir de küsecek diye endişe ediyorsanız, alt kısımdan birkaç katı tıraşlayın” diyecektim. Ondan da vazgeçtim.

Normal cümleleri yanlış anlayan bu kadar çokken, ironiyi kaç kişi doğru anlayacak!

Yüzlerce yıllık İstanbul silueti, varsın bozulsun!

Kim utanacaksa, kimin payına vebâl düşüyorsa, onlar düşünsün!

Biz, bir kere daha, buradan fısıldayalım dedik.

Belki faydası dokunur.

Zira bazen yavaşça söylenen sözlerin etkisi, yüksek sesle söylenenden fazla olur. Olabilir. Niye olmasın?