COĞRAFÎ Keşifler,
matbaanın yaygınlaşması, buharlı makina îcâdı ve ardından gelen Sanayi Devrimi’ni
gerilerden takip eden Osmanlı’da bilim ve teknoloji alanındaki gelişmelerin
önünde yer alan engeller tartışılmış, Üçüncü Selim ve İkinci Mahmud’la başlayan
modernleşme çalışmaları, Birinci ve İkinci Meşrutiyet ilânı ile çözüm
arayışlarına devam etmiştir.
Malûmdur
ki, Avrupa’da sömürgelerden getirilen hammaddenin işlenmesinin gerekliliği,
Sanayi Devrimi’nin oluşumunda itici güçlerin başında gelmiştir. Batı’nın dünya
hâkimiyeti ve hâlâ bitmeyen mal hırsı ile uzak coğrafyaları kolonileştirerek
zenginlikler elde etmesi karşısında materyal anlamda gerileyen Osmanlı bugünün
Türkiye’sine evrilmiş, ancak Batı ile olan onca kültürel münasebetine rağmen
yine de sömürgeci bu yapıya mensup olmamıştır.
Selçuklu
ve Osmanlı geleneğinde, kuruldukları tarihten bu zamana sömürgecilik yerine
fetih ruhu ile hareket edilmesi, maddî kazanımlardan ziyade gönüllerin
kazanılması merkeze alınmıştır. Fethettikleri yerlerde yaşayan toplumların din
ve vicdan hürriyetlerine karışmasa da Türkler, bin yıldan beri Doğu ve Batı’nın
güç dengelerindeki rekabetin başatı durumundadır. Bundan dolayı Avrupa, “Türk”
etiketinde İslâm’ın temsiline daima husûmet beslemektedir.
Dünyanın
en değerli arsasında bin yıldır oturmak, üstüne üstlük Batı dünyasının kendine
nispet ettiği “Îsevîlik” inanışının yeşerdiği ve dallanıp budaklandığı Antakya,
Konya, İznik ve İstanbul gibi Hıristiyanlığın maddî ve manevî mirasını taşıyan
bir yerde bulunmak da Batı dünyasının ayrı bir sorunudur.
Hazreti
Muhammed’in (sav) tarih sahnesine çıkmasından önce, “bizim coğrafyamıza göre”
Doğu ve Batı’nın son büyük temsilcileri olan Roma İmparatorluğu’nun mirasçısı
Bizans ve Pers İmparatorluğu’nun mirasçısı Sasaniler arasında Anadolu
toprakları için mücadeleler verilmişti. Müslüman Arapların Sasanileri tarihten
silmesi ve Bizans’ı dize getirmesiyle Doğu’daki büyük güç, artık Arap
Müslümanlarının temsiline geçti. Tâ ki, Türkler Müslümanlaşarak doğudan akın
akın göç etmeye başlayıncaya kadar...
O
dönemin Asya ve Avrupa sınırlarını bu rekabetlerin sonuçları belirlediği için
bugünkü gibi net bir Asya Avrupa sınırından bahsetmek mümkün değildir. Hattâ
Batılılar “Avrupa” ismini bile, Yunan mitolojisine dayandırılan Fenike Kralı
Agenor’un kızı Europa’dan almaktadır. Hikâyeye göre tanrılar kralı Zeus,
Europa’yı tavlamak için beyaz bir boğa şeklinde görünür. Europa ile yakınlaşır
ve sırtına binen güzeller güzeli ile bugünkü Lübnan civarlarından Girit adasına
kadar yüzer. Orada tekrar Zeus şekline döner ve Europa ile izdivacı sonucu üç
çocuğu olur. Bu pencereden bakıldığında sınırların nerede başladığı ve bittiği
meselesi, dünyanın genelinin bir haritası çıkarıldıktan sonra mevzubahis
olmuştur.
Batı
dünyasının aslî unsuru olarak kabul edilen Hıristiyanlığın doğduğu yerler ve
Yunan mitolojisinden kaynaklı kıtaya verilen isim, aslında Doğu kökenlidir.
Bugün Strasburg’daki Avrupa Parlamentosu binasının önündeki boğa heykeli ve
üzerindeki kız, Yunan-Helen dönemine ait mitolojiyi sembolize etmektedir.
Önce
Arap, sonra Türk Müslümanların Orta Asya ve Anadolu topraklarında tarih
sahnesine çıkışı ile uzun vadede bu topraklardan mahrum kalan Batılılar, bin
yıldır Doğu-Batı arasındaki siyasal/ekonomik/kültürel rekabet ve mücadelesini
Türklerle ve Batılının gözünde İslâm’la eşanlamlı olan Türklükle devam
ettirmektedir.
Bu
rekabetin askerî/siyâsî/ekonomik yönü belli tarihlerle sınırlandırılsa da
“kültürel yönü” tarihlere sığamayacak kadar kapsamlı ve geniş bir konudur. Biz
bu kısa tarihsel girişin ardından, Avrupa özelinde Batı ile kültürel
münasebetlerimizin günümüzdeki seyrine göz atmayı amaçladık. Bir iddiamız
olmadığını, bilgi paylaşımı amacı güttüğümüzü belirtmek isteriz. Olayları
kronolojik sıraya göre aktarmaya çalışmak yerine, farklı alanlardan örneklerle
durumu analiz etmeye çalışacağız.
Kültür
etkileşimi ve coğrafya mukayesesi
Malûmdur,
savaşlar ve göçler sonrası uluslar birbirleriyle tanıştıklarında, kendi
kültürlerinde olmayan birtakım özellikleri karşı tarafta görürler. Bu
özellikler önce önyargı ile karşılanır ve kabul edilmez, hattâ alay edilir.
Zaman içerisinde alay konusu olan bu kültürel öğeler, toplumun bir kesimi
tarafından olumlu karşılanır ve benimsenir. Daha sonra tartışılan bu meseleler
toplum içerisinde yer ve zemin bulmaya başladığında, bir kesim bunu istemese de
artık bu etkileşimlerin sonucunda diğer kesim bunları bir yaşam tarzı hâline
getirmiştir bile.
Daha
somut bir şekilde izah edersek... 13’üncü yüzyıla kadar dünyada güç ve bilginin
taşıyıcısı Araplar olduğu için, o günün Avrupalısı, ister istemez bilimsel isim
ve sembollerini (bugün Batı’nın kullandığı rakamlar dâhil) Arapça kullanıyordu.
Yine aynı yüzyıllarda İslâmlaşan Türkler, İran topraklarındaki hâkimiyetleri
sırasında Fars dilinden ve İslâm kültür mirasından etkilenerek dilsel ve
kültürel bir değişimi yaşıyorlardı. Anadolu’ya girişle bambaşka farklı
mezhepleri olan Hıristiyan Rum kültürüyle karşılaşıldı. Bu sürecin sonunda
yukarıda izah etmeye çalıştığımız gibi, ulusların yükselişi ve zamanla düşüşü
neticesinde Osmanlı’nın sonrası Cumhuriyet Türkiye’sine geldiğimizde ise,
Batı’nın kültürel etkisine geçmiştekinden daha yoğun ve hızlı bir şekilde maruz
kaldığımızı gözlemlemekteyiz.
Bu
hızlı etkileşimde matbaa ve Sanayi Devrimi’nin etkisiyle ortaya çıkan iletişim
araçlarının etkisi büyüktür. 200-250 yıl geriden takip ettiğimiz dönüşümlere
ayak uydurmaktaki gecikmelerimiz maalesef Cumhuriyet döneminde de devam etti.
4’üncü Sanayi Devrimi eşiğine gelindiği şu son demlerde, Batı ile teknolojik
anlamda her ne kadar makasın arası kapansa da çeşitli nedenlerle hâlâ gerisinde
olduğumuz aşikârdır. Bugün hâlâ bu geriliğin sebepleri tartışılmakta ve genel
olarak kategorize edersek “lâik, dindar” olarak nitelendirdiğimiz iki ana grup
arasında devam etmektedir. Elbette kendilerini farklı ifade edenler ve bu
grupların aşırı ya da ılımlıları vardır. Her iki grupta da fanatizme varan “Jakobenik
zihniyetler” olsa da günümüz şartlarında bunlar marjinalleşme eğilimi
göstermektedirler. Ancak bu meselelerdeki ilerlemeler, ifade özgürlüğünün
kapsamının coğrafyamız şartlarına uygun bir şekilde dengelenmesi ile mümkündür.
Cumhuriyetimiz
kurulduktan sonra Batılılaşma adına yasama, yürütme ve yargı gibi erklerin
tamamının Batılı ülkelerin müktesebatından kopyalanması, bugün bizim gibi
kendini dindar olarak niteleyen güruhu derinden etkilemiştir. Çünkü ölüye
yapılan muamele hâriç, yaşamın tüm alanlarında İslâm hukuku ortadan
kaldırılmıştır. Bu da zamanla devlet politikası olarak topluma dayatılmış,
eğitim dâhil, tüm kurumlar Batı standartlarına uygun hâle getirilerek yeni
kuşaklar, geçmişle bağları koparılarak yetiştirilmiştir. Bu konuda merhum Uğur
Mumcu’nun Türk vatandaşı tarifi konuyu özetlememizi sağlayacaktır. Kendisinin
de bir mizah dergisinden alıntıladığını söylediği şu sözler, derdimizi
anlatmaya yetecektir: “Türk vatandaşı kimdir? İsviçre Medenî Kanunu’na göre
evlenen, İtalyan Ceza Yasası’na göre cezalandırılan, Alman Ceza Muhakemeleri usûlüne
göre yargılanan, Fransız İdare Hukuku’na göre idare edilen ve İslâm hukukuna
göre gömülen kişidir”.[i]
Kültürel
entegrasyon neticesinde toplumlar birbirlerinden olumlu-olumsuz öğeleri
alabilirler. Burada temel belirleyici iki sebepten bahsedebiliriz: “Güç” ve
“bilgi”... Gücü elinde bulundurup bilgiden mahrum olanlar, kısa sürede
iktidarlarını kaybederler. Çünkü bilgi, en büyük krallıktır. Bilgiyi elinde
tutanlar, güçlü olmadıkları zaman yenilseler de uzun vadede düşmanlarını
asimile edebilirler. Bilinen dünyanın dörtte üçünü istilâ eden Moğolların 80
yıl süren iktidarları, buna en güzel örnektir. Bu kadar büyük bir coğrafyayı askerî
taktiklerle elde etmelerine rağmen, sahip oldukları toprakların kültürlerinde
erimiş ve yok olmuşlardır. Arda kalanlar ise, Moğolistan bozkırlarında, geneli
hâlâ göçebe bir toplum olarak varlıklarını devam ettirmektedirler.
Günümüz
Batı dünyasında ise “bilgi ve kaba gücün” iktidarı hüküm sürmektedir. Batı
dünyası, Tanrı’dan bağımsız şekilde oluşturdukları ruhsuz idolojilerin
temelinde çıkardıkları iki dünya savaşında da “bilgi”yi dünya menfaati elde
etmek için kullanmış, Moğolların sömürü ve katliam rekorunu tarihin çöp
sepetine atmışlardır. Bu karmaşa içerisinde Osmanlı mirasının üzerine
Cumhuriyet Türkiye’sini kuran akıl, koşulsuz bir Batı hayranlığı temelinde
kurumlarını oluşturmuş ve bu temel üzerine binalar yükseltmiştir. Bu işi başta
zihinlerdeki değişimle sağlamaya çalışmış, ancak bunu niteliksel ayırım yaparak
değil, taklit düzeyine indirgeyerek yapmıştır.
Elbette
o günün şartlarında yapılan devrimler ve eylemlerin gerekçesi olarak güvenliğin
ön plânda olması, bir imparatorluğun yıkılmışlığı, savaştan çıkmış olmak ve
genç bir cumhuriyetin acilen kurulmasının gerekliliği gibi birçok sebep öne
sürülebilir; ancak günümüzde artık bu modası geçmiş ruhsuz idolojilerin
ürettiği sömürgeci semirgenlerin sistemlerini referans almayı bırakmak
zorundayız. Sorunumuz, sistemin sadece kendinde değil, ahlâkîliğindedir.
Ahlâk/adalet/merhamet merkezli bir zihin inşâ edecek kültürel mirasa sahipken, hâlâ sömürücü gücün etkisinde kurumsallaştırılmış NATO, BM, IMF gibi kurumların içinde “mecburen” bulunmakta ve bunlara alternatifler üretememekteyiz. Sadece ABD gizli servisinin finansörlüğünde çalışan yüzlerce “tink tank” kuruluşuna karşın bizde bu tür kurumların sayıları, bulunduğumuz kadim coğrafyaya rağmen elliyi geçmemektedir.[ii] Bunların çoğu da 2000’li yıllarda kurulmuştur. Bu da, eğer bir aksilik olmazsa, gelecek için umutlu olabilmemizin belki bir göstergesi olabilir.
Hayranlıktan
aşka...
1940’ların
Türkiye’sini yönetenlere bir göz atıp, sistemli bir şekilde kurumlarımızın
Batı’ya entergrasyonu, hayranlıktan aşka dönüşen Batı seviciliğinin o
tarihlerdeki vahim durumuna bakalım.
“ABD
donanmasının Missouri zırhlısının İstanbul’a gelişi dolayısıyla yapılan tören
ve ABD’den alınan 4 buçuk milyon doların ödenmesi münasebetiyle Başbakan Şükrü
Saraçoğlu şunları söylüyordu: ‘Hepimiz inanıyoruz ki, biz bu parayı ödemekle
borcumuzun yalnız maddî kısmını ödüyoruz. Amerika’ya bir de manevî borcumuz
vardır ki, onu da hürriyet, adalet, istiklâl ve insanlık dâvâlarında
Amerika’nın bulunduğu saflarda bulunarak ödemeye çalışacağız.”[iii]
“Aynı
günlerde CHP İstanbul Milletvekili Hamdullah Suphi Tanrıöver, ‘Dünyaya ışık
nereden geliyor? Bu ışığın bir kaynağı var. Işık Amerika’dan geliyor. Ümit
nereden geliyor? Amerika’dan geliyor” der.[iv]
CHP
Bursa Milletvekili Muhittin Baha Pars’ın söyledikleri ise, bir müridin şeyhini
uçurması abartısının zirvelerini zorlar cinstendir: “Bugün bu büyük milletin,
Amerika’nın insanlığa yaptığı yardımı hatırlayıp teşekkür ederken, peygamber
gibi temiz ve kusursuz (önceki başkan) Roosvelt’i ve onun halefi olan (o günün
başkanı) Truman’ı hürmetle selâmlarım.”[v]
Bu
tarihlerde başlayan ABD aşkı, 1947’de IMF ve Dünya Bankası anlaşmaları ile
Truman Doktrin’inin kabulünü, 1948 Marshall Plânı, 1952 NATO üyeliği ve 1960’da
OECD’ye katılımı sağlamıştır.
Bu
arada 1949’da ABD Hükûmeti ile Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti arasında yapılan
eğitim anlaşması ise asıl konumuzla ilgilidir. Bu anlaşmanın beşinci maddesinin
başlangıcı, eğitim alanında Türk zihninin işgalinin nasıl sistemleştirildiğini
göstermektedir. Türkiye’de Birleşik Devletler Eğitim Komisyonu isimli madde
şöyle başlamaktadır: “Komisyonun dördü TC vatandaşı ve dördü ABD vatandaşı
olmak üzere sekiz üyeden oluşacaktır. ABD’nin Türkiye’deki diplomatik misyon
şefi komisyonun fahri başkanı olacak ve komisyonda oylarının eşit olması
hâlinde son kararı komisyon başkanı verecektir.”[vi]
Kurumlarımızın
değişen ve gelişen dünya normlarına uyum sağlaması gerekli ve gayet olağan;
ancak asıl sıkıntı, bunun seçicilik ile değil, taklit düzeyinde, hattâ bizâtihî
onlara teslim edilerek yapılandırılmasındadır. Bu temeller üzerine ne kadar
revizyon yapılsa başarılı olunamamaktadır. Eski elbiseye farklı renkteki
kumaşlardan yama yapılması gibi, ne bize benzemekte, ne de onlara
benzemektedir. Daha ileriye gitmemize katkı sağlamamaktadır. Yıllardır kurumlar
üzerinde yapılan değişimler “evrensel değerler” adı altında yapılandırılmaya çalışılırken,
Batı değer(sizlik)lerine olan entegrasyonsa devamlılığını korumaktadır. Artık
bu kumaşın bize uymadığını ve değişimin şart olduğunu anlamaktayız. Bunu
değiştirmek için çaba sarf edildiğini de görmekteyiz. Fakat cahiliye aklının
idoolojilerini sistematize edip güzel bir ambalajla pazarlayan Batılı elitlerin
doğruları ile yanlışlarının hâlâ ayırt edilemediğini görebilmekteyiz. Bu konuya
Sayın Cumhurbaşkanımızın son konuşmalarından birini aktararak devam etmek
istiyorum:
“Eksiklerimizi,
varsa yanlışlarımızı konuşmamız, tartışmamız gayet tabiîdir. Bunu yaparken
hareket noktamız, kendi tarihimiz ve kültürümüz değil de Batı dünyası olursa
doğru yere varamayız. Dün kadını en bayağısından bir meta gibi kullanan
zihniyetin bugün kadını yine meta anlayışıyla ama bu defa eşitlik ambalajı
içinde kullanıyor olması bizim için şaşırtıcı değildir.
Asırlar
boyunca insanları boyunlarına, ayaklarına, kollarına zincirler vurarak kitleler
hâlinde mal gibi satan ve çalıştıran, bunlar içinde kadın ve çocukları daha da
aşağılayan bir dünyanın kodları bize ait değildir.”
Sayın
Cumhurbaşkanımızın bu konuşmasını, geçmişte AB uyum süreci dolayısıyla kabul
etmek durumunda kalınan, kültürümüz ve değerlerimize uymayan, aksine aile ve
kültürel değerlerimizi aşındırarak yerine kendi değer(sizlik)lerini dayatmaya
çalışanlara karşı kurumsal bir değişimin sinyali olarak algıladık. On yıllardır
bu toprakların mirasını horlayan, küçümseyen, “Ne varsa Batı’da var”
uyuşturucusuyla sarhoş olmuş güruhun manipülasyonlarının önüne geçilmesinin
zamanı gelmiş de geçmiştir. Bu sarhoşluğun Anadolu insanına vermiş olduğu
zarar, fiziksel şiddet unsuru taşıyan terör örgütlerinden daha fazladır. Çünkü
uzun yıllara yayılan plânlı ve sistematik bir organizasyonla yapılan bu
etkinlikler, toplumları yavaş yavaş dönüştürmekte/değersizleştirmekte ve
kültürsüzleştirerek kendi değersizliklerini hızla yenilenen iletişim
araçlarıyla sağlamaktadır.
Bugünümüzün
şartları, 15 Temmuz ruhu ile birlikte toplu bir uyanışın milâdı olmalıdır. Bu
uyanışın devamlılığı ise uzun vadede topyekûn bir bilinç inşâsı ile mümkündür.
Bu bilince bir katkı sağlayabilme umuduyla Avrupa ülkelerine ait bazı verileri
aktararak yazımıza devam etmeye çalışacağız.
Avrupa’ya
bakınca...
SEKAM
(Sosyal Ekonomik ve Kültürel Araştırmalar Merkezi) bünyesinde Aile
Akademisi’nin “Toplumsal Cinsiyet Eşitliğine Dayalı Politika Uygulayan
Ülkelerde Kadın ve Aile” adı altında 2014 yılında yapmış olduğu araştırmanın
sonuçlarına bakarak, Avrupa’nın ve dünyanın en müreffeh ülkeleri olarak
bilinen, gerçekten de istatistiklere göre eğitim, sağlık, ekonomi ve kişi
başına düşen millî gelir gibi enlerle anılan İskandinav ülkelerine göz atalım.
Norveç’i
ele alırsak... Ülke, 2017 BM Dünya Mutluluk Raporu’nda birinci sırada
gösteriliyor. Nüfusu yüzölçümüne göre çok az olan (5,3 milyon) bu ülkede kişi
başına düşen millî gelir 60,8 bin dolar. Hava kirliliği yok; kamu hizmetleri,
eğitim ve sağlık başta olmak üzere bedava! Finlandiya, İzlanda ve İsveç gibi
diğer İskandinav ülkelerinin de refah düzeyi noktasında Norveç’le ilk sıraları
paylaştığını söyleyebiliriz.
Araştırma
konusu ülkeler dünyaya, eğitim, sağlık, sosyal devlet, eşitlik gibi insanî
değerlere en çok önem veren ve bütçe ayıran ülkeler olarak örnek
gösterilmektedirler. Özellikle TCE (Toplumsal Cinsiyet Eşitliği) konusunda yani
kadının erkek karşısındaki dezavantajlı durumu ortadan kaldırmak ve eşitliği
sağlamak adına hükûmetler ve politikalar üstü bir uygulama alanında örnek ülke
konumundaki bu devletlerin hassasiyetinin ne denli olduğunu, SEKAM’ın
araştırmasıyla birinci sırada yer alan İzlanda örneğiyle birlikte görelim:
Boşanma oranı son 50 yılda binde 0,7’den binde 1,6’ya çıkmıştır. Toplumun yüzde
32,9’u hiç evlenmemiş veya boşanmış çiftlerden oluşmaktadır. 1960’da evlilik
dışı doğum oranı yüzde 25,3 iken 2011’de doğan çocukların yüzde 65’i evlilik
dışıdır. Kadınların yüzde 42’si herhangi bir erkekten şiddet görmüştür. Tecavüz
oranları verilen 50 ülke arasında İzlanda dördüncü sıradadır.
“Kadın-erkek
eşitliği” denildiğinde ilk akla gelen ülkelerden biri olan İsveç’te durum
şöyle: Boşanma oranı son 50 yılda binde 1,2’den binde 2,5’e çıkmıştır. 2011
yılında yapılan evliliklerin yaklaşık yarısı boşanmayla sonuçlanmıştır. Evlenme
oranları son 50 yılda binde 6,7’den binde 5’e düşmüştür. 1960 yılında evlilik
dışı doğum oranı yüzde 11,3 iken 2011’de doğan çocukların yüzde 54,3’ü evlilik
dışıdır. İsveç’te her yıl 150 bin kadın şiddet görmektedir. Kadınların yüzde
46’sı herhangi bir erkekten gelen şiddete maruz kalmaktadır. Tüm kadınlardan
yüzde 56’sı cinsel taciz görmüştür.[vii]
Ayrıca
bu ülkeler, Doğu Avrupa, Rusya, Kore ve Çin’den sonra intihar vakalarının en
sık yaşandığı ülkelerdir. Yukarıda zikredilen ülkelerde 100 bin kişide 20-30
intihar gerçekleşirken, Finlandiya’da bu rakam 100 bin kişide 20’dir.
İskandinav ülkelerinin genel ortalaması ise 100 binde 13,2’dir.[viii]
Bu
intiharların nedenlerini ise Dünya Sağlık Örgütü üç nedene bağlamaktadır:
Depresyon, alkol kullanımı ve lezbiyen, gey, biseksüel, transseksüel ve
interseks (LGBTI) bireyler...[ix]
Görüldüğü
üzere, 2014 yılında Dr. Mücahit Gültekin ve Uz. Psikolog Meryem Şahin
öncülüğünde Aile Akademisi tarafından yapılan araştırma gösteriyor ki, Batı’nın
tüm maddî gelişmişliğine rağmen nasıl bir ruhsal çöküntü içinde olduğunu ve bu
durumu aşikâr iken nasıl oluyor da hâlâ referans kaynağı olarak süslü
ambalajlarla bize pazarlandığını esefle gözlemlemekteyiz. Bu araştırma
sonuçları vahim tabloyu ortaya koymasının yanında, ülkemizde aile ve
kültürümüzü koruma adına çaba sarf eden yapılardan çok, Batı emperyalizminin
zihinsel sömürüsünü meşrulaştırmaya çalışan STK’ların daha etkin olduğunu da
göstermektedir.
Tartışmalı
bir çalışma
Batı’nın
her şeyi kötü, bizim de her şeyimiz iyi değildir. Ancak bu ayrımı yapabilecek
tarihî/felsefî/ahlâkî derinlik ve donanıma sahip olunmalıdır. Şeytanın çalışma
alanı “doğru yol”dur ve etki alanı zihinlerdir. Zihin kontrolü ise algılarla
hareket edenlerde etkili olacaktır. Bilgi ve belgelere göre hareket edenlere
ise etkisi olamaz. Bir “fasığın haberi”ne dikkat etmemizi ve sorgulamamızı
emreden dinin mensupları olarak, hakikati örtenlerin (kâfir) söz ve
öğretilerine itibar ediyorsak, bu sorun onlarda değil, bizdedir. Kendini Batı
ile özdeş kabul eden ve referansı hep Batı olanları anlayabilmekteyiz, fakat
kendisini dindar kabul eden camiamızın insanlarının bu ayrımı yapmakta yetersiz
kaldığını görmek, bizleri tarifsiz elemlere düşürmektedir. Bu kanaate
varışımızın sebebi ise, 2010 yılında başlayan ve günümüze kadar belli
aralıklarla yayınlanan, George Washington Üniversitesi’nden İran asıllı
Seceheherazede S. Rahman ve Hossain Askari adlı Müslüman etiketli iki
profesörün yapmış olduğu “Ekonomik İslâmîlik Endeksi”[x]dir.
Bu
endeksin 2015’teki İslâmîlik sıralamasında Hollanda birinci sırada
gösterilirken İsveç ikinci, Finlandiya ve Norveç altı ve yedinci sırada
gösterilmiştir. Türkiye ise 2013’te 103, 2015’te 65’inci sırada yer almıştır.[xi]
“Ekonomik”
adlandırmadan da anlaşılacağı üzere materyalist bakışı merkeze aldığı anlaşılan
endeksi, iki Müslüman etiketli ekonomi profesörü hazırlamıştır. Bu iki şahsın
uzmanlık alanlarının ekonomi olması ve Müslüman olmalarının dışında, ilâhiyat
alanındaki yeterliliklerinin ne olduğu bilinmezken, endeksin “İslâmîlik” ile
eklemlenmiş olması, sıkıntılı bir durumdur. Endeksin, detaylı incelenince ciddî
bir çalışma olduğu anlaşılmaktadır. Ancak hangi amaca hizmet ettiği muğlaktır.
İslâm’ın ekonomi yönü mü referans alınmıştır, yoksa modern kapitalizmin
argümanları İslâmîlik ambalajı ile mi izah edilmeye çalışılmıştır? Bu sorunun
cevabı verilemezken, Batı’nın standartlarına hapsederek kategorize etme
kolaycılığını da görülmektedir. Zira farklı coğrafya/kültür/jeopolitik
konum/ekonomi/etnik yapı/nüfus/tarih/göçler ve savaşların etkilediği ve üstüne
üstlük önce işgal edilip sonra uydu devlet hâline dönüştürülerek sömürülen
ülkeler nasıl olur da bu endekste sunulan standartlara uyum sağlayabilir ki?
Bu
endeksi oluşturan S.S. Rahman, hâlâ George Washington Üniversitesi’nde
çalışmaktadır. AB Araştırma Merkezi’nde GW Direktörlüğü, Uluslarası Ticaret ve
Finansman Birliği Yönetim Kurulu görevleri vardır. Bahreyn gibi ülkeler
düzeyinde finans danışmanlığı ve finans tüccarlığı yapmaktadır. Her ikisi de
İran doğumlu olan profesörlerden Hussain Askari, eğitimini ABD’de almış,
Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) iki buçuk yıl süreyle İcra Kurulu’nda
çalışmış, Suudi Arabistan Finans Bakanı’na özel danışmanlık yapmış, IMF ile
Suud yönetimi arasındaki yakınlaşmada önemli rol oynamıştır. Çalışmaları
Ortadoğu ekonomisi, uluslararası ekonomi ve finans, petrol ekonomisi ve yaptırımlar
konusunda yoğunlaşmıştır.
Osmanlı’nın
dağılması sonrasında Ortadoğu coğrafyasının hâli herkesin malûmudur.
Buralardaki uyanışı sürekli darbeler ve Batı’nın güdümündeki despot
yönetimlerle engelleyenlerin, bu endeks ile nasıl bir manipülasyon yaptıklarını
varın, siz anlayın!
“Şok
Doktrini Felâket Kapitalizminin Yükselişi” adlı kitabın yazarı Kanadalı Naomi
Klein, özelde Chicago ve Berkeley olmak üzere ABD’deki üniversitelerin ekonomi
bölümlerinden yetişip uluslararası finans kuruluşlarında görev yapan
ekonomistlere “mafya” benzetmesi yapar ve ünlü ABD’li ekonomist Milton Fridman
önderliğinde, Şili’de Pinochet, Endonezya’da Suharto ve İran’da Musaddık’ı
devirerek Şah Rıza Pehlevi gibi eli kanlı diktatörlerin iktidarına giden
süreçteki rollerini detaylı bir şekilde anlatmaktadır.[xii]
Bu
konuda ABD’de Dünya Bankası Baş Ekonomistliği yapan Nobel Ödüllü Joseph
Stiglitz’in “Küreselleşme ve Hoşnutsuzlukları”, David Korten’in “Şirketler
Dünyaya Hükmettiği Zaman”, Noam Chomsky’nin “Hegemonya ya da Hayatta Kalmak”
gibi kitaplarında da geniş izahatlar bulunabilir. Bunların yanında “Bir Ekonomi
Tetikçisinin İtirafları” kitabı var ki, bu işin bizzat merkezinde yer almış
John Perkins imzalıdır. Perkins, şirketokrasi (uluslararası hegomonyal güçler),
ekonomi tetikçisi (uluslarası ekonomi uzmanı isimli finansçılar) ve çakal (saha
elemanı, manipülatör ya da suikastçiler) gibi yeni kavramlar ortaya atmıştır.
İddialarına karşı eleştirilerde bulunanlara şunları söylemektedir:
“CIA’nın
İran’da Musaddık’a darbe tertibi ve büyük petrol kuklası Şah’ın geçirilmesi,
Suudi Arabistan para aklama olayı, Ekuador Başkanı Jaime Roldos ile Panama
Başkanı Omar Torrijos’un çakallar tarafından öldürülmesi, Amazon’da petrol
şirketleri ile misyoner gurupları arasındaki ilşkiler zaten kamuoyunda
tartışılmaktadır ve bunlara ait kayıtlara ulaşılabilmektedir.[xiii]
Ekonomik
tahminlerin siyâsî hedeflere ulaşmak için manipüle edildiğini ve
çarpıtıldığını, sözde yardım olgusunun yoksulluğu azaltmaya yönelik fedakârca
destekten ziyade büyük şirketlerin bir kâr aracı olduğunu, bu tacavüz
kabilinden girişimlerin de gizli kalmadığını ve kendisi dışında bir çokları
tarafından da belgelendiğini anlatmaktadır. Örnek olarak da yukarıda ismi geçen
Dünya Bankası eski Baş Ekonomisti Joseph Stiglitz’in kitabından bir pasajı
aktarmaktadır:
“Stiglitz, (tetikçileri kastederek) hazırlanan programları işler gibi göstermek, rakamları tutturmak için ekonomik tahminlerin ayardan geçmesi gerekir. Bu rakamları kullananların çoğu, sıradan tahminler gibi olmadıklarının farkına varmaz. Söz konusu örneklerde yurtiçi millî hasıla tahminleri, sofistike bir istatistik modeline ya da ekonomiyi iyi bilenlerin tahminlerine dayandırılmaz.”[xiv] “IMF programlarının bir parçası olarak üzerinde önceden pazarlık yapılmış rakamlardan öte değildirler.”[xv]
Sonuç
Amacımız
şikâyet değil, özeleştiridir. Her Müslümanın, kardeşine gördüğü hakikati
hatırlatma gayesidir. On yıllardır Batı gözlüğü takılan toplumumuzun gözlükleri
çıkarmalarına katkı sağlamaktır. Tıpkı yüzyıllardır Araplaşma ve Farslaşmayı İslâmlaşma
ile karıştıranlara yapılan hatırlatmalarda olduğu gibi... Kültürlerarası
yakınlaşma, zaten yüzyıllara yayılan bir etkileşim sonucu oluşmakta, toplumlar
birbirlerinin iyi ya da kötü taraflarını benimseyebilmektedirler. Yaşadığımız
coğrafyada da tüm araçları ile dominant kültür olan Batı’dan aldığımız ve
alacağımız çok şey vardır. Bu alımlarda seçiciliğin önemini,
kültürümüz/ahlâkîliğimiz/aile yapımıza karşı yapılan saldırılara dikkat
edilmesi hususunda idrak ettiklerimizi ilân etmeye gayret ettik.
Şunu
da belirtmek gerekir ki, “şeytanın hilesi zayıf”tır. “Bir toplum kendinde olanı
değiştirmediği müddetçe, Allah onları değiştirmez” şeklindeki Kur’ân ilkesini
hatırlatmalıyız. Yani asıl düşman dışarıda değil, tembellik eden zihin ve
bedenlerimizdedir. Bu iç sorunlarımızı çözmeden, dış etkilere her an maruz
kalabilecek olan bu coğrafyanın insanları olarak çalışmalı ve değer
üretebilmeliyiz. Aksi durum zihinsel/fiziksel üreticilerin tüketicisi kalmaya
devam eder ve manipülasyona sürekli maruz kalır. Doğulu ve Batılı şeytanlardan
çok, içimizdeki şeytan ile yüzleşebilmek dileğiyle…
[i]
https://www.youtube.com/watch?v=ZlsRuX1sPYQ Bu konuşmanın ardından laik düzenin
gerekliliğinisavunan Mumcu, yine kendi zihin kalıpları ile meseleyi tevil
etmektedir.
[vii]
http://aileakademisi.org/arastirma/arastirma-toplumsal-cinsiyet-esitligine-dayali-politika-uygulayan-uelkelerde-kadin-ve-aile
[xiii]
Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları, 2008 A.P.R.I.L Yayıncılık .Steven Hiatt’ın
kaleme aldığı kitabın önsözü Perkins’e aittir. Alıntılar oradan yapılmıştır.